Distopik bir Netflix dizisi gibi ama değil: Uygur soykırımı

Küresel tedarik zincirinin önemli parçalarından olan Uygur Bölgesi’ndeki köle işçilik merkezleri ve bu merkezlerin nasıl işletildiği de raporda detaylıca tartışıldı. Köle işçilerin emeğinin bedelsiz, sosyal izolasyona tabi bir şekilde sömürülmesi mağdur yakınlarının ifadeleriyle birlikte ortaya konuldu. Çin sınırları dışında kalan Uygurlar ve diğer azınlıkların karşılaştığı Çin devleti kaynaklı baskılar, aileleriyle iletişimlerinin koparılması yahut polis gözetiminde sınırlı olması, Çin’e geri dönmeleri için uğradıkları yaygın tehditler de raporda “Çin Dışında Kalan Uygurlar” başlığı altında etraflıca incelendi. Çin’in geleneksel Uygur aile yapısına yönelik radikal müdahaleleri, her yaştan Uygur, Kazak, Özbek, Kırgız kadının mağduru olduğu kitlesel kısırlaştırma politikası ve uluslararası organ kaçakçılığında Uygur Özerk Bölgesi’nin rolü şahitlerin anlatımlarıyla okuyucuya sunuldu.

*****

Hüseyin Raşit YILMAZ

67: tekrar tekrar sayıyordu ama bir türlü 67, 68 olmuyordu. Hâlbuki aklındaki yüzlerin sayısı çok daha fazlaydı. Ama bir türlü yüzlerle eşleştirmeyi becerebildiği isimlerin sayısı 67’yi geçemiyordu. 67’yi geçemedikçe acı dolu yüzleriyle ona “Sen başka ülke vatandaşısın. Belki buradan çıkabilirsin. Çıkarsan bizi unutma. Bize yapılanları dışardakilere anlat olur mu?” diyen kızlar geliyordu aklına. Meryem, Rabia, Fatma, Hürriyet… Hürriyet’le yalnız bir hafta aynı yerde kalmıştı. 27 yaşındaydı Hürriyet. Küçük bir kızı vardı. Çin’in “sakıncalı ülkeler” listesinde bulunan Türkiye’ye seyahat ettiği için kamptaydı. Sorguya götürdüler bir gün onu. Herkes sorguya gidenlerin başına neler geleceğini bilirdi. Geri getirildiğinde çığlık çığlığaydı. Ağır işkencelerden aklını yitirmişti Hürriyet. Çığlıkları sona ermeyince gece yarısı başına siyah bir torba geçirip götürdüler. Bir hafta sonra kalp hastalığı için doktora götürüldüğünde görmüştü onu en son Gülbahar Hanım. Bir sedyenin üstündeydi, ölmüştü Hürriyet.

Yüzler, isimler… Arzuhan geldi aklına. O da 25 yaşındaydı. Ellerinden tavana asıldığını, zincirle vücudu paramparça olana kadar işkence ettiklerini anlatmıştı. Sonra sana da tecavüz ettiler mi demişti ona. Bu soruya bütün kadınlar hıçkırıklarla ağlayarak, konuşmadan cevap vermişlerdi Gülbahar ne zaman sorsa. Arzuhan’da öyle yaptı. 14 yaşından 80 yaşına kadar istisnasız bütün kadınların bildiği o kara oda geldi aklına. Kampın kamera olmayan ama yatak olan tek odası. Oraya ilk götürüldüğü anı hatırladı. İki Çinli polis kollarından tutmuş üçüncüsü saldırmıştı. Yer değiştirerek tecavüze devam etmişlerdi. Çığlıklarının arasında “Ben sizin anneniz yaşındayım. Anneniz, ablanız yok mu?” diye bağırmıştı 20’li yaşlardaki polislere. Polislerden biri “Sen hayvansın, pisliksin. Anne, abla olamazsın” demişti 4 çocuk annesi, 52 yaşındaki Gülbahar’a. O kara odaya kaç defa götürüldü sayısını hatırlamıyordu. Hatırlayamayacağı kadar çoktu tıpkı kendisine “bizi unutma” diyen kadınlar gibi. Gülzara geldi aklına: Uygur Özerk Bölgesi’nin Aksu şehrinden. Terziydi Gülzara, 36 yaşındaydı. Kara odaya her götürülüp getirildiğinde yüzü dağılmış, kanlar içinde gelirdi koğuşa.

İsimler, yüzler… En çokta o genç kadının ismini hatırlayamadığına üzülüyordu: Doğum yaptığı hastaneden doğrudan kampa getirilen, bebeğinin akıbetini bilmeyen, emziremediği için göğüslerinden akan sütü gözyaşlarına karışan o genç kadın. Sonra ona bir iğne yapmışlardı da sütü kesilmişti. On günde bir iğne olurlar, kanları alınırdı. Ayda iki defa da yuttuklarından emin olmak istedikleri haplar verirlerdi. Bunları niçin verdiklerini bilmiyordu. Bildiği şey: genç kadınlar adet görmezdi, ailelerini unutmamak için kendilerini zorladıklarında bile hatırlamak çok zor oluyordu. Günde bir bardak suyla ve Çinlilerin buharda pişirilen küçük ekmeğiyle nasıl hayatta kalabildiklerine şaşırıyordu.

Kampta bir süre kalan herkes gerçek yaşından çok daha yaşlıydı sanki, herkesin sağlığı çok bozuktu. Yaşlı kadınlar bayılıp 2-3 saat ayılmadıklarında sürüklenerek götürülüyor, çoğu zaman geri dönmüyorlardı. Onlara ne olduğunu biliyordu. Turuncu yelek giydirilip iğneyle öldürülenlere de şahit olmuştu ilk kaldığı yerde. Polisler “sana da turuncu yelek giydireceğiz” diyerek tehdit ederlerdi. Herkes bilirdi. Şimdi uçaktaydı, özgürdü: Uygur Özerk Bölgesi’nin başkenti Urumçi’den vatandaşı olduğu Kazakistan’a gidiyordu. Herkesi hatırlamak istiyordu, isimleri tekrar ediyordu ama 67, 68 olmuyordu.

70 yaşına gelmiş ama bu olanlara benzer şeyler ne görmüş ne de işitmişti Kaliyolla Tursun. Emekli devlet memuruydu. Uygur Özerk Bölgesi’nin Dörtbilcin ilçesinde sakin bir hayat sürüyordu. Emekli olduktan sonra insanların devlet kurumlarına göndermek istedikleri dilekçeleri yazmakla meşgul oluyordu. Karşısında gözü yaşlı oturan kadın Cuma Ağay’ın eşiydi. Cuma’yı tanırdı: köyünde hayvancılıkla uğraşan kendi halinde biriydi, üç çocuğu vardı. Şimdi babasız kalan üç çocuk. Pek çoklarının başına gelen onun da başına gelmiş, kampa götürmüşler Cuma’yı. Bir süre sonra: ölüm haberini vermişler ailesine. Sadece haberini ama. Cenazesini vermemişler. İşte bu Cuma Ağay’ın eşi Reyhan, gözü yaşlı karşısındaydı şimdi. Durumunu anlatan bir dilekçe yazmasını istiyordu Pekin’deki yetkili kurumlara. Yazdı da Cuma’nın durumunu bir dilekçeyle. Bir dilekçe de kendi adına yazdı Pekin’e: genel durumu anlatan. Devletine her zaman bağlı, uyumlu bir vatandaştı Kaliyolla Tursun. Elbette devletine soracaktı: neler oluyor diye. O da öyle yaptı.

10 Mart’ta yazmıştı dilekçeleri. 14 Mart’ta kapılarında polisler belirdi. Kaliyolla’yı götürdü polisler, ertesi gün de iki çocuğunu ve eşini aldılar. Yan yana 3 sorgu odasında: 70 yaşındaki Kaliyolla, eşi ve çocukları. Kaliyolla’nın işkence odasında yankılanan bağırışlarını duydular. Sonra sesi kesildi; bayılmıştı. Kaliyolla’nın eşi de işkenceden bayılıp ayılmayınca hastaneye götürüldü. Hastaneden sonra da kampa. 11 ay kampta kaldıktan sonra bırakıldı Kaliyolla’nın eşi ve çocukları. Artık ev hapsindeydiler. O zaman öğrendiler Kaliyolla’nın 20 yıl hapis cezasına mahkûm edildiğini. Ailesi Kaliyolla’yı ilk ziyaret edebildiklerinde onu elleri ve ayakları zincirlenmiş ve hayli çökmüş gördüler. Yanında iki polis duruyordu, sarılmak ve ağlamak kesinlikle yasaktı. Bin bir güçlükle gerçekleşen ikinci ziyarette ise ellerindeki ve ayaklarındaki kelepçeler çıkarılmıştı Kaliyolla’nın: bilinci yerinde değildi, felç olmuştu. Kaliyolla’nın müzisyen bir oğlu vardı Çin’in dışında. O da ailesiyle iletişimi birden kesilen ve sosyal medyada “ailem nerede” diye sesini yükseltmeye başlayan on binlerce insandan biriydi. Annesine ve kardeşlerine artık klasik hale gelen propaganda videolarından birini çekmeleri için yaptıkları baskıyı arttırmıştı Çinli polisler. Bir video: “Devletimiz bize çok iyi davranıyor. Çok mutluyuz. Oğlumuz yalan söylüyor.” Dedikleri bir video. Çekmediler videoyu. Ailelerinin özgür olan tek üyesinin sesinin çıkmasını yaşama şansları olarak gördükleri için. Son konuşmada öyle demişti annesi oğluna: Bizim kaderimiz senin elinde, sakın vazgeçme! 18 Ağustos 2020’de kayboldular. Belki kamplara, belki hapishaneye götürüldüler. Belki de başka bir şey.

70’ini geçmiş, devletine bağlı, uyumlu bir vatandaştı Kaliyolla Tursun. Ve bu yaşına kadar böyle bir şey ne görmüştü ne de işitmişti. Çin’in dışındaki oğlu çok sonra duydu öldüğünü. Tam olarak ne zaman, nasıl öğrenemedi. Yakınlarına teslim etmemişlerdi Kaliyolla’nın cansız bedenini. Bir tek bunu öğrenebildi oğlu.

Yukarıda anlatılanlar distopik bir Netflix yapımından değil. Özel bir çalışma kapsamında yüzlercesini dinlediğimiz yaşanmışlıklardan. 14 Aralık tarihinde Sn. Meral Akşener’in açılış konuşmasını yaptığı bir lansmanla tanıtılan İyi Parti Çin Uygur Özerk Bölgesi İnsan Hakları Raporu’ndan bahsediyorum. Çalışmanın odağını Şubat – Haziran 2021 tarihleri arasında, bir kısmı doğrudan toplama kampları mağduru olan 53 kişiyle gerçekleştirdiğimiz yüz yüze ve online mülakatlar oluşturdu. Mülakat yapılan şahitler 12 ülkede (ABD, Almanya, Avustralya, Bahreyn, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İngiltere, Kazakistan, Norveç, Türkiye ) meskûn. Raporun giriş kısmında Çin’in bölgede ne yaptığı ve ne amaçladığı üzerinde durduk, Çin’in Uygur Özerk Bölgesi’ni güvenlikleştirmesi, 11 Eylül saldırılarına uzanan bir yakın geçmiş incelemesiyle değerlendirildi. Çin Komünist Partisi’nin küresel terör endişesini dini ve etnik farklılıkları ortadan kaldırmak için nasıl manipüle ettiği ve bu durumun Uygurlar başta olmak üzere etnik ve dini azınlıklar üzerinde nasıl telafisi mümkün olmayan yıkımlara yol açtığı irdelendi. Özellikle 2009 sonrası temel hak ve özgürlüklerin hızla gerilemesi ve anadilde eğitim, inanç hürriyeti gibi temel insani hakların bütünüyle yok edilmesi şahitlerin tanıklıklarıyla raporda yer aldı.

Raporda, 2014-2016 yıllarında ilk örnekleri ortaya çıkan ve 2016 sonrası kitlesel göz altılarla yaygınlaşan toplama kampları, söz konusu kamplarda tecrit edilen mağdurların ve yakınlarının yaşadıklarıyla kapsamlı bir biçimde incelendi. Toplama kamplarının II. Dünya Savaşı sonrası görülmeyen ölçüde ağır fiziki şartları, işkence ve cinsel şiddet örnekleri de bizzat şahitlerin beyanlarıyla raporda yer aldı. Raporda ebeveynleri toplama kamplarında olduğu için Çin devletinin “el koyduğu” çocukların tutulduğu kamplara da ayrı bir bölüm ayrıldı. Bu kamplarda tutulan çocuklar kültürel miraslarından bütünüyle mahrum bir şekilde, uzak- yakın aile üyeleriyle iletişimden yoksun olarak “Çinlileştirme” programına tabi tutuluyorlar.

Küresel tedarik zincirinin önemli parçalarından olan Uygur Bölgesi’ndeki köle işçilik merkezleri ve bu merkezlerin nasıl işletildiği de raporda detaylıca tartışıldı. Köle işçilerin emeğinin bedelsiz, sosyal izolasyona tabi bir şekilde sömürülmesi mağdur yakınlarının ifadeleriyle birlikte ortaya konuldu. Çin sınırları dışında kalan Uygurlar ve diğer azınlıkların karşılaştığı Çin devleti kaynaklı baskılar, aileleriyle iletişimlerinin koparılması yahut polis gözetiminde sınırlı olması, Çin’e geri dönmeleri için uğradıkları yaygın tehditler de raporda “Çin Dışında Kalan Uygurlar” başlığı altında etraflıca incelendi. Çin’in geleneksel Uygur aile yapısına yönelik radikal müdahaleleri, her yaştan Uygur, Kazak, Özbek, Kırgız kadının mağduru olduğu kitlesel kısırlaştırma politikası ve uluslararası organ kaçakçılığında Uygur Özerk Bölgesi’nin rolü şahitlerin anlatımlarıyla okuyucuya sunuldu.

Uygur bölgesinde yaşananlardan Çinlilerin haberdar olup olmadıkları konusu ayrı bir başlıkta inceledik. Çünkü bu konu, aynı zamanda Çin’deki otoriter tek parti rejiminin kendi vatandaşlarını mahrum bıraktığı pek çok temel haklardan biri olan “haber alma” özgürlüğüyle yakından ilgiliydi. Raporun, uluslararası hukuk çerçevesinde kampları ele alan son bölümü, çalışma esnasında görüşülen 53 kişi arasında doğrudan kamp mağduru olan 6’sının beyanlarına dayanıyor. Bu beyanlarda oldukça ayrıntılı bir şekilde anlatılan işkenceler ve mağdurların şahsi tanıklıkları, uluslararası hukukta yer alan “soykırım” suçlaması bakımından hukuki bir zeminde incelendi.
Çin Uygur Özerk Bölgesi İnsan Hakları Raporu, Çince, İngilizce, Türkçe ve Uygurca olmak üzere 4 dilde hazırlandı. Dünyada Uygur toplama kamplarıyla ilgili en kapsamlı ikinci, İslam dünyasında ise en kapsamlı rapor olma özelliği taşıyor. Rapora uyghurreport.com adresinden ulaşabilirsiniz.

————————————————-

Kaynak:

https://www.karar.com/gorusler/distopik-bir-netflix-dizisi-gibi-ama-degil-uygur-soykirimi-1661055

 

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen