Evrim, felsefe ve din

Din, bilgi edinme anlayışında kendini vahye dayandırırken, bilim deney ve gözleme odaklanmaktadır. Bilimde betimlemeye ve açıklamaya odaklı neden ve nasıl sorularına yönelinirken, dinde tanrısal hikmete ve ereksel açıklamaya dönük niçin sorusuna yönelinmektedir. Bilimde olguları açıklamaya ek olarak, onları insan yararına sunma ereklenirken, dinde insanı Tanrı’ya yöneltmek ve onu ahlaki açıdan aşkınlaştırmak hedeflenmektedir.

*****

Prof.Dr. Hasan AYDIN 

Evrim karşıtlarının üzerinde en çok durduğu argüman, evrimin tüm dinsel geleneklerle çeliştiği, bu yüzden doğru olamayacağıdır. Argüman, bir alanda dinsel bir tez var ise o alanda akılsal ve bilimsel tezlere yer olmadığını iddia etmektedir. Öyle ya, evreni ve insanı yaratan Tanrı’nın gönderdiği kutsal kitaplar karşısında, aklın ve bilimin ne türden bir epistemik üstünlüğü olabilir? Kutsal kitaplar evrenin Tanrı tarafından yaratıldığını söylediğine göre, sorunun bilimsel tartışmaya açık bir yanı bulunmamaktadır. Bu haliyle argümanın, felsefi olarak söylersek, dogmatik bir temele geriye gittiği, savı kanıt saydığı açıktır. Çünkü argüman, Tanrı’nın varlığı, kutsal kitapların tanrısal kaynaklı olduğu, Tanrı’nın konuştuğu gibi kanıtlanması olanaklı olmayan birtakım ön kabullere dayanmaktadır.

Bu bakımdan argümanın geçerli olması için bu kabullerin sınanabilir bir temelde gerekçelendirilmeleri gerekir, ancak bu, sondamız fazla kısa olduğu ya da konu deney ve tecrübemizin ötesine uzandığı için olası değildir. Argümanın dayanaklarını, kabul ya da iman olarak görmekten başka çare yoktur. Öte yandan, kendisini Tanrı’ya dayandıran pek çok kutsal metin vardır ve bunlar da birbirinden az çok farklılaşan söylemlere yer vermektedir. Ayrıca o söylemlerin de birbirinden farklı birçok yorumları bulunmaktadır. Bu yorumlardan hangisi esas alınacaktır? Yorumların, insani bir çabaya dayandıklarına göre, tanrısal kabul edilmeleri sorunlu değil midir? Tüm bu felsefi sorunları bir kenara bırakıp kutsal kitaplardaki ortak ana temalardan yola çıkarak şunu söylemek olasıdır:

Sümerlerden itibaren kutsal kitaplarda, evrenin ve insanın kökeniyle ilgili, ifade tarzlarında farklılıklar olsa da, ortak bir tema olarak yaratılışçı bir bakış açısı ortaya konulur. Bu yaratılışçı söylemelere bakıldığında, iki husus ön plana çıkar: İlki erekselcilik (teleoloji), ikincisi insanbiçimciliktir (antropomorfizm). Erekselciliğe göre, Tanrı evreni boşuna ve abes olarak yaratmamıştır; her şeyin bir amacı, gayesi vardır. Öte yandan her şeyi, insan için var etmiştir. Bu durumda, söz konusu argümanın kutsal kitaplarda erekselci bir tarzda ortaya konan evrene ilişkin kimi yaratılışçı söylemleri bilimsel verilere karşıt bir biçimde konumlandırdığını söylemek olasıdır.

Buna göre, “evreni Tanrı yarattı” savı ile “evren ve evrendeki varlıklar evrimsel bir süreç sonunda oluştu” savı karşıt savlardır. Peki, bu savlar evrenin nasıl ve hangi süreçlerle varolduğunu açıklamakta mıdır? Aslında dinlerin, insanbiçimci bir dille ileri sürdükleri, “evreni Tanrı yarattı” savları, günlük dilde “masayı Mehmet yaptı” söylemine benzemektedir. Buradaki örneğimize yoktan yaratma (ex nihilo) savıyla karşı çıkılabilir; ancak tek-tanrılı dinlerin kutsal kitaplarında çoğunlukla yoktan değil, bir şeyden, topraktan, dumandan, ateşten, sudan vb. yaratma dile getirilmektedir. Kaldı ki yoktan yaratma anlayışı kabul edilse bile, insan zihni için saltık (mutlak) yokluğu kavramak imkânsızdır; insan ancak göreli yokluğu kavrayabilir. Bu nedenle yoktan yaratmayı kabul etsek bile sonuç değişmemektedir.

Öte yandan, yoktan yaratma anlayışı kabul edilse bile, yokun bir şey olup olmadığını tartışabilir –ki bu teolojik düşünce içerisinde de tartışılmıştır- yoktan yaratmanın “varlık nasıl oluştu?”, “nasıl ve hangi süreçlerle meydana geldi ve geliyor?” sorusunu açıklamadığı ileri sürülebilir. Örneğimize geri dönersek kuşkusuz “Mehmet masayı yaptı” sözü masanın nasıl yapıldığını açıklamamaktadır. Tıpkı bunun gibi kutsal kitaplarda yer alan, “Tanrı evreni yarattı” ya da “Tanrı evreni yoktan yarattı”, “Tanrı evreni altı günde yarattı”, “Tanrı insanı çamurdan yarattı, elleriyle tesviye etti”, “Tanrı insanı merhaleler halinde yarattı”, “gökleri elleriyle bina etti” deyişleri de evrenin nasıl yaratıldığını, hangi süreçlerle var edildiğini, sürecin nasıl işlediğini açıklamamaktadır.

Açılamalarda yer alması beklenen doğal nedensel süreçlere yer vermemektedir. Zaten açıklaması da beklenemez; çünkü tanrısal kudrete gönderme yapan dinsel içerikli metinlerin böyle bir iddiası yoktur. Dinsel metinlerin tek hedefi, Tanrı’nın büyüklüğünü ve kudretini vurgulamak ve tanrısal buyruklara sorgusuz itaati sağlamaktır. Ayrıca Tanrı’nın şeyleri yoktan var etmesi ya da dumandan, topraktan, ateşten vb. var etmesi, şeyleri farklı maddelerden yapması, türlerin sabit ve değişmez olduğuna da kanıt olarak sunulamaz. Kutsal metinler amaçları doğrultusunda, yaratılışa makro düzeyde bakmaktadır; mikro düzeyde neler olduğuna dair hiçbir şey söylememektedir. Bu durum, açıkçası türleşmenin bulunmadığının kanıtı olarak kullanılmaz. Öte yandan, Tanrı’nın bir şeyi yarattığını dile getiren bir deyişin olgusal durumları açıklamadığını ve pratik yaşamda karşılaşılan sorunları çözmede dahi etkili olmadığını söylemek gerekir. Sözgelimi “Tanrı kanseri yarattı” önermesi, ne kanserli hücrenin hangi koşullarda ortaya çıktığını ne nasıl evrildiğini ne de nasıl tedavi edileceğini göstermektedir. Aynı durumu, “tüm tarihi süreçleri Tanrı yarattı” ifadesi için de ileri sürebiliriz.

Bir tarihçinin, bütün insanlık tarihini bu önermeyle açıklamaya çalışması ve doğal-tarihsel nedensel süreçleri görmezden gelmesi ne kadar saçma ise, “Tanrı her şeyi yarattı” deyip, süreçleri anlamaya çalışanları engellemek de bir o kadar saçma olsa gerekir. Oysa bilim insanları evreni kimin yaptığını değil, evrenin nasıl olduğunu, nasıl meydana geldiğini, türlerin nasıl oluştuğunu anlamaya çalışmaktadır. Bu nedenle, sözgelimi astrofizikçiler, bigbang ile evrenin nasıl oluştuğunu, biyologlar ve evrim biyologları ise evrim teorisi, doğal ayıklanma, mutasyon, genetik sürüklenme gibi kavram ve süreçlerle türleşmeyi açıklamaya çalışmaktadır.

Öte yandan, kutsal metinler, oluştuğu dönemin sosyokültürel koşullarından bağımsız olmadığı gibi, insanların yorumlarından bağımsız bir din de bulunmamaktadır. Kutsal metinler, bizim dışımızda orada bulunsalar da onu anlamaya yönelen insanların kültürleri, bilişsel yetileri, içinde yaşadıkları sosyokültürel koşullar, özlemleri, istemleri vb. bu anlama etkinliğine şu ya da bu şekilde etki eder. Bu dinsel metinlere yönelik, gerçeğe daha yakın, gerekçeli, nesnel yorumlarının olmayacağı anlamına gelmez; ancak metnin olduğu yerde her daim yorum devrededir. Bu durumu, aynı dinin içinde doğmuş, aynı kutsal metni referans aldıkları halde mezhepler ve çeşitli akımlar arasındaki kırılmalar, farklılaşmalar ve tartışmalar da desteklemektedir. Bu açıdan, dinlerin değil de dinsel algıların, yorumların ve bu algılar ve yorumların kurumsallaşmış ve siyasallaşmış biçimlerinin bilimsel bilgi üretimindeki rolü üzerinde durmak daha doğru görünmektedir.

Kanımca, öznelleşmiş bir din algısının, din ile bilimi, din ile evrimi ayırma becerisi gösterilmişse, bilim üzerinde olumsuz bir etkisinden söz etmek çok doğru olmasa gerektir. Çünkü bu yorumda ve algıda, din ile bilimin konusu, yöntemi ve amacı birbirinden tamamıyla ayrılabilir ve iki etkinlik farklı kategorilere yerleştirilebilir. Buna göre bilim, maddi düzlemde, deney ve gözlemlerden yola çıkarak dünyayı açıklama ve insan yararına dönüştürme çabasıdır. Birtakım inançlar, ahlak kuralları ve ibadetler (tapınma biçimleri, ritüeller) içeren din ise özünde, insan yaşamını, insanın içinde bulunduğu evrenle belli ölçüde doyurucu ve anlamlı bir ilişkiye sokma çabası ve insansal işlerin yürütülmesinde bilgelik sağlama girişimi olarak karşımıza çıkar.

Din, bilgi edinme anlayışında kendini vahye dayandırırken, bilim deney ve gözleme odaklanmaktadır. Bilimde betimlemeye ve açıklamaya odaklı neden ve nasıl sorularına yönelinirken, dinde tanrısal hikmete ve ereksel açıklamaya dönük niçin sorusuna yönelinmektedir. Bilimde olguları açıklamaya ek olarak, onları insan yararına sunma ereklenirken, dinde insanı Tanrı’ya yöneltmek ve onu ahlaki açıdan aşkınlaştırmak hedeflenmektedir.

Öte yandan bilim ile nesneler dünyası üzerinde gücümüz artırılırken, dinde yalnızlık, umut, korku, yalıtılmışlık, yetersizlik, kırılganlık gibi psikolojik gereksinimlerimize yanıt verilmeye odaklanılmaktadır. Dinin metafizik savları sınanabilir değilken, bilimin savlarının doğruluk ve yanlışlıkları sınanabilir. Kaldı ki din, son çözümlemede, Tanrı’yla iletişim kurduğuna inanılan bir ya da birkaç kişinin haberlerine dayanmaktadır. Daha açık bir deyişle söylersek, tüm dinler, kendisini ortaya koyan peygamberin, “Ben bunları Tanrı’dan aldım” sözlerine dayanmaktadır. Temelde böylesi bir sav hiçbir sınanabilirlik niteliği taşımamakta, onu kabul öznel-duygusal bir inanca bağlı kalmaktadır. Bu yüzden dinlerde peygamberlerin güvenilirlik niteliği sıklıkla vurgulanır. Ancak hayatının büyük bir bölümünü güvenilir ve doğru olarak geçirmiş birisinin, belli bir zamandan sonra bu niteliğini yitirmeyeceğine mantıksal açıdan kimse güvenemez. Öte yandan, her metin gibi, dini metinler de tarihsel koşulludur. Dinsel metinlerin, tanrısal temele geri götürülmeleri, bağlamsallığını ve tarihselliğini ortadan kaldırmamaktadır. Çünkü kutsal kitaplarda, dil ve dilsel kalıplar içinde belli bir kitleye seslenilir. Bu durum, seslenilen ilk kitlenin dili, bilişi ve kültürünün devrede olduğu anlamına gelir. Zaman ve mekân içinde olana, zamansız ve mekânsız, yani mutlak şeylerin iletilemeyeceği ortadadır.

Dinsel metinlere dikkatli bir gözle bakıldığında, onların, belli bir zaman diliminde, belli bir sosyokültürel bağlamda oluştuğu, sosyokültürel bağlamın ve olgu-dil-kültür diyalektiğinin onun içeriğini belirlediği, kullandığı dilin tarihsel bir dil olduğu, oluştuğu dönemdeki kozmolojik anlayışın etkisini taşıdığı, amacının Tanrı’nın ululuğunu vurgulamak ve ona boyun eğdirmek olduğu, ahlakiliği temel aldığı, erekselci bir anlayışı savunduğu, doğal neden-sonuç ilişkisi yerine Tanrı’yı neden olarak ileri sürdüğü, insana ve evrene ilişkin söylediği şeylerin tarihsel olduğu ve eski uygarlıklarda izlerinin sürülebileceği aşikârdır. Ayrıca bu metinlerin, sık sık, öykü, metafor, mecaz ve teşbihlere başvurduğu; hatta Tanrı’yı bile anlatırken insanbiçimci deyişlere yer verdiği görülür.

Teologların, geçmişten günümüze bunların tevilleriyle uğraştığını biliyoruz. Tanrı’nın Adem’i iki eliyle var ettiğini; gökleri elleriyle bina ettiğini belirten söylemleri, gerçek olarak mı, yoksa mecaz olarak mı alacağız? Tanrı’nın eli ya da elleri yoktur deyip mecaz olarak alacaksak, bu mecazlaştırmayı hangi noktada sonlandıracağız? Yine evreni, varoluşu açıklarken, bir yandan “Ol der oluverir”, “Işık olsun dedi ve ışık oldu” ile “altı günde yaratmayı” nasıl uzlaştıracağız? Evren yaratılmadan zaman olmadığı söylenmesine karşın, Tanrı’nın evreni zamanda var ettiğini söyleyen bu ifadeleri nasıl bağdaştıracağız? Yani dinsel metnin kendi içindeki sorunları nasıl çözeceğiz? Dinin kendi içindeki sorunsalları bir kenara bırakıp, çevirtilerle, tevillerle onları bilime uydurmaya çalışmak ya da bilimin alternatifi olarak konumlandırmak, dini bir başka sorunlu alana dâhil etmek değil midir? Bunda dine ve bilime bir yarar görülebilir mi?

—————————————–

Kaynak:

https://www.gazetedurum.com.tr/yazar/Hasan-Aydin/evrim–felsefe-ve-din-16530

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen