Çalınan maneviyat ve manevi sömürgecilik

Mevlana, İslam’dan arınmış dinsiz ve aidiyetsiz bir “aşk gurusu” yahut Yunus Emre milliyetsiz bir Hümanist oluverir. Tarikata ait bir zikir hali olan semanın adı “dans” olur, İslam’ın dervişler bir anda trans yaşayan hippi tarzında dansçılara dönüşüverir. Mesnevi tercümelerinde dini ve İslam’ı hatırlatan ne varsa adeta kazınır yerine seküler bir dil kullanılır. Bu sadece Batı’daki İslamofobi ile ilgili olmayıp İslam’ın büyük şahsiyetlerini devşirme, dönüştürme ve sekülerleştirme faaliyetidir. Kökleri Oryantalist geleneklere dayanır.

*****

Zeliha ELİAÇIK 

 

Doğu coğrafyasının sadece tarihi eserleri değil, manevi büyükleri düşünür ve alimleri de yurt dışında büyük ilgi görüyor. UNESCO’nun 2007’yi Mevlana’yı anma yılı ilan etmesinin üzerinden 14 yıl geçti. Son olarak da 2021’i Yunus Emre, Hacı Bektaşi Veli ve Ahi Evran’ı anma yılı ilan etti.

Batı’nın özellikle Şarkiyat ve Türkiyat enstitüleri ile Doğu’nun coğrafyasına, yazınına, maneviyatına ve tarihine çok daha yakın ilgiyle baktığını görüyoruz. Ancak Doğulu şahsiyetlerin ve öğretilerinin nasıl “dünyaya mal edildiğine” veya “evrensel” hale getirildiğine dikkat kesilmek gerekiyor.

Bu kültürel kimlikten arındırılarak dönüştürme o kadar güçlüdür ki sadece içerik değil, dilin ve bu isimlerin temsil ettiği manevi öğretilerin kavramlarının da Batı’ya aktarılırken değiştirildiğini ve çarpıtıldığını görürüz. Öyle ki dışarıda yeni bir Yunus ve Mevlana ve Bektaşi dili inşa edildiğini söylemek abartı olmaz.

Manevi sömürgecilik nasıl işliyor?

Edward Said, Batı kimliğini doğrulayacak bir Doğu resmi yaratmak için edebiyat, akademi ve medya yoluyla Batı’nın Doğu’yu yeniden inşa ettiğini söyler. Batı kendi paradigmasına uygun bir Doğu inşasını yalnızca bir “Doğu resmi uydurarak” veya Doğu’yu reddederek yapmaz. Aynı zamanda Doğu’nun sanatına, büyük şahsiyet ve öğretilerine yeni bir format attıktan gerçekliğinden kopardıktan sonra kendi içine alır. Hatta manevi ve zihni sömürgecilikte en etkili yöntemin gerçeğin reddi değil, ona yeniden format atıp dönüştürmek olduğu söylenebilir.

Batı bizim değerlerimize baksa bile onları kendi “hikâyesi” için dekor olarak kullanır. Bunun içindir ki dünya, bizi ve hikâyemizi bizim dilimiz gözümüz ve gönlümüzden dinlemelidir. Nitekim Batı kendi hikâyesini kurarken bu saflaştırma ve dönüştürmeyi yapmaz. Batı dünyasının klasikleri “evrenselleştirilirken” veya “dünyaya mal edilirken” kültürel ve dini bir erozyona uğramazlar. Shakespeare’i bir İngiliz klasiği olarak öğrenir, Goethe’yi tüm Alman kimlik ve unsurlarıyla tanırız.

Bu çerçevede Batı’nın, Doğu’nun İbn-i Rüşd ve İbn-i Sina gibi büyük isimlerini kendi yaslandığı düşünce ve felsefe tarihi hattında -Aristo ve Platon geleneğinde- bir çizgiye yerleştirerek kendi dünyasına dâhil ettiğini görürüz. Bu yönüyle İslam’ın veya Doğu’nun âlimlerine ancak Yunan düşüncesi veya Batı düşünce geleneğine olan yakınlıkları ve ilişkileri üzerinden değer atfedilir. Yine benzer şekilde Mevlana ve Yunus Emre de “dünyaya mal edilirken” belli dini ve siyasi filtrelerden geçirilerek içeri alınırlar. Bu nedenle bizde sıkça rastlanan haliyle bu isimlere Batı’da teveccüh gösteriliyor diyerek “sevinmek” oldukça naif bir tutum olur. Zira Batı’da anlatılan Mevlana, Yunus Emre ve Hacı Bektaşi Veli tüm manevi ve kültürel unsurlarından koparılarak New Age akımlarına eklemlenir ve ancak Batı’daki geçer paradigmayı desteklediği veya ona renk kattığı oranda değer görür.

“Hümanist” Yunus, aşk gurusu “Mevlana”

Bu kültürel kimlikten arındırılarak dönüştürme o kadar güçlüdür ki sadece içerik değil, dilin ve bu isimlerin temsil ettiği manevi öğretilerin kavramlarının da Batı’ya aktarılırken değiştirildiğini ve çarpıtıldığını görürüz. Öyle ki dışarıda yeni bir Yunus ve Mevlana ve Bektaşi dili inşa edildiğini söylemek abartı olmaz.

Mevlana, İslam’dan arınmış dinsiz ve aidiyetsiz bir “aşk gurusu” yahut Yunus Emre milliyetsiz bir Hümanist oluverir. Tarikata ait bir zikir hali olan semanın adı “dans” olur, İslam’ın dervişler bir anda trans yaşayan hippi tarzında dansçılara dönüşüverir. Mesnevi tercümelerinde dini ve İslam’ı hatırlatan ne varsa adeta kazınır yerine seküler bir dil kullanılır. Bu sadece Batı’daki İslamofobi ile ilgili olmayıp İslam’ın büyük şahsiyetlerini devşirme, dönüştürme ve sekülerleştirme faaliyetidir. Kökleri Oryantalist geleneklere dayanır.

Batı bizim değerlerimize baksa bile onları kendi “hikâyesi” için dekor olarak kullanır. Bunun içindir ki dünya, bizi ve hikâyemizi bizim dilimiz gözümüz ve gönlümüzden dinlemelidir. Nitekim Batı kendi hikâyesini kurarken bu saflaştırma ve dönüştürmeyi yapmaz. Batı dünyasının klasikleri “evrenselleştirilirken” veya “dünyaya mal edilirken” kültürel ve dini bir erozyona uğramazlar. Shakespeare’i bir İngiliz klasiği olarak öğrenir, Goethe’yi tüm Alman kimlik ve unsurlarıyla tanırız.

Doğu’nun manevi coğrafyasını, miras ve birikimini devşirerek, ona el koyarak çarpık bir biçimde yeniden “inşa edilmesine” literatürde “manevi sömürgecilik” olarak da kavramsallaştırılmıştır.[1] Batı’nın Şark’a ilgisi kendi kimliklerini inşa için bir malzeme devşirme, Şark’ın kimliğini ise yapı taşlarını çalarak yıkıma uğratma çabası olarak görmek mümkündür.

Türkler manevi büyükleriyle Batı’da tanışıyor

Türkiye’nin batısı ve doğusu bu coğrafyanın büyüklerine böylesi büyük bir ilgiyle yaklaşırken ortalama bir Türk vatandaşının eğitim hayatı boyunca özel bir ilgisi yok ise ne Gazali, ne Mevlana ne de Yunus Emre ile karşılaşmadığını da belirtmek gerekir.

Bu nedenle Türkiye’de klasik eser yayıncılığının ve okuryazarlığının geliştirilmesi ve desteklenmesi gerekmektedir. Bu eserlerin yaşa ve okuyucuya göre farklı biçimlerde yeniden üretilmesi ve kitlelere yayılması elzemdir. Avrupa’da Goethe veya Brecht öğrencinin önüne çıkmadan önce eserlerinin farklı biçimlerde okuyucuya sunulduğunu, okullara girdiğini ve bunlara dair “Nasıl okunmalı?” kılavuzlarının yazıldığını biliyoruz. Oysa bu büyük şahsiyetler ve eserleri, sadece dini veya manevi metinler olma özellikleri nedeniyle değil, bu ülkenin tarihi ve kültürel mirasına ait Türk ve İslam klasikleri olarak okunmayı ve bilinmeyi hak ediyor.

Diğer yandan içerde ve dışarda bir manevi spiritüel pazar kurulduğu için bu tekneden ekmek yiyenlerin bu popülizmden rahatsız olmak bir yana istifade ettiği kesin. Bu maneviyat ticaretinin ve spiritüel pazarda sömürülmesinin önüne geçmek için manevi değeri büyük isim ve şahsiyetler Kültür Bakanlığınca koruma altına alınmalıdır. Örneğin, Hz. Mevlana yahut Yunus Emre bir peçete markası olarak önümüze düşmemelidir.

——————————————

Kaynak:

https://www.aa.com.tr/tr/analiz/calinan-maneviyat-ve-manevi-somurgecilik/2451716

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen