Yarım kalmış bir hikâye ve sermayenin sosyolojisine dair

Modern cemiyetin dayattığı rasyonel ilişki biçimlerinin hemen yanı başında, bazen onunla bağlantılı, bazen de paralel başka ilişki biçim ve ağları, hemşeri ve akrabalık ilişkileri, kendini başka bir formda yeniden üreterek melez bir ilişki türü oluşturmaya başlayabiliyor. Bu tarz ilişki biçimleri, bir tür yüz yüze ilişki biçimleri de denilebilecek geleneksel toplumun cemaat (community) ilişkileriyle modern toplumun getirdiği rasyonel çıkar ilişkilerinin melez bir toplamı olarak görülebilir.

***** 

Prof.Dr. Abdulkadir İLGEN

Weber antik çağların son dönemlerinden günümüze kadar, Batı Yahudileri ve Hint alt kıtasındaki Parsilerin özgül marjinal durumlarını vurgulamak için farklı bir kavrama, “Parya Kapitalizmi” kavramına müracaat eder.

İşlevleri açısından vazgeçilmez olan bu sınıflar, etnik ve dinsel kökenleri yüzünden toplumsal ayrımcılığa uğramış ve parya statüsüne indirilmiş yapılardır. 1 Weber’in Batı toplumları için Parya Kapitalizmine uygun gördüğü tip hiç şüphesiz Yahudilerdir. Devlet ve toplumun, kendilerini ayrıcalıklı alanların dışında tutma şeklindeki ikircikli, belirsiz tutumuna Yahudi cemaatinin verdiği tepki, yükte hafif pahada ağır alanlarda uzmanlaşmadır.

Bilhassa finansal alanlardaki uzmanlaşma sırf bu yüzden, siyasî alandaki belirsizlik, müsadere ve sürgün gibi kaygılar yüzündendir.

Bir de bunların tam aksi bir eksende konumlandırılabilecek başka bir örnek daha vardır. Bilhassa XVII. Yüzyılın başlarından itibaren Şah Abbas tarafından Osmanlı-İran savaşları yüzünden stratejik nedenlerle Nahcivan’dan İsfahan’a sürülen Yeni Culfa Ermenileri. Birinciler devlete rağmen yükselirken, bu ikincilerin yükselmesi ve düşüşleri devlet eliyledir.

“Cemaat içinde cemaat” olarak ayrı bir kategoride değerlendirilmesi gereken bu yapı, devlet himayesinde yükselen ticarî bir diaspora olarak 1600-1750 yılları arasındaki 150 yıllık bir zaman diliminde Asya’yla Avrupa ticaretinde kilit bir rol üstlenmiştir. Yükselişleri kadar düşüşleri de dramatik olan cemaatin bu durumu bizdeki birçok örnekle özdeşlik göstermektedir.

Weber’in Parya Kapitalizmi olarak adlandırdığı bu sınıflardan Yahudiler bilhassa “devlet dışı” ve “devlete rağmen” gelişirken, Türkiye örneğindeki gruplar tam tersine Şah Abbas’ın himayesinde gelişen Culfalı 2 tüccar sınıfına benziyor. Zaten Culfalı Ermeni tüccarların devletle kurduğu ilişki örneği sadece İran’ın Türk hanedanları olan Safevilerde değil, eski Moğol geleneğindeki “ortak” uygulamasıyla Babür Şahlara kadar uzanan çok yaygın bir gelenektir.

TÜRKİYE ÖRNEĞİ

Türk modernleşme süreci büyük ölçüde devlet eliyle yürütülen bir süreç olarak bilinse de bu sürecin devlet dışı alanda, bilhassa da ekonomik alanda görünen yüzleri ayrı bir veçhe teşkil eder. Türk modernleşme sürecinin ekonomik ayağını temsil eden devlet dışı bu alan paradoksal biçimde devletle iç içe ve ona ayarlıdır. O yüzden de Batılı muadillerinden farklı ve kendine özgüdür.

Bu alanın ekonomik sahadaki temsilcileri şimdilerde kendini daha çok TÜSİAD çevreleri içinde steril bir sermaye çevresi olarak gösterse de özellikle doksanlı yıllardan sonra kendini hissettirmeye başlayan ve 2000’li yıllardan sonra da giderek palazlanan ikinci bir çevre daha vardır. Birincileri üzerine çok sayıda yazılıp çizildiği için burada bilhassa bu ikincilerin durumuna dikkat çekilecektir.

Elbette, devlet dışı alanın başka birçok görüngüleri, etki ve ilişki alanları vardır, olabilir. Fakat köyden kente göç, kentleşme ve bunların meydana getirdiği dünya kadar yeni gelişmeyle birlikte, sadece geçimlik üretimden pazara yönelik üretim ve iş bölümü değil, aynı zamanda yeni ilişki ağları da modernleşmenin ekonomik ayağını yeniden belirlemiş, kendine özgü yeni mecralara sürüklemiştir.

KÖYDEN KENTE GÖÇ

Köyden kente göçle birlikte, hemşeri ve akrabalık ilişkilerinin yerini büyük ölçüde karşılıklı çıkar ilişkilerine dayanan rasyonel ilişkiler ağına terk ettiği düşünülebilir. Bu tarz düşünme biçiminde, eskiden yeniye intikal edilirken, eskinin tümüyle terk edildiği ve yerine bir bütün olarak yeninin ikame edildiği var sayılır. Oysa eskiden yeniye geçişte, yeni olanın ne kadarının eskinin bir devamı ne kadarının pür olarak yeniye ait olduğunu hiçbir zaman bilemiyor, ona dair kesin yargılara varamıyoruz.

Modern cemiyetin dayattığı rasyonel ilişki biçimlerinin hemen yanı başında, bazen onunla bağlantılı, bazen de paralel başka ilişki biçim ve ağları, hemşeri ve akrabalık ilişkileri, kendini başka bir formda yeniden üreterek melez bir ilişki türü oluşturmaya başlayabiliyor. Bu tarz ilişki biçimleri, bir tür yüz yüze ilişki biçimleri de denilebilecek geleneksel toplumun cemaat (community) ilişkileriyle modern toplumun getirdiği rasyonel çıkar ilişkilerinin melez bir toplamı olarak görülebilir.

İşte tam da burada Yunanca buğday ekimindeki “saçmak” manasına gelen bir kavram, diaspora kavramı, sadece modern anlamda vatanından koparılmış yurt dışındaki cemaatler olarak anlam kazanmıyor, aynı zamanda geleneksel toplumdaki “memleket” kavramının karşılığı olarak bizzat ülke içinde kendi topraklarından koparılmış insanların durumunu ifade sadedinde ikinci bir anlam daha kazanıyor.

Köyden kente göçle birlikte ülke geneline yayılan bu iç diaspora, bu ikincil yapılar, her ne kadar başlangıçta hem bir iç dayanışma hem de modern cemiyet ve büyük kentin kozmopolit havasına karşı kendi kimliğini muhafaza için bir araya gelmiş gruplar gibi görünse de zamanla farklı aidiyet kümeleri içinde politik ve ekonomik birer güç merkezi hâline gelmeye başlıyorlar. Türkiye örneği, bunun tipik görüntüleriyle doludur. Bilhassa hemşeri birlikleri buna örnek olarak gösterilebilir.

MUHAYYEL KURGUNUN MUHAYYEL DÜNYASI

Bir de hemşeri birliklerinin hemen yanı başında, bunlardan bağımsız, fakat devşirdiği insan malzemesi ve kültürel bağları itibarıyla bu yapılarla köklü ilişkileri bulunan ve tam da devlet elitlerinin kurguladığı seküler değerler kümesine karşı bir eksende, resmî tezin ötekileştirdiği değerler kümesi etrafında gelişen, anlam kazanan cemaat yapıları bulunuyor. Bunların aidiyet bağları, her ne kadar hem İslam’ın üniversal değerleri hem de ortak kimliğin ulusal değerleriyle ilişkili yerellik karşıtı bir düzlemde gelişiyor izlenimi verse bile öyle değildir.

Söz konusu cemaat yapıları tüm aksi iddialarına rağmen İslam’ın yeni bir yorumundan ziyade -Selefi akımları bunun dışında tutuyorum- geleneksel İslam’ın reprodüksiyon hâlindeki taklitlerinden öteye geçemiyor. Selefi hareketlerin çizgisi ise, bu birinci gruptaki akımlara ters, hatta onların savunduğu değerlerin reddi üzerine kurulsa da o da bambaşka bir sorunla karşı karşıya kalıyor.

Selefi olarak bilinen bu ikincilerin temel problematiği İslam’la ilişkiyi geleneğin birikimi üzerinden değil, “anın idraki” üzerinden kurmaları ve bu idraki mutlaklaştırmaları. Böylece İslam’ı, gelenek içindeki “tarihsel bağlamların” parantezinden çıkartarak geri kalmışlığımızın sorumluluğunu İslam’ın tarihsel yorumlarına yüklemek isteyen tavırları.

DEVLETİN SERASI

2000’li yılların başından itibaren hız kazanan devlet destekli muhafazakâr sermaye, Şah Abbas İran’ı ve Babürlüler Hindistan’ındaki örneklerle örtüşen yanlara sahip olsa da tam olarak onlarla aynı değil. Bu ikisinde devlet şahın şahsi mülkü, imtiyazlı sınıflar da şahın emirber neferleri olan kişi veya gruplar: “gulam” iken; Türkiye örneğinde devlet hiçbir kişi veya zümrenin değil, ulusun kendisine ait temellük edilemez soyut bir varlık olarak duruyor.

Ne ki arada bu tür uzlaşmaz sınırlar bile olsa, Türkiye örneğindeki devlet-sermaye ilişkileri, birebir XVII. Yüzyıl İran ve Babür Şahlar Hindistan’ındaki devlet-sermaye ilişkilerine benziyor. Türk Modernleşme sürecinde uzun bir süre merkezin çeperinde duran çevrelerin, iktidara iyice yerleştikten sonra öncekilerle kıyaslanamayacak biçimde her şeyi tekrar devlet eksenli olarak yeniden tanımlaması ve tahkim etmesi; geleneksel alışkanlıkların eskisinden çok daha güçlü güdü ve mekanizmalarla tedavüle sokulması anlamı taşıyor.

Böylece sosyoloji devleti değil, devlet sosyolojiyi öncelemiş ve belirlemiş oluyor. Bu süreç kısaca sosyolojinin devleti olarak değil, devletin sosyolojisi olarak tanımlanabilir. Öyle bir süreç ki bu süreç, kökleri çok eskilere, genetiğimize kadar işleyen biyolojik bir geçmişe kadar uzanan bu süreç; kendi içinde devletten bağımsız olarak gelişen özerk yapıların ortaya çıkması ve merkezî gücü dengelemesine izin vermiyor.

İşin tuhaf yanı, şu an muhalefette bulunan politik aktörlerin de aynı kültürel bağlamdan beslenen politik şartlarla kuşatılmış olması. Hal böyle olunca iktidar devri, görev ve yetkileri yasayla belirlenmiş sınırlı bir alanın devredilmesinden çıkarak, mülkün tamamı üzerindeki tasarrufların devredilmesi gibi devasa bir yetki ve güç devri anlamına geliyor. Bu da politik mücadelenin içerik ve şiddetini hiç olmadığı kadar enfekte ediyor.

Dipnotlar

1- Weber, Max, (1993), Sosyoloji Yazıları, (çev.) Taha Parla, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, s. 66-67.

2- Yeni Culfa Ermenileri üzerine yapılan bir çalışma, bu yeni elitleri Şah’ın köleleri olarak tavsif etmeyi uygun görmüştür.

Bkz. Babaie, S., Babayan, K., McCabe, I. B., Farhad, M., (2004), Slaves of the Shah, New Elites of Savafid Iran, I.B. Tauris, London.

————————————————-

Kaynak:

https://www.karar.com/gorusler/yarim-kalmis-bir-hikaye-ve-sermayenin-sosyolojisine-dair-1650207

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen