Lizbon’dan Maraş’a; “aydınlanma” sırası bizde (mi?)

1 Kasım 1755’te kutsal Azizler Gününde Lizbon’da meydana gelen deprem Voltaire’e bir uzun şiirle o günden bugüne hep güncelliğini muhafaza etmiş olan meşhur “Candide” romanını ile Rousseau’ya “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” ve “Toplum Sözleşmesi” kitaplarını yazdırmakla kalmadı, o zamana kadar siyasi ve dünyevi işlerin merkezinde olan dini “dünyevi tartışma alanının” dışına çıkardı; Avrupa’da “Aydınlanma Hareketi”nin başlamasına vesile oldu. Deprem ilahi ceza değil doğal bir felakettir fikrine varılmasına yol açtı. Böylece yerbilim, yani jeolojinin önü açıldı. Bu deprem, tarihin gördüğü ilk “modern felaket” olarak kabul edildi. Devlet ilk defa sorumluluğu üstlendi. O zamana kadar büyük bir sömürgeci imparatorluk olan Portekiz imparatorluğu temellerinden sarsıldı, sömürgeler üzerindeki tahakkümünü o günden itibaren kaybetmeye başladı.

*****

Muhsin KIZILKAYA

Bundan tam 268 yıl önce, 1 Kasım 1755’te, sabah saat 09.40’ta; Hıristiyanlıkta bilinen ve bilinmeyen tüm azizlerin anıldığı kutsal günde, “Azizler Yortusu”nda, bugünkü Portekiz’in başkenti Lizbon’da 9 büyüklüğünde bir deprem meydana geldi. Voltaire’in deyimiyle, o gün “yeraltı şimşekleri yutuverdi Lizbon’u” her şeyiyle.

İstanbul’da bile hissedilen deprem kiliseleri, sarayları, köşkleri, kütüphaneleri, hastaneleri, evleri, her şeyi yıktı. Şehir yerle yeksan oldu. Yangın çıktı, her yer yandı; yetmedi arkasından tsunami vurdu, bu kez geride kalanları su yuttu. 60 binle 100 bin arası insan öldü. Şehirdeki binaların yüzde 85’i yıkıldı. Tuhaflığa bakın ki deprem sadece Lizbon genelevine zarar vermedi.

O gün Avrupa’da sadece büyük bir gürültüyle yer kırılmadı, onunla birlikte asıl kırılma fikri planda yaşandı. O tarihe kadar her konuda kilisenin görüşü önemliydi. Yani din ne diyorsa oydu. Kiliseye göre o tarihlerde misal depremler “ilahi takdirin” sonucuydu, Tanrı depremler yoluyla “ilahi adaleti” sağlıyor, günahkâr insanlardan “intikamını” alıyordu. Bu yolla doğru yoldan sapmış olan sapkınların üzerine gazabını yağdırıyordu.

Ama gelin görün ki Lizbon’da Tanrı günah ve şer yuvaları olan genelevlere dokunmamış, tam da Azizler Gününde kiliselerde toplanmış ibadet eden masum dindarların üzerine kutsal mekânı yıkmıştı.

Bu ne işti?

***

İlk sözü alanlardan birisi asıl adı François Marie Arouet olan “Voltaire” müstear adıyla bildiğimiz Fransız filozof oldu. Aydınlanma hareketinin yıldızı olarak bilinir Voltaire. Onun için 18. yüzyıl aydınlarının özeti demek de mümkün. Hepsinin savunduğu değerler sanki onun kitaplarında toplanmış gibi. Özgürlükçüdür, zulme karşıdır, aklın yoldaşıdır. Fransız devriminde onun da payı var, getirdiği bütün öneriler somuttur. Keyfi tutuklamalara karşıdır, işkenceye ve ölüm cezalarına da… Cezanın suçla orantılı olmasını savunur, onun için düşünce ve vicdan özgürlüğü esastır.

Lizbon depremi olduğunda Voltaire o zamanlar için ihtiyar sayılan 61 yaşındaydı. Filozof iyice kötümserleşmişti. Zelzeleden hemen sonra; Alman filozof Leibniz’in, “Tanrı her şeyi bilir, en güçlü olan odur, dolayısıyla kusursuz bir dünya yaratmıştır, bu kusursuz dünya en dengeli ve en iyisidir, o her zaman en iyisini seçer” diye kabaca özetlenebilecek fikri ile yine “Tanrı her şeyi görür, o zalim değildir, var olan her şey iyidir,” diye özetlenebilecek İngiliz şair Alexander Pope’un fikirlerini çürütecek bir argüman gördü hadisede. Voltaire’in çağında yaygın kabul gören felsefi iyimserliğin arkasında Pope ve Leibniz’in düşünceleri önemli bir yer tutmaktaydı çünkü. Ancak Lizbon depreminin artçı şokları bu iyimserlik üzerinde de etkisini gösterdi ve bunların sorgulanmasına yol açtı. Voltaire oturdu, meşhur “Lizbon Felaketi Üzerine Poem”ini yazdı. Çok uzun bir şiirdir Voltaire’in bu şiiri ki şöyle başlar:

“Ah talihsiz ölümlüler!

Ah şu acınası yer!

Ah korku içinde yaşayan tüm ölümlüler!

Faydasız acıların ebediyen sürüp giden!

Ve hatalı filozoflar, haykırarak, ‘her şey iyidir’ diyen,

Haydi, gelin de dikkatle seyredin bu korkunç yıkıntıları,

Küllerini şu talihsizin, şu döküntüleri, şu kalıntıları,

Birbirinin üstüne yığılmış şu kadınları ve çocukları,

Parça parça mermerler altındaki şu dağılmış uzuvları.

Görün parçalayıp yuttuğu şu yüzbinlerce zavallıyı yeryüzünün!

Kanlar içinde, parçalanmış ama hâlâ da kalbi çarpan,

Çatıların altına gömülü ve teselli bulmadan göçüp gidenleri

Korkunç acılar içinde tüketen içler acısı günlerini!

Nefesleri tükenirken o zar zor çıkan haykırışlarına,

Ve şu tüten küllerin korkunç görüntüsüne,

Diyebilir misiniz (…) Tanrı öcünü aldı?’

Bu çocuklar hangi suçu, hangi hatayı işlemiş,

Şu zavallılar kan içinde annesinin göğsünde ezilmiş?

Daha çok mu batmıştı ahlaksızlığa, şimdi yok olmuş Lizbon,

Sefahat içinde yaşayan Londra’dan, Paris’ten?

Lizbon yerle bir şimdi, oysa Paris’te dans ediyorlar.

(…)

İnanın bana, yeryüzü yutmak için açtığında ağzını,

Masumdur şikâyetim, çığlıklarım da haklı.

(…)

Gidin de soruşturun Tejo kıyılarından;

Eşeleyin enkazı tamamı kaplanmış kandan;

Sorun bir ölenlere bu korku yerinde:

Kibir miydi bağıran,

‘Ey Tanrım bana yardım et! diye,

Acıyın şu insanın sefaletine, ey Tanrı!’

Ama ‘her şey iyidir’ diyorsunuz ve ‘her şey gerekli’

Nasıl yani?

Daha mı kötüydü tüm evren,

Bu cehennem çukuru Lizbon’u yutmadan?”

Şiir böyle uzar gider. Voltaire elinde kalem dikildi metafizikçilerin karşısına. Ona göre dünyanın her yerinde kötülük kol geziyor. Suçlu suçsuz demeden herkesi kasıp kavuruyor. Şair diliyle söyledi bu kez her şeyi. Ukalalık zamanı değildir. Onunki bir insanın isyanıdır. Sordu, “Bütün bu kötülüklerin mecburiyeti kabul edilebilir bir şey midir? Edilirse eğer Tanrı iyilikle kötülüğü eşit dağıtmak zorunda değil mi?” Şiirin bir yerinde bu soruyu, “Tanrı’ya saygı duyuyorum, ama evreni de seviyorum” dizesiyle cevap verdi.

Şiir, yine uzun bir alıntıyla şöyle biter:

“Geçmiş bizim için yalnız hüzünlü bir anı;

Ama korkunçtur, bir gelecek yoksa eğer, şimdi,

Çürütüyorsa düşünen varlığı, mezarın karanlığı.

Umudumuzdur, bir gün olacak her şey iyi;

Ama her şey pekiyi bugün, işte bir yanılsama.

Bilgeler aldattı beni ve Tanrı haklı yalnızca.

Istırabımda boyun eğmişim, iç çekişim alçakgönüllü,

Ama hiç kınamam her-şeye-kadir Tanrı’yı.

Daha az kasvetli bir tonla, ben de söylerdim bir zamanlar,

Zarif hazlar ve baştan çıkarıcı yasalara dair şarkılar:

Fakat öğretti yaşlılık, gösterdi başka adetleri, çağları,

Zayıflığı paylaşan yolunu şaşırmış ruhları,

Anlamaya çabalarken bir gece, böyle koyu karanlık,

Tüm bildiğim acılarım, homurdanma yok artık.

Bir zamanlar bir halife, son nefesini verirken,

Şöyle dedi taptığı Tanrı’ya, bir dua kabilinden:

‘Ey tek ve sonsuz kral, getiriyorum sana,

Senin enginliğinde bulunmayan her şeyi,

Getiriyorum kusurları, pişmanlıkları, kötülükleri ve bilgisizliği’.

Aslında umudu da ekleyebilirdi bunlara.”


(Voltaire, “Lizbon Felaketi Üzerine Şiir”den, Çev. M. Topuz, A. S. Tümkaya)


***

Voltaire depremden bir ay sonra yazdığı şiirini 1756 yılının başlarında yayınladı. Şiirin bir kopyasını da Jean-Jacques Rousseau’ya gönderdi. Filozof şiiri hiç beğenmedi. O senenin yaz aylarında şiiri oldukça sert bir dille eleştirdiği bir mektubu bir arkadaşı vasıtasıyla Voltaire’e gönderdi. İki filozof o zamana kadar hiç görüşmemiş ama birbirini biliyorlardı. Öteden beri entelektüel bir “husumet” vardı ikisinin arasında. Rousseau’nun mektup çok sertti.

Rousseau, “Tanrı Üstüne Mektubu” veya bazılarının da kısaca “İnayet Mektubu” olarak adlandırdığı mektubunda Voltaire’in şiirinde dile getirdiği fikirlere şiddetle karşı çıktı. Ona göre şiir “insana layık etkiler yaratmıyor”du. Şiirde, Pope ve Leibniz’i kötülüğü küçümsemekle eleştirirken, şairin kendisi, “kötülüklerin varlığını” abartıyor, bu yüzden insanlığa sükûnet ve telkin yerine “endişe” veriyordu. Oysa Voltaire’in eleştirdiği diğer filozoflar insanlara “iyimserlik” ve “teselli” veriyorlar.

Ona göre bu şiir “tanrısal inayete karşı yazılmış” bir şiirdi. Voltaire mevcut kötülüğü gereğinden fazla abartmıştı. Oysa deprem gibi fiziksel kötülük, fiziksel şartlardan doğar, Tanrının bu işle bir ilgisi yoktur. Hem depremde ölenlerin, yaşasalardı ölümden daha rahat bir hayat sürdürebileceklerinin garantisi var mıydı? Filozofa göre özellikle ölüm beklentisinin yarattığı kaygı, avukat ve varislerin bunaltıcı soruları, doktorların yavaş yavaş öldürmeleri ve rahiplerin ölümün tadını ustaca çıkarmaya yardımcı olmalarıyla karşılaştırıldığında depremde ölmek belki de evladır. “Doğanın insana verdiği kötülüklerle kıyaslayınca insanın doğaya ve diğer insanlara verdiği kötülükler daha fazladır”. Tanrıya olan inancını kaybetmemiş olan filozof mektubunda şunları yazdı:

“Eğer Tanrı varsa, kusursuzdur; eğer kusursuzsa, bilge, güçlü ve adildir; eğer bilge ve güçlüyse, her şey iyidir; eğer adil ve güçlüyse ruhum ölümsüzdür; eğer ruhum ölümsüzse, yaşamımın otuz yılı benim için hiçbir şeydir ve belki de bu yıllar evrenin korunması için gereklidir. Eğer ilk önermeyi (Tanrı’nın var olduğunu) kabul ediyorsam, bunu izleyen önermeler hiçbir zaman sarsılmayacaktır; eğer reddedersem, onun sonuçları hakkında tartışmanın hiçbir anlamı yoktur.”

Mektubunda metafizik tartışmasının kimi zaman zenginle fakir arasındaki zıtlığa dönüştüğünü anlattı ve şöyle devam etti:

“Hayır, bir başkasını beklemeyecek kadar acı çektim bu dünyada. Metafiziğin bütün ince oyunları ve ukalalıkları, ruhun ölmezliğinden ve iyiliksever bir Tanrı’nın varlığından -bir an olsun- kuşkuya götüremez beni. Duyuyorum onu, inanıyorum ona, istiyorum, umuyorum… Zafere doymuş ve boş büyüklüklerle şımartmış olan siz, bir bolluğun ortasında istediğiniz gibi yaşıyorsunuz. Öyle de olsa, yeryüzünde sadece kötülük buluyorsunuz. Ya ben? Kimsenin tanımadığı, silik, yoksul, dermansız bir dertle perişan bir insan olarak ben çekildiğim köşemde zevkle düşünüyor ve her şeyin iyi ve yolunda gittiğini görüyorum. Nerden geliyor bu açık zıtlıklar? Bizzat kendiniz açıkladınız onları: Siz yararlanıyorsunuz, ben umuyorum ve her şeyi yumuşatıp yatıştırıyor bu umut, her şeye bir tatlılık getiriyor.”

***

Voltaire, hastalığını bahane ederek Rousseau’ya cevap yazmadı. Onun yerine bir roman kurgulamaya başladı kafasında. 1759 yılında bitirip yayınladığı romanına “Candide ya da İyimserlik” adını verdi. (Candide, Fransızcada “Kandit” diye okunur ve kelime temiz yürekli, saf kişi anlamına gelir.)

Bu roman; onu Türkçeye çevirmiş olan Server Tanilli’nin deyimiyle “Tanrı’ya karşı amansız bir iddianame” olduğu gibi Rousseau’nun mektubuna da bir cevaptır. Rousseau da onu mektubuna cevap olarak okur ve bu romandan pek incinir, hatta yara alır.

Voltaire göre madem “kötülüğün kökeni ve anlamını” arıyorsunuz, o halde hodri meydan! Yeryüzünde kötülükten bol ne? Kâinat kötülük dolu… Romanın her bölümünde “kötülüğün yeni bir biçimiyle” karşılaşırız. Hesapta olmayan kötülükler mi ararsınız, deniz kazaları mı, depremler mi, insanlardan gelen kötülükleri mi, onların şiddetinden kaynaklananları mı, savaşları mı, işkenceleri mi, bağnazlıkları mı, kölelikleri mi, işgalleri mi, hileleri mi, talanları mı, düzenbazlıkları mı, üçkâğıtçılıkları mı? Dünyanın her yerinde yığınla kötülük var; kötülüklerden kötülük beğen.

Bunlar öylesine kötülüklerdir ki, metafizikçiler sabahtan akşama kadar yıllar yılı tartışsa sonu getiremezler.

Voltaire kahramanı Candide’i ve ona eşlik eden romanın diğer kahramanları Pangloss, Martin, Cacambo’ya bütün dünyayı dolaştırır, insanın çektiği bütün acılara şahit eder onları, bin bir kötülük çıkarır yollarına. Bu kötülüklerin tümü hayattan çıkmış kötülüklerdir, hepsinin müsebbibi düzendir.

Romanında Voltaire, yeryüzündeki düzensizliği düzeltmeyi Tanrı’ya değil insanlara bırakır. Her şey elimizde. Mutluluk elimizde. Bunun yolu da sanatın, ticaretin, sanayinin gelişmesinden, insanlar arasında hoşgörüyü, adaleti, özgürlüğü egemen kılmaktan geçer.

***

Kitabının sonunda Candide İstanbul’a gelir. Hayatın anlamını bu şehirde bulur. Bunu İstanbul’da karşılaştığı bir dervişle, bahçıvanlık yapan bir köylüden öğrenir.

Candide dervişe, insanın yaradılışı ve hayatın anlamını sorar. Candide ile bilge derviş arasında şu diyalog geçer:

“Seni niye ilgilendiriyor bu senin işin mi ki?” diye sorar derviş. “Ama efendim, dünyada bu kadar bela ve sıkıntı varken?” diye üsteler Candide. Bilge dervişin cevabı yine olumsuzdur; “İyilik olmuş, kötülük olmuş, bundan ne çıkar? Padişahımız Mısır’a bir gemi yolladığı zaman içindeki sıçanların rahatını düşünüyor mu?”

Daha sonra da bahçede çalışmaya başlarlar hocasıyla birlikte ve Türk köylüsünden çalışmanın, “bizden üç büyük kusuru, can sıkıntısını, kötü alışkanlıkları ve yoksulluğu uzaklaştırdığını” öğrenir. Kahramanlarımız Candide ve hocası Pangloss emekleri sayesinde mutludur artık. Pangloss, boş bulunup yeni bir tartışmanın kapısını aramaya kalkışınca Candide şu meşhur sözüyle lafı ağzına tıkar:

“Bunlar güzel sözler ama, bahçemize de bakmamız gerek.”

Roman, edebiyat tarihinin en meşhur cümlelerinden birisi olan bu cümleyle sona erer.

***

1 Kasım 1755’te kutsal Azizler Gününde Lizbon’da meydana gelen deprem Voltaire’e bir uzun şiirle o günden bugüne hep güncelliğini muhafaza etmiş olan meşhur “Candide” romanını ile Rousseau’ya “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı” ve “Toplum Sözleşmesi” kitaplarını yazdırmakla kalmadı, o zamana kadar siyasi ve dünyevi işlerin merkezinde olan dini “dünyevi tartışma alanının” dışına çıkardı; Avrupa’da “Aydınlanma Hareketi”nin başlamasına vesile oldu. Deprem ilahi ceza değil doğal bir felakettir fikrine varılmasına yol açtı. Böylece yerbilim, yani jeolojinin önü açıldı. Bu deprem, tarihin gördüğü ilk “modern felaket” olarak kabul edildi. Devlet ilk defa sorumluluğu üstlendi. O zamana kadar büyük bir sömürgeci imparatorluk olan Portekiz imparatorluğu temellerinden sarsıldı, sömürgeler üzerindeki tahakkümünü o günden itibaren kaybetmeye başladı.

Rousseau’nun, “Tanrı istediği için deprem büyük felaketlere yol açmaz, felaketin sebebi altı yedi katlı dayanıksız evler inşa etmiş olmamızdır” fikri o günden bugüne insanların beynine yerleşti. Voltaire, “İnsanlara eziyet çektirdiği, depremde kilisede ibadet eden dindarları da öldürdüğü için Tanrı’yı insanlara ihanetle suçlamasına,” Rousseau’nun “Tanrı’yı suçlamak yerine işlerimizi ona havale ettiği için insanları suçlamalıyız” cevabıyla başlayan tartışmaları insanların önüne geniş ufuklar açtı. Kant “Ne Tanrı’yı ne de dini suçlayalım, bütün suç insanın, deprem insan yapımı bir felakettir,” derken, Goethe, “Yeri göğü yaratan Tanrı, kötülerle birlikte iyileri de aynı felakete maruz bırakarak hiç de bir baba gibi davranmamıştır. Hadisenin oluş biçimi üzerine bilgelerle fıkıh alimleri anlaşamadıklarına göre, genç ruhları bu etkiden kurtarmak imkansızdır” diyerek entelektüel tartışmanın çıtasını bir hayli yükseltti.

Kara Avrupası’nda seküler bireyin sesi o günden itibaren daha gür çıktı ve bütün coğrafyaya egemen olmaya başladı.

***

Bizde vuku bulan Maraş merkezli büyük deprem üzerine söz alan bir yığın kalem erbabı,“Maraş depremi Türkiye’nin Lizbon’u olur mu?” gibi akla ziyan sorular soruyor o günden beri.

Nasıl bir şey bekliyorlar bilmiyorum; ölüler enkazdan çıkartılırken insanların “Allahu ekber” demelerine kızıyorlarsa, kurtarma ekibinden hiç kimsenin depremi Allah’ın gazabı olarak gördüğünü sanmadığımı söylemek yeterli sanırım. Bunu diyenler inşallah o korkunç felaketi bir kez yaşarlar; bakalım o zaman dudaklarından ilk çıkan söz ne olacak? Hem “düşen bir uçakta ateist kalmaz” benim sözüm değildir. (Din adına yapılan bazı saçmalıkları ise ciddiye bile almıyorum zaten.) Yok hukuk, eşitlik, adalet, özgürlük alanında deprem aydınlanmaya vesile olsun diyorlarsa bu hareketi kim başlatacak bizde dersiniz? Lizbon’dan sonra Avrupa’da bir Voltaire, bir Rousseau, bir Kant, bir Goethe vardı! Peki, Maraş’tan sonra bizde kim var? Biz bu büyük fikri sıçramayı, kendilerinin deyimiyle “aydınlanmayı” Nevşin Hanımla, Hilal Bacı’yla, Hasan Abiyle, ulu olmayan Hakan’la, tepesi atan Selçuk’la, Ayşenur Abla’yla, Abdurrahman Abiyle, Güvenlikten Mete’yle, Hukuktan Ersan’la, Nihat Hoca’yla, Sözcüden Yılmaz’la, televizyoncu Şirin’le, tombul yanaklı Laz İsmail’le, Barlasların Cemil’le, Vakitten Hacı’yla, Gökhan ile Barış ile, bilemedin Altaylardan gelen Fatih’le veya Hakkarili Kürt Muhsin’le mi yapacağız Allah aşkına?

Lizbon ne yana düşer usta, Maraş ne yana?

O halde İbrahim Tatlıses’in muhteşem yorumuyla “Maraş, Maraş” uzun havası gelsin hepimizin yaralı ruhlarına:

“Bu nasıl Maraş, Maraş

Al kızıl kan içinde can veren kardaş

Kardaş kalk gidelim yoldaş kalk gidelim

Bizim iller kırçıllıdır geçilmez

Çamur kurusun da gidelim.

Ufak taşınan bina yapılmaz

Bir ben ölmeyinen Maraş yıkılmaz.”

***

Demek “ufak taşınan bina yapılmaz” ha! Ta o zamandan görmüş türkü yapıcısı bizim görmek istemediğimiz. Bu yüzden yıkıldı Maraş ve öteki şehirler!

Allah’ı bu işe karıştırmayın. Seküler dinlerinizin de canı cehenneme!

***

Yazının Kaynakları

Voltaire, “Candide ya da İyimserlik”, Çev. Server Tanilli, Adam Yayınları

Voltaire’in “Lizbon Felaketi Üzerine Şiir”i, Çev. Metin Topuz ile Ahmet Selim Tümkaya, Beytulhikme Felsefe Dergisi, DergiPark.org

Metin Topuz, “Voltaire’in Lizbon Felaketi Üzerine Şiiri ve Rousseau’nun İnayet Mektubu”, Beytulhikme Felsefe Dergisi, DergiPark.org

J.J. Rousseau, “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı”, Çev. R. Nuri İleri, Say Yayınları.

————————————————–

Kaynak:

https://www.haberturk.com/yazarlar/muhsin-kizilkaya-2291/3567651-lizbondan-marasa-aydinlanma-sirasi-bizde-mi

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen