Ankaralı Arabacı İsmail ve Mustafa Kemâl – IX

aivmkTürkler Batı Cephesinde Yunanlılarla, Güney Cephesinde Fransızlar ve Ermenilerle, Doğu Cephesinde ise yine Ermenilerle mücadele ediyorlardı. Bu ölüm kalım savaşı idi. Türkler ya insanca yaşayacaklar ya da şeref ve haysiyetleri ile öleceklerdi. Maraş, Urfa, Antep ve Pozantı halkı Fransızlara ve Ermenilere karşı destansı mücadeleler vermişlerdi.

 

Bu arada Türkiye Büyük Millet Meclisi, Ermenilerin işgali altında bulunan Doğu Anadolu’yu kurtarmak istiyordu. Bu sebeple 9 Haziran 1920’de doğu vilâyetlerindeki durumu düzeltmek için seferberlik ilân etmiş ve gençleri göreve çağırmıştı. Fakat Rusya’nın tutumu Ermenilere derhal hücûm edilmesini engellemişti. Ama Ermenilere bir takım notalar gönderildi. 29 Temmuz’da son Türk notasına Ermeniler, Brest-Litovsk ve Batum anlaşmalarının İstanbul Hükümetiyle yapıldığı, Ankara’nın da İstanbul’u tanımadığı belirtilip, Ermenistan’ın bu anlaşmalara bağlı olmadığı belirtildi. 12 Ağustos 1920’de de bazı Oltu köylerini işgal ettiler[1]. Daha sonra Meclis Ermenilere taarruz kararlaştıracak  Türk kuvvetleri, Şark Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir Paşa komutasında Ermeni Taşnak güçlerini hezimete uğratılacaktı.

 

27-28 Ağustos 1920’de ise Mustafa Kemal Paşa üçüncü kez Eskişehir’e gidecekti. Daha önce iki kez gitmişti. Bu iki yolculuğundan baktıktan sonra o günlerde ki gidişine dönebiliriz[2]:

 

Mustafa Kemâl’in Eskişehir’e İlk Gelişi 20-22 Haziran 1920

Eskişehir, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda, merkez nüfusu 25.000 olan bağımsız bir mutasarrıflıktı. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi’nin “Osmanlı Devleti’nin güvenliğini sağlamak üzere İtilaf Devletleri lüzum gördükleri yerleri işgal edebilirler” hükmü gereğince, İngilizler 4 Ocak 1919 günü Eskişehir İstasyonu’nu bir askeri birlikle işgal ettiler. İngiliz güçlerinin Eskişehir’i topyekün işgali 22 Ocak 1919’da başlamış 423 gün süren acılardan sonra 20 Mart 1920’de sona ermişti[3]. Batı Cephesinde henüz düzenli ordu savaşa girmemiş Kuvay-ı millîye güçleriyle Yunan birliklerine kayıplar verdirilmeye çalışılıyordu. Mustafa Kemal sık sık Eskişehir’e gidiyordu. Eskişehirliler, İngiliz işgali karşısında şaşkın, önce ne yapacağını bilmezken, giderek direnme güçleri kurmaya başladılar. İtilâf Devletleri bu ve benzer silahlı davranışlarıyla Osmanlı Devleti’nin güvenliğini değil, parçalanmasını sağlıyorlardı. Hele Yunanlıların İzmir’e asker çıkarmaları halkın büyük tepkisini çekti. 17 Mayıs 1919’da Eskişehir’de düzenlenen kalabalık ve coşkun bir mitingle bu işgal protesto edildi[4].

 

Mustafa Kemâl’in Milli Mücadele’yi başlatmak üzere Samsun’dan Anadolu’ya geçişi, Amasya Genelgesi, Erzurum Kongresi Anadolu’nun her tarafında olduğu gibi Eskişehir’de de heyecanla karşılandı. Halk, bu harekâtı bir umut ışığı olarak görüyor ve destek vermeye çalışıyordu. Sivas Kongresi için Eskişehir’den üç delege seçildi. Bunlar Siyahizade Halil İbrahim, Bayrakzade Hüseyin ve Hüsrev Sami (Kızıldoğan) idi. Eskişehir’in Millî Mücadele’ye destek vermesi, Ankara’da 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’ya bağlı bulunan Eskişehir’deki birliklerin giderek Kuvay-ı Millî’ye kayması İngilizleri tedirgin ettiği için Osmanlı Devleti, Ali Fuat Paşa yerine Kiraz Hamdi Paşa’yı Ankara’ya gönderdi. Sivas Kongresi, bu tutuma bir cevap olarak Ali Fuat (Cebesoy)ı Batı Anadolu Kuvay-ı Millîye Komutanlığı’na tayin etti. Ali Fuat Paşa’nın uyarısı üzerine Ankara’ya gelemeyen ve Eskişehir’de kalan Kiraz Hamdi Paşa, Mutasarrıf Hilmi Bey ve İngilizlerle işbirliği yaparak Kuvay-ı Millîye taraftarı bazı kişileri ve Eskişehir Mıntıka Komutanı Yarbay Atıf Bey’i tutuklattı. Durumu, Sivas Kongresi’nden sonra kurulan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Temsil Heyeti’ne ve Heyet Başkanı Mustafa Kemâl’e bildiren Ali Fuat Paşa, Eskişehir üzerine yürümesi emrini aldı. “Birinci Eskişehir Harekâtı” adıyla bilinen bu harekât sırasında Ali Fuat Paşa 13 Eylül 1919 günü Sivrihisar’a geldi. Burada 150 kişilik birliği ile Mahmudiye Köyü’ne giderek, “Batı Anadolu Kuvay-ı Millîye Komutanı” adıyla bir bildiri yayınladı. Bildiride, Sivas Kongresi’nde alınan kararlar özetlendikten sonra Eskişehir’deki idarecilerin bu kararlara uyması ve İngilizlerin bölgeyi ter-ketmeleri isteniyordu. Bu sırada İsmail Hakkı komutasındaki bir müfreze Kütahya’ya girmiş, buradaki İngiliz taburunu çekilmeye zorlamıştı.

 

Eskişehir Mutasarrıfı Hilmi Bey, İstanbul Hükümeti ve İngiliz taraftarlığını inatla sürdürüyordu. İngilizler Ali Fuat Paşa kuvvetleriyle çatışmaktan çekiniyor ve anlaşmak istiyorlardı. 21 Eylül 1919 günü Ali Fuat Paşa’yla İngiliz komutan Sally Clade, Çemşit Köyü’nde bir araya geldiler. İngilizler İstanbul Hükümeti ile Ali Fuat Paşa arasındaki anlaşmazlığa taraf olmayacaklarını ve demiryolu hattına saldırı olmadığı sürece askeri bir çatışmaya girmeyeceklerini belirttiler. Yine de gerginlik artıyordu. Bugünlerde İstanbul’da Damad Ferid Hükümeti’nin istifası ve yerine Ali Rıza Paşa Hükümeti’nin geçmesi Heyet-i Temsiliye’yi sevindirdi. Mutasarrıf Hilmi Bey görevden alınarak yerine Kuvay-ı Millîye yanlısı Çolakoğlu Sabri Bey atandı. Eskişehir Bölgesi Komutanı Yarbay Atıf Bey de serbest bırakıldı.

 

Ali Fuat (Cebesoy) İkinci Eskişehir Harekâtı ile demiryollarının kontrolünü ellerinde tutan İngiliz kuvvetlerini çekilmeye mecbur etti. İngilizler, Eskişehir ve bölgesini boşaltarak geri çekildiler. Ankara’da ilk Büyük Millet Meclisi açıldıktan ve millî bir hükümet iş başına geldikten iki ay sonra, Yunanlılar Batı Anadolu’dan Anadolu içlerine sarkmak üzere geniş hazırlıklar yaparak yer yer taarruzlara başlamışlardı. Bunları durduracak düzenli bir orduya ihtiyaç vardı.

 

İlkin Garp Cephesi kurularak bu cephenin komutanlığına Ali Fuat (Cebesoy) Paşa getirildi. Üç gün sonra da Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa, sınıf arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy)la görüşmek ve Garp Cephesi’ni denetlemek üzere, 20 Haziran 1920 gecesi Ankara’dan trenle Eskişehir’e hareket etti.

 

Mustafa Kemâl’in treni 21 Haziran 1921 günü saat 11.00’de Eskişehir İstasyonu’na girdi. O günlerde lokomotiflerin çoğu kömürsüzlük nedeniyle odunla çalışıyordu. Ankara’dan Eskişehir’e 16 saatte gelinmişti. Mustafa Kemâl’in beraberinde Millî Savunma Bakanı Fevzi (Çakmak) Paşa, Genelkurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü) de vardı. Eskişehir İstasyonu’nda Mutasarrıf Sabri Bey, Garp Cephesi Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa, Eskişehir Belediye Başkanı, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Eskişehir Şube Başkanı ve Eskişehir’in ileri gelenleri tarafından karşılandılar. Karşılama töreni tamamlandıktan sonra, Atatürk ve arkadaşları önce Mutasarrıflığa gelerek bir süre dinlendiler, kendilerine istasyon karşısındaki Osmaniye Oteli’nde yer ayrılmıştı. Ali Fuat (Cebesoy), sonradan yayınladığı anılarında Mustafa Kemâl’in Eskişehir’e ilk gelişleri ile ilgili olarak şunları söylüyordu:

 

Yunan taarruzu ile yeni bir devreye girmiş olan ve vaziyetin ehemmiyetini takdir eden Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa, benimle Eskişehir’de görüşmek istemişti. 21 Haziranda Eskişehir’de buluşmuştuk. Birbirimizi iki aydan beri görmemiştik. Benim de böyle bir mülâkata ihtiyacım vardı. İki aydan beri birçok mühim hadiseler gelip geçmişti. Bu sırada Türkiye Büyük Millet Meclisi Ankara’da toplanmış, elimizde kalan memleket kısımlarını idareye başlamıştı. Millîciler tarafından sebebiyet verilmediği halde, düşmanlarımız kanlı hadiselerin zuhuruna vesile olmuşlardı. Bununla beraber bu hadiseler, bazı kimselerin inancını kuvvetlendirmiş, yeni yeni şahsiyetlerin de millî idarede mühim mevkilerin başına gelmesine sebep olmuştu[5].

 

Mustafa Kemal Paşa, bazı vekilleri de Eskişehir’e beraberinde getirmişti. İstasyonun müştemilatından olan mektep binasının büyük salonunda geniş bir de harita vardı. Yeni hâsıl olan durumu esaslı bir surette gözden geçirdik. Mustafa Kemal Paşa, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti’nin organizasyonunu yapıncaya kadar garpta ve şarkta iki cephe kumandanlığının ihdas ve teşkiline karar verdiğini, Garp Cephesi’ne benim, Şark Cephesi’ne de Kâzım Karabekir Paşa’nın tayin olunacağını söyledikten sonra şöyle dedi:

 

Yunan taarruzuna karşı Ege sahillerinden başlayarak içerilere kadar devam eden, Kastamonu ve Ankara’yı dışarısında bırakan, fakat Konya’yı, Sivas’ı içine alan, Karadeniz’le Akdeniz arasında, garpta büyük bir müdafaa mıntıkası teşkil olunacaktır. Bu mıntıkanın müdafaasını, Garp Cephesi Kumandanlığı namı altında geniş selahiyetli bir kumandanlık üzerine alacaktır. Paşa, detaylar üzerinde de bazı izahatta bulunmuştu. Bu detaylardan anladığıma göre, memleketin pek büyük bir parçasında geniş selahiyetli bir kumandanlık ihdas edilecekti. Bu parçanın idaresi ve düşman taarruzunu durdurabilecek bir ordunun teşkili ve harekâtı idare etmek mes’uliyeti bir müddet bu kumandanlığa bırakılacaktı. Bu sırada hükümet, cephe kumandanlarının icraatına nezaret ve icabında tasviple iktifa edecekti. Hatta Garp ve Şark cepheleriyle, sonradan teşekkül etmiş olan Cenup Cephesi’nin müşterek sevk ve idareleri hakkında bir tasavvurun da henüz mevcut olmadığı anlaşılıyordu.

 

Yunan taarruzu ve ona karşı alınacak tedbirleri İcra Vekilleri Heyeti’ne arz ve muvafakatlarını almak üzere Mustafa Kemal Paşa ile beraber 22/23 Haziran gecesi Eskişehir’den Ankara’ya müteveccihen hareket etmiştik”[6].

 

Mustafa Kemâl’in Eskişehir’e İkinci Gelişi (28 Temmuz 1920)

İtilâf Devletleri’nin Sevr Andlaşması’nı Osmanlı Devleti’ne kabul ettirmek üzere kışkırttıkları Yunanlılar, 22 Haziran 1920’de taarruza geçtiler. Düşman kuvvetleri 30 Haziran’da Balıkesir’i, 8 Temmuz’da Bursa’yı işgal etti. Bu taarruzlar karşısında millî kuvvetlerimiz Eskişehir’e kadar çekildi. Taarruzların devam ettiği günlerde, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde heyecanlı görüşmeler yapılıyor, düşman karşısında direnmeye çalışan kuvvetlerimizin ne durumda bulundukları merak konusu oluyordu. Uzun tartışmalardan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Reisi Mustafa Kemal Paşa ile birlikte Millî Savunma Bakanı Fevzi (Çakmak) Paşa, 12. Kolordu Komutanı Fahreddin (Altay), bazı komutanlar ve 20 kadar milletvekilinin Eskişehir’e giderek, burada Garp Cephesi Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ile görüşmeleri, daha sonra cephelerin ziyaret edilerek kuvvetlerin yerinde incelenmesi, ihtiyaçlarının tespiti, milletvekillerinin cephelerde savaş veren erlere nasihatlarda bulunması, onların morallerinin güçlendirilmesi kararlaştırıldı. 27 Temmuz 1920 akşamı, heyet özel bir trenle Eskişehir İstasyonu’nda durdu. Mustafa Kemâl’in Eskişehir’e ikinci gelişiydi. Heyetle birlikte trenden iner inmez, doğruca Garp Cephesi Karargâhı’na giderek Ali Fuat Paşa ile görüştüler. Mustafa Kemâl, Eskişehir’e yaptığı bu gezinin ayrıntılarını, dönüşte, 9 Ağustos 1920 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde yapılan Gizli Celse’de uzun uzun anlattı. Bu celsede yaptığı uzun konuşmasında şöyle diyordu: 27 Temmuz 1336 (1920) akşamı idi. Arkadaşlarımızla Ankara’dan hareket etmiştik. Ertesi gün Eskişehir’e ulaştık. Eskişehir’de Garp Ordusu Kumandanı Ali Fuat Paşa Hazretleri’yle umumi vaziyet hakkında fikir alışverişinde bulunduktan sonra şimale hareket ettik. Bursa’yı işgal etmiş olan düşman karşısında bulunan kuvvetlerimiz büyücek bir grup teşkil eder ve bunun ismine de Ertuğrul Grubu demişlerdir. Daha şimaldeki Adapazarı ve havalisinde bulunup İzmit’e karşı vaziyet alan kuvvetlerimize kadar seyahatimizi temdit etmek istedik. Binaenaleyh Ertuğrul Grubu’ndan başladık. Yalnız Bilecik’e geldiğimizde Adapazarı havalisinde bulunan İslam ahalisine yüce Meclisinizin selamlarını ve Meclisinizin kendilerinden beklediği hizmeti ve fedakârlığı tebliğ ettik. Bilecik’te Kolordu Kumandanı Kâzım Bey tarafından istikbal edildik ve o geceyi Bilecik’te geçirdik. Buraya ulaştığımızda daha istasyonda iken bazı kıtaatı teftiş ettik. Bu teftiş ettiğimiz kıtaat büyük cüz-i tamlar değildi, küçük bir askeri birlikti. Bunların teftiş neticesi üzerimizde iyi tesir bıraktı. Ertesi gün Bilecik’te bütün arkadaşlarımızla araba ile Eskişehir istikametinde hareket ettik. Bu istikamette bulunan mevzilerimizin şarkında ve Yenişehir Ovası’na hakim ve nazır olan mevziler de bulunuyor. Bu asıl mevzilerin ilerisinde doğrudan düşman müfrezeleri ve gerek bunun gerisinde bulunan müfrezeler süvaridir. Bunları görmedik, yalnız asıl mevziler üzerinde bulunan kuvvetleri gördük. Yenişehir şarkındaki asıl mevziler üzerinde bizzat arkadaşlarımızla ve orada mes’ul olan kumandanlarla beraber tetkiklerde bulunduk. Bu tetkiklerimize göre bu mevzi Yenişehir üzerinden gelecek bir düşmanı karşılayan uygun bir mevzidir. İcabında bu mevzii işgal etmek ve bu mevzide vazife ifa etmek üzere tahsis edilmiş olan kuvvetleri de teftiş ettim[7]..)

 

Mustafa Kemâl, bu konuşmasında mevzilerle ilgili teknik bilgiler verdikten sonra Bilecik’ten Pazarcık’a geldiklerini, buradan Karaköy’e, oradan da Ertuğrul’a geçtiklerini ve sonunda Eskişehir’e döndüklerini anlatır. Eskişehir’de birkaç saat Ali Fuat Paşa ile görüştükten sonra Afyon’a, oradan da Uşak’a gittiğini, askeri birlikleri teftiş ederek durumu yerinde incelediklerini, buradan Kütahya’ya, oradan da Akşehir—Ilgın yoluyla 3 Ağustos 1920 günü Konya’ya geldiklerini, Konya’da iki gün kaldıktan sonra Pozantı’daki Müdafaa-i Hukuk Kongresi’ne katıldıklarını uzun uzun anlatmıştır.

 

Mustafa Kemâl’in Eskişehir’e Üçüncü Gelişi (27 Ağustos 1920 – 28 Ağustos 1920)

Mustafa Kemâl, Eskişehir’e ikinci gelişlerinden yaklaşık bir ay sonra, 27 Ağustos 1920 Kurban Bayramı’nın birinci günü, yanında Millî Savunma Bakanı Fevzi (Çakmak) Paşa ve Genelkurmay Başkanı İsmet (İnönü) olduğu halde, Garp Cephesi’ni bir daha teftiş etmek, ayrıca askerle bayramlaşmak üzere, özel bir trenle Ankara’dan Eskişehir’e geldi. Garp Cephesi Komutanı Ali Fuat (Cebesoy) Paşa ve karargâh subayları, Eskişehir Mutasarrıfı, Belediye Başkanı, Müftü, Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti üyeleri ve kalabalık halk tarafından saat 11.00’de Eskişehir İstasyonu’nda karşılanan Mustafa Kemâl, doğruca cephe karargâhına giderek subaylarla bayramlaştı. Öğle yemeğini karargâhtaki erlerle birlikte karavanadan yediler. Mustafa Kemâl daha sonra harita üzerinde Ali Fuat Paşa’nın verdiği bilgileri dinledi. Birlikte bir durum değerlendirmesi yaptılar. O gün orduya bir de genelge çıkarıldı. Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde yayınlanan bu genelgede ordunun ve Türk Milleti’nin bayramını kutladıktan sonra, Yunan taarruzuna karşı ordunun başarı ile karşılık verecek güçte olduğu ve er geç zafere ulaşacağı belirtildi.

 

Geceyi Eskişehir’de Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Eskişehir Şubesi üyelerinden Yeşil Efendi olarak tanınan Halil İbrahim’in Odunpazarı’ndaki konağında (şimdi müze) geçiren Mustafa Kemâl, ertesi, 28 Ağustos 1920 günü beraberindeki heyetle trenle Afyon’a hareket etti. Burada 12. Kolordu Komutanı Fahreddin (Altay)le görüşerek Uşak Cephesi hakkında bilgi aldı. Afyon’dan tekrar Ankara’ya döndü”[8]. Ankara’ya dönüş yolculuğu kısıtlı imkanlar sebebiyle her zaman olduğu gibi 15-16 saat sürüyordu. Bu yolculuklar sırasında Mustafa Kemâl mutlaka yanına aldığı önemli bir kitabı okurdu. Bununla da yetinmez okuduklarını arkadaşları ile paylaşırdı. Bugün elinde 1606 yılında yazılmış “Mebde-i Kavanin-i Yeniçeriyan[9]” isimli eser vardı. Müellifi belli olmayan bu eseri okumuş şimdi arkadaşları ile konuşmak istiyordu. Önce sohbeti başlatmak için sözü Fevzi Paşa’ya bırakmak istedi. “Paşam Yeniçeriliğin lağvını doğru mu bulursunuz yanlış mı?” Fevzi Paşa “Tabi ki Kemâl, içten ıslah edilmesi daha doğruydu, Ocağın kökünden kazınması affedilir hata değildi[10]” “Her ne kadar yerlerine yenileri kurulmaya çalışıldıysa da bunun telafisi onlarca yıl almış ve imparatorluğun felaketi ile sonuçlanmıştır” dedi. Söze Mustafa Kemal devam etti: “Haklısınız Paşa hazretleri tamamen size katılıyorum.” Sonra okunduğu eserden de esinlenerek derin tarihî tahlillere girerek yolculuk boyunca Fevzi Paşa, İsmet Paşa ve genç subaylara tarihten müthiş perdeler aralayacaktı. Belki yıllar sonra kendisini bazı tarihçiler reformları nedeniyle II. Mahmud’a benzeteceklerdi ama kendisi II. Abdülhamid Hanın reformlarının tamamlayıcısı olacaktı. Bu büyük Hakan’a Albert Vandal adlı Fransız tarihçi Ermeni ayaklanmasını bastırdığı için “Kızıl Sultan” demişti.  

 

Tevfik Fikret de II. Abdülhamid’e suikast (21.Temmuz.1905) düzenleyen Ermenilerin başarısızlığına hayıflanacak ve şu talihsiz mısraları sarf edecekti: “Ey şanlı avcı, damını bihûde kurmadın/Attın fakat yazık ki, yazıklar ki vurmadın” Daha sonra hemen tüm muhalifleri iş işten geçtikte koca bir imparatorluk yıkıldıktan sonra onun haklılığını görecekler ve pişmanlıklarını ifade edeceklerdi. Mustafa Kemal’de gençlik yıllarında II. Abdülhamid’e hayli muhalifti. “Harp Okulu yıllarındaki bir konuşmasında Osmanlı Devleti’nden, bazı Osmanlı padişahları ve devlet adamlarından şöyle söz etmişti: “Nerde Fatih, Yavuz, Kanuni, üçüncü Selim gibi hükümdarlar! Son devir Osmanlı padişahları hep cahil ve zavallı kimseler. Kendileri cahil oldukları için de memlekete düzen verebilecek vezirlere asla tahammül edememişler, memleketi bu hale sürüklemişlerdir. Abdülmecit Mustafa Reşit Paşa’dan, Abdülaziz Ali ve Fuat paşalardan, Abdülhamit, Mithat Paşa’dan, Hüseyin Avni Paşa’dan daima korkmuştu. Sıkışık zamanlarda onları sadarete layık görmüşler, tehlikeyi atlattıktan sonra Mahmut Nedim gibi dalkavukları, hırsız ve uğursuzları işbaşına getirmişlerdir. Şunu iyi bilelim ki: Mithat Paşa sağ olsaydı, Hüseyin Avni Paşa öldürülmeseydi ne ordumuz ne de donanmamız bugünkü hale düşerdi. Akdeniz’de ikinci durumda olan donanmamız Karadeniz’de Ruslar’a herhalde dersini verecek 1877-1878 seferinde Ayastefanos’a kadar çekilmeyecektik. Türk-Yunan Savaşı’nda bu donanmayı haliçten çıkarmayacak hale getirmek suç değil midir? Millet padişahından neden hesap soramamalıdır?Bir hıyanet olan bu hareketlerde bulunan bir insanı Fatihlerin, Yavuzların torunu olarak kabul etmek mümkün müdür?”[11] demesine rağmen şu ifadeleri de yıllar sonra söylemekten hiç çekinmeyen önyargısız bir özeleştiri sahibi idi:  II. Abulhamid’e hakaret dolu yazılar yazan bir gazeteciye söylediği şu cümleler hakkı teslim açısından çok önemlidir: “Sevme Abdülhamid’i. Gene de sevme ! Fakat sakın hatırasına hakaret edeyim deme. Senin neslin biraz daha temkinli kararlar vermeye alışmalı. Bak çocuk ! Şahsi kanaatimi kısaca söyleyeyim: Tecrübe göstermiştir ki toprakları üstünde yaşayan insanların çoğunun ahvali meşkûk (Ne olacakları şüpheli) ve hudutları yalnız düşmanlarla çevrili bir büyük devlette Abdülhamid’in idare tarzı âzami müsamahadır (en yüksek hoşgörüdür). Hele bu idare on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında tatbik edilmiş olursa…”[12]

         

Trenin Ankara’ya daha çok yolu vardı. Mustafa Kemal şu an düzenli orduya olan ihtiyacı her günkünden daha çok hissediyordu. Kuvay-ı Millîye güçleri ellerinden gelen gayreti gösteriyorlardı ama yeterince etkili olmuyordu. Görevlinin getirdiği kahveleri yudumlarken “Yeniçeriocağı”nın kaldırılması ve sonuçlarını anlatmaya devam ediyordu. Fevzi Paşa kendi gibi düşünen Mustafa Kemal Paşa’yı dinledikçe hayranlığı artıyordu. Ondaki cevherin ne kadar zengin olduğunu her geçen gün görüyordu. Mustafa Kemal yutkundu kahvenin telveye yakın son yudumunu alıp suyunu da içtikten sonra “Sultan II. Mahmud’un yeniçerileri tasfiye planı[13] dedi ve aşama aşama bir tarih uzmanı gibi anlatmaya, tasvir etmeye vurgularını yapmaya devam etti. Zaman zaman dikkat çekecek tekrarlar yapıyordu. 17. yüzyılın ortalarından itibaren devşirmeliğin kaldırıldığı ve sadece Türk gençlerinin alındığı Ocağın Vakay-ı Hayriye(!) denen talihsiz sonunu hazmedemiyordu. Sözlerini detaylandırarak ve olayların öncesinden başlayarak anlatmaya başladı:

 

“Uzun zamandan beri askeri ve mali açıdan yıpratılan Osmanlı Devleti, Avrupa karşısında tavrını kesin olarak belirleyecek yol ayrımına gelmişti. Ya kuruluşundan beri sürdürdüğü geleneksel politikaların devam ettirecek; sömürgeler yoluyla zenginleşmiş batı burjuvazisinin çıkarlarını engelleyip saldırılarına karşı koyacak; ya da teslim olup uyum sağlama yolunu tercih edecekti. Üçüncü Selimden itibaren devletin içine düşürülmüş olduğu durum, artık birinci yolun pek kolay olmadığını göstermişti. Geriye ikinci yol kalıyordu: Batılıların talepleri doğrultusunda devletin yapısını uyumlu hale getirmek… Sultan Mahmud ve ekibi ikinci yolu tercih ettiler. Ancak bunun için geleneksel devletin, kendini ayakta tutan temel unsurlarının ortadan kaldırması, yani Osmanlı Devletinin kendi kendini tasfiye etmesi gerekmekteydi. Aksi halde Batılıların saldırıları ve müdahaleleri daha tehlikeli şekilde sürecek, ilaha yorucu bir mücadele verilmek zorunda kalınacaktı[14]. Tasfiye edilecek geleneksel umurların başında ise ulema, esnaf, asker, ayan ve eşraf gibi yerli güç odakları geliyordu[15].

 

Sultan Mahmud ve ekibi, gerek kendi iktidarlarını ve gerekse devletin varlığını koruyabilmek için, Batılı güçlerle anlaşmayı ve onların çıkarları doğrultusunda işbirliğine gitmeyi daha gerçekçi bir siyaset olarak görmüşlerdi. Bu işbirliğinin gereğinin yerine getirilebilmesi için Osmanlı’nın temel unsurlarını tasfiye edilmeliydi. Böylece ülke içindeki asıl iktidarın kendisinde olduğunu göstermiş olacaktı. Bu operasyonda aşılacak en büyük engel Yeniçeri Ocağı idi; zira bütün geleneksel unsurlar ve yerli direniş odakları, gücünü buradan alıyordu Bu amaçla sultan ve ekibi, uzun vadeli ve aşamalı bir planı uygulamaya koydular.

 

Birinci Aşama: Seçkin Subayların Tasfiyesi ve Gizli Kadrolaşma

Padişahın ocak üzerinde gizlice yürüttüğü operasyon selefleri gibiydi; yani ıslah amaçlı değil, ocağı söndürmek ve etkisizleştirmeye yönelikti. Aslında bu amaca yönelik ilk girişimler çok daha eskiye gitse de ocağın imhasına yönelik operasyonlar, daha Köprülü sadrazamlar”[16] devrine kadar uzanıyordu. Dördüncü Mehmed (1647-1687) döneminde, İstanbul da görev yapan İngiliz diplomatı Ricaut’a göre, Sadrazam Köprülü Mehmed Paşanın ölmeden önce oğluna devam ettirmesi için vasiyet ettiği son Alman Savaşının[17], yeniçeriler ve sipahilerin kesin imhası amacıyla çıkarıldığına dair o tarihlerde çeşitli iddialar ortaya atılmıştı[18]. Bunların yok edilerek yerlerine daha itaatli bir teşkilatın kurulması hedeflendiği söyleniyordu. Nitekim bu tasarı hedefine çok yaklaşmıştı; 1664 yılında bütün cepheler, yeniçeriler ve sipahiler için adeta bir mezbaha haline gelmişti. En cesur olanları, cesaretlerini ispatlamak için ölümüne koşmuşlar, beraberlerindeki en iyi subaylar da şehit olmuştu. Bu, kuşkusuz imparatorluğun askeri gücünü önemli ölçüde zayıflatmıştı; ama söylentilere göre yeni sadrazam[19], babasının vasiyetini yerine getirmek için her şeyi göze alarak yeniçerilerin eski gururunu öldürmeyi başarmıştı.

 

Köprülüler, Ocağı yıpratsa da kesin neticeye ulaşamamışlardı, ocağın yıkımına yönelik, gururlarını ve cesaretlerini kırmak için idareciler tarafından derin bir siyaset güdülmeye devam edilmiştir. Bu siyasetin esası, ocağın denetiminin gevşetilmesi, çeşitli mesleklere yönelmelerinin teşvik edilmesi, tayinlerin rüşvetle yapılmasına göz yumarak yozlaştırılmalarına dayanıyordu. Böylece savaşçılıkları törpülenecek, azim ve dayanışmaları kırılacaktı. Bu. yüzyılın güçlü padişahı Birinci Mahmud (1730-1754) da bu politikayı devam ettirmiştir. Sultan, yeniçerilerin iyice yozlaşması için ocağa çok sayıda ahlaksız ve işe yaramaz kimseleri doldurduğuna yönelik bilgiler mevcuttur. Üçüncü Mustafa (1757-1774) döneminde, yabancı uzmanlar vasıtasıyla topçu birlikleri ıslah edilirken yeniçerilerin yüz üstü bırakılmıştı. Aynı kötü gidiş, Üçüncü Mustafa’nın zamanındaki 1768 1774 savaşı ve Birinci Abdülhamid (1774-1789) zamanında başlayan ve Üçüncü Selim ile devam eden 1787-1792 savaşı sırasında da devam etmiştir. Üçüncü Selim tarafından oluşturulan Nizam-ı Cedid birliklerinin ayrıcalıkları karşısında ise yeniçeriler, iyice itibardan düşürülmüşlerdir[20].

 

İyice düşmüş olan maaşları bile uzun zamanlar ödenmiyor, sürekli geciktirilerek mağdur ediliyorlardı. Geçim sıkıntısına düşen yeniçeriler de çareyi askerlik dışı mesleklerde arıyorlar, gittikçe mesleklerinden ve disiplinden uzaklaşıyorlardı[21].

 

1810 yılında ise ödenen düşük ayarlı paralar yüzünden savaşa giden yeniçeriler esnafla karşı karşıya gelmiş, arbedeler bile yaşanmıştı. Sultan İkinci Mahmud da Ocağa karşı yürüttüğü tasfiye planının ilk aşamasında kendinden öncekilerin yolunu takip etti. Ocağı itibarsızlaştırmak için tecrübeli ve yetenekli zabitleri ocaktan uzaklaştırdı. Sudan sebeplerle birçoğunu uzak vilayetlere sürdüren sultan, daha sonra da idam edilmeleri için vilayet yöneticilerine gizlice emirler göndermekleydi. Padişahın bu sistemli ve derinden faaliyeti, muhaliflerini ürkütüp sindirirken, yeteneksiz takat hırslı karakterdeki kimseleri de yanına çekmeyi sağlıyordu. Bunlardan birisi olan Rusçuklu Hüseyin Ağa, operasyonun parçası olarak hızla terfi ettirilmiş ve kısa zaman içinde Yeniçeri ağası yapılmıştır. Bu dönemde uzun süre İstanbul’da kalmış olan bir yabancının[22] (R. Walsh) anlattığına göre; Hüseyin Ağayı kendi siyasi fikirleri için kullanmayı düşünen sultan, baş başa yaptığı bir görüşmede amacını ona açmıştı. Onun da olumlu cevap vermesinden sonra geceleri gizli gizli bir araya gelip sultanın doğrudan direktiflerini alarak ocağın imhasına yönelik bir operasyonu içeriden yönetmişti.

 

Ağa Hüseyin’in görüşüne göre; üst düzey zabitler ile yoldaş takımı, yapılacak değişikliklere ikna edilebilecekse do orta dereceli subaylarla anlaşma mümkün değildi. “Sayıları da çok fazla olmayan bu kesimin ortadan kaldırılması gerekiyordu.” Rusçuklu Hüseyin Ağanın, yeniçeri ağalığına giden yolda önünün açılması için makamlarda olağan olmayan azil ve tayinler yapılmıştı. Mesela Yeniçeri Ağası Osman Ağa, sadece bir buçuk ay kadar makamda kaldıktan sonra Ocak 1822 (Rebiu’l-ahir 1237) tarihinde azledildi; yerine Kul Kethüdası Ali Ağa atandı. Ocaktaki teamüle göre ağalık makamı boşalınca, kulkethudasının “yeniçeri ağası” olması gerekiyordu. Bu esnada zağara başı olan kimse de kulkethudalığına terfi ederdi. Ali Ağa yeniçeri ağalığına atanınca, zağarcıbaşı Hüseyin Ağa da kulkethüdalığına yükseltilmiş oldu. Bu tayinlerin teammüllere uygunluğu sadece görünümdeydi; zira Ali Ağanın yeniçeri ağalığı sadece 34 gün sürmüştü. Yerine Kul Kethüdası Rusçuklu Hüseyin Ağa, silsile-i meratibe uydurularak 1823 Şubat sonunda atanmış oluyordu

 

İkinci Aşama: Subayların Birbirine Düşürülmesi

Rusçuklu’yu, uzaktan destekleyerek ve görünüşte ocak teamüllerine uygun olarak yeniçeri ağası yapan İkinci Mahmud, planının en önemli ilk aşamasını gerçekleştirmiş oluyordu. İkinci aşama, ocaktaki becerikli ve yetenekli subayların temizlenmesi ve ocak içindeki dayanışmayı yıkmaya yönelik olacaktı. Bu aşamada işin büyüğü Hüseyin Ağaya düşmekteydi.

 

Hüseyin Ağa, işe neferlere en yakın rütbede olan “odabaşılar” ve “seğirdim ustaları” da denilen “aşçı ustalarını” birbirleriyle çatıştırmakla başladı Rütbe olarak aşçı ustalar, odabaşılardan daha altta iseler de erlerle olan yakın ilişkileri ve ocağın işlerini yüklenmeleri yüzünden zamanla itibarları çok arttığından ocağı istedikleri gibi idare ediyorlardı. Hüseyin Ağanın kendisi de ocak ustalığından gelmişti; bu yüzden odabaşıların zaaflarını ve ustaların mevcut konumlarından kaynaklanan sıkıntılarını yakından biliyordu. Odabaşıları gizlice topladı ve hassas noktalarına parmak bastı: “Aşçı ustaları yeniçeri işlerine karışmayıp sizin maiyetinizde olmaları gerekirken, sizleri nefer yerine koymaktadırlar”

 

Hüseyin Ağa; “Ben de ustalığımda bu işler içinde bulundum, cahillik ile hayli işler ettim. Ettiğim terbiyesizliğe pişman oldum”[23]. Benim amacım ocağa hizmet ve sizleri bu hakaretten kurtarmaktır” türünden sözlerle oda başıları etkiledi ve onları ustalara karşı kışkırtmayı başardı Tam bir komitacı olduğu anlaşılan Hüseyin Ağa, bu girişimlerini ocağın çıkarları için yapmış gibi gösteriyordu: “Ustalar halka kötü muamele yapmaktadırlar, bu nedenle herkes bizden nefret etmektedir. Sizler ses çıkarmadığınız için birkaç kişinin edepsizliği yüzünden adımız kötüye çıkmaktadır; artık zabitliğinizi takınmalısınız.”

 

Odabaşıları yanına çekmeyi ve aşçı ustaları ile karşı karşıya getirmeyi başaran Hüseyin Ağa, bununla yetinmemişti. Aşçı ustalarının baskınlıkları nedeniyle bir kenara çekilmiş olan “tayin ustaları’na da aynı yöntemi uyguladı. Onları da odabaşılar gibi tahrik etmeye başladı. “Adınız usta iken seğirdim ustalarına neden mağlup oluyorsunuz? Ben buna razı değilim…” diyerek onların da aralarına fitne soktu.

 

Böylece güçleri iyice tırpanlanan ve yalnızlaştırılan seğirdim ustalarından birçoğunu, ortalarının serhatlarda olmasından yararlanarak. “Odalarınızla beraber yine İstanbul’a gelirsiniz” deyip kimini memleketlerine ‘kimini de bir şekilde görev çıkartarak ya sultana sadık valilerin emrine; ya da Rum ayaklanmasına karşı Mora’ya gönderdi. Bu ikinciler, yarımada sahilindeki ıssız yerlerde karaya çıkartılarak desteksiz ve iaşesiz kendi kaderleriyle baş başa bırakılmışlardı. Böylece kendilerinden kurtulmak istenmişti. Ağa Hüseyin, ocağın sözü dinlenir zabitlerini ya parayla satın alıyor, ya da gizlice öl-dürtüyordü[24].

 

İşbirlikçi ocak ağaları içinde, Hüseyin Ağadan sonra yeniçeri ağası olan Mehmed Celaleddin, Kul Kethüdası Hasan Ağa, Sekban-başı İbrahim Ağa, Kethudayeri Mustafa ve Canbaz Kürd Yusuf başı çekmekteydiler. Dönemin padişah yanlısı kaynaklarından olan Esad Efendi’nin söylediğine göre bu kişilere gizlice rütbe sözü verilmişti[25].

 

Ayrıca Celaleddin Ağa vasıtasıyla diğer nufuzlu zabitlere de gizlice yaklaşılmış vaatler ve rüşvetler yoluyla elde edilmişlerdi. Dirayetli subayların büyük oranda etkisizleştirilmesiyle ocağın iç dayanışması iyice sarsılmış oldu. Yetenekli ve cesur subayların böylerine harcanmasının sonuçları, muharebelerde ağır bedeller ödenerek ortaya çıkıyor olsa da, ocağın zayıflatılmasını ana gaye haline getirenler için bunların önemi yok gibiydi. Nitekim Rusçuklu’nun kaynaklara yansıyan aşağıdaki konuşması yeniçerilerin dolayısıyla Osmanlı Devletinin nasıl bir komployla karşı karşıya kaldığını anlamamıza yardımcı olmaktadır. Ocak içindeki hassas noktaları kaşıyarak askeri birbirine düşüren, becerikli ocak subaylarını muhalif görerek kimisini sürgün, kimisini de idam ettiren Hüseyin Ağa ağalığının daha üçüncü ayında bir selamlık töreni vesilesiyle sultanla yana geldiklerinde aralarında gizlice şu konuşma geçmişti:

 

Sultan Mahmud:

 

-Hüseyin Ağa, sözleştiğimiz eşkiyadan kalanlar var mıdır?

 

Yeniçeri ağası:

 

– Elendim onlardan kimse kalmadı; hep amellerinin cezasını buldular, yalnız çakerıniz (köleniz) kaldım.

 

Hüseyin Ağa, gizli faaliyetlerini tek başına yürütmüyordu; kethudayeri makamına yükselttiği Mehmed Celalettin Ağa da en büyük yardımcısıydı.

 

Üçüncü Aşama

 

Devlet Kadrolarının Operasyon İçin Yapılandırılması

Sultanın yeniçerilere karşı yürüttüğü operasyon, ocak mensuplarıyla sınırlı değildi Bir taraftan ocak içinde yukarıda değindiğimiz çalışmaları Hüseyin Ağa aracılığıyla sürdürürken, sadrazamlığa da bu amaç doğrultusunda tayın yaptı. En güvendiği adamlarından olan Galib Paşayı Aralık 1823’te sadrazam olarak atadı. Sultan gizli planını ona açtığında paşa çekinerek, uygun görmemişti[26]. Galib Paşa, bu iş için yetenekli bir askerin atanmasının daha uygun olacağını söyleyerek Silistre Valisi Benderli Mehmed Selim Paşayı tavsiye etti.

 

Galib Paşanın tavsiyesine uyan Sultan Mahmud. Mehmed Selim Paşa’ya gizli bir ulak göndererek İstanbul’a çağırdı. Tatar ulak kılığında 14 Eylül 1824 tarihinde İstanbul’a gelen paşa doğruca sadrazamlık makamına oturdu.

 

Eğitimle birlikte yargı sistemini elinde bulunduran ulema Osmanlı tarihi boyunca yeniçeriler ile dayanışma içinde hareket etmişlerdi. Yeniçerilerin arkalarına ulemanın desteğini almaları, icraatlarına daha geniş halk desteği sağlıyordu. Sultanın, yeniçerilere karşı yapılacak bir operasyonda ulemanın desteğini alması bu açıdan büyük önem arz ediyordu. Şeyhülislam koltuğunu işgal eden Mekkizade Asım Efendi, bu maksatla azledilmiş. (Ekim 1825); yerine Kadızade Tahir Efendi tayin edilmişti. Mekkizade aslında padişahın yakınlarından ve destekçilerinden birisi idi; ancak yapılması planlanan operasyon sırasında şeyhülislamlık makamında hukukçu birisinin bulunmasının daha faydalı olacağı düşünülmüştü.

 

Bu surede son derece temkinli davranan padişah, icraatlarının şüphe uyandırmasından ötürü Hüseyin Ağayı azletti. Her ne kadar gizliliğe büyük önem verilse de Rusçuklu Hüseyin Ağanın faaliyetleri rahatsızlık ve şüphe çekmeye başlamıştı. Boğazların muhafızlığına atadı. Eylül 1824’te Benderli Mehmed Selim Paşanın, gizlice İstanbul’a gelip sadaret makamına oturduğunda Hüseyin Ağanın ocak içindeki yardımcısı Mehmed Celalettin Ağa”[27]  da zağarcıbaşılığa terfi ettirilmişti. Hüseyin Ağa’nın terfilerinde olduğu gibi, kısa zamanda kul kethudalığına yükseltildi ve 9 Eylül 1825 (h. 25 Muharrem 1241) tarihinde yeniçeri ağalığına tayin edildi[28].

 

Dördüncü Aşama:

 

Taraftar Askerî Birliklerin Kuvvetlendirilmesi

Sultan Mahmud, ocağın isinde yürüttüğü gizli kadrolaşma ve ocağı zayıflatma çalışmaları yanında, kendisine bağlı askeri birlikler teşkili ve onları kuvvetlendirmeyi de ihmal etmemişti. İstanbuldaki topçu ocağının mevcudunu artırdı; kadrolarını 1000 subay, 10 bin topçu ve 4.400 top arabacısı olarak genişletti. Bu birliklerin sadakatlerini ve desteklerini kazanmak için maaşlarını yükselti, izin surelerini artırdı.

 

Humbaracılar, lağımcılar ve donanma da padişahın güvenilir adamlarının kontrolündeydi. Yandaş kuvvetler olarak görülen bu birlikler için Liege’den (Belçika) gizlice yeni silahlar ithal edilmişti. Yeniçeri ağalığından Boğaz muhafızlığına tayin edilen Rusçuklu Hüseyin Ağanın emrindeki Anadolu yakasında konuşlanmış olan birlikler de iyi donatılmış ve her an bir operasyona hazır halde tututuyordu. Bu birliklerin ihtiyaç olduğunda acil olarak İstanbul’a intikallerini sağlamak için gerekli sandal ve tekneler, yirmi dört saat hazır halde bekletiliyordu.

 

Beşinci Aşama: Propaganda Faaliyeti

Yukarıda anlatılan hazırlıklar büyük bir gizlilik içinde yürütülürken, özellikle ulema ve çeşitli halk kesimleri üzerinde yeniçeriler aleyhine yoğun bir propaganda faaliyeti başlatılmıştı. Propagandaların amacı yeniçerileri İstanbul’daki potansiyel destekçileri olan ulema ve halktan koparmaktı. Bu amaçla din adamı kıyafetinde bazı kimseler taralından yeniçeriler aleyhine vaazlar verildiğine şahit olunuyordu.

 

Mevali denilen yüksek rütbeli kadılar ve ilmiyeden bazılarına payeler verilmiş, meşhur dersiamların rütbeleri ve dereceleri artırılırken ulemanın etkin isimleri, tayin ve terfilerle padişah ve ekibinin kontrolü altına alınmaya çalışılıyordu.

 

Yeniçerilere yönelik yapılan bir başka propaganda teması, Mora isyanının başarısızlıkları üzerine kurulmuştu. Başarısızlık bütünüyle yeniçerilere yükleniyordu[29]. Oysa isyanın hazırlık aşaması, başlaması ve etkili bir şekilde yayılması, tamamıyla padişah ve çevresinin gafletinden. kişisel hırsları sebebiyle düştükleri hatalardan kaynaklanıyordu. Nitekim sultan, kendisini yanlış yönlendirdiklerini iddia ettiği bazı kimseleri idam ederek hatalarını telafi etme yoluna gitmişti.

 

Altıncı Aşama: Köşeye Sıkıştırma

Morada isyanın iyice kontrolden çıktığı bir aşamada Sultan Mahmud, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşayı yardıma çağırdı. Mehmed Ali Paşanın 1823 tarihinde gönderdiği birlikler, kısa zamanda Morada duruma hâkim oldu. 1826 Nisanında Moranın önemli yerleri tekrar hükümetin eline geçmiş haldeydi. Hatta Rum patriği, Moradaki halkın yeniden reaya olarak kabul edilmeleri ve genel bir af çıkartılması için Bab-ı Âli’ye arzuhaller sunmaya başlamıştı. Bu gelişme, padişah ve çevresi tarafından yeniçerilere karşı yürütülen gizli operasyonun son aşaması için uygun zaman olarak görülmüştü. Yeni usullere göre eğitilmiş Mısır kuvvetlerinin, 5 yıldır bastırılamayan isyanı kısa bir zaman içinde kontrol altına alması, yeni askeri birlikler kurmanın haklı gerekçeleri olarak görülmeye başladı. İkinci Mahmud kolladığı ortamı ve zamanı yakaladığını düşünmüş olmalıydı”.

 

1826 yılı Mayıs sonlarına doğru sultan, uzun zamandır hazırlandığı operasyonun başlatılması için hareke geçti. 26 Mayıs 1826 (h. 18 Şevval 1241) günü şeyhülislam konağında sadrazam ve devlet erkânıyla büyük bir toplantı yapıldı. Toplantının amacı yeniçerilere yönelikti. Konuşmalarda talimli askere olan ihtiyaç vurgulandı ve yeni bir askeri birlik teşkil olunması için üç gün içinde bir kanun taslağı hazırlanması kararı alındı”.

 

Üç gün sonra yeniden yapılan toplantıda hazırlanan kanun taslağı ele alındı. Toplantıya hazırlıklı gelen Sadrazam Selim Mehmed Paşa, söz alarak; “Yeniçerilerin artık iyice bozulduğunu” uzun uzun anlattı. Ardından iyice bıkkınlık vermiş olan Yunan isyanının bastırılamamış olmasının suçunu yeniçerilerin üzerine yıktı; “Bir alay köylü mesabesinde olan Rum eşkıyaların, onca sene ve para harcanmasına rağmen üstesinden gelinemediğini” belirterek yeniçerileri beceriksizlikle itham etti[30]. Reisülküttap efendi de Rum isyanı yüzünden yabancı devletlerin kabul edilemez taleplerini anlatarak sadrazama destek veriyordu. Ardından, Ocak Kethüdası Hasan Ağa söz aldı; “Ocakta kanuna uyulmadığından ve uygunsuz adamların ocağa doluşmuş olduğundan” söz etti.

 

Bütün konuşmalar, yeniçerilerin devlet tarafından artık iyice gözden çıkarıldığını göstermekteydi. Söylenenlere göre; “İçlerine yabancı casuslar sızmış, ocak artık devlet ve millet için zararlı hale gelmişti.” Hatta bu sızmalar arasında “Rum eşkıyaları” dahi vardı. Bütün bu iddiaları göğüslemekle yükümlü olmasına rağmen ocağın ipini çekecek cümle, ocak kethüdası tarafından sarf edildi: “Ocakta disiplin kalmadı. Böyle bir askerle ben de savaşa gitmek istemem. Bu askerin ıslahı ne ise hemen yapılmalıdır” Kethüdanın sözleri, toplantıda bulunan diğer ocak ağalarınca da onaylandı”.

 

Katılımcıları hazırlamak için yapılan bu konuşmaların ardından hazırlanan nizamname okundu. Nizamnameye göre; “Eşkinci Ocağı” adıyla yeni bir askerî birlik oluşturacaktı. Eşkinci erleri, yeniçerilerden alınacaktı, İstanbuldaki 51 ortanın her birinden alınacak 150şer er ile teşkilatın sayısının 7650 olması planlanmıştı.

 

Nizamname hazır bulunanlara imzalatıldı. İmzalayanların yaklaşık üçte ikisi yeniçeriydi. Hemen oracıkta hazırlanan bu yeni kanunun uygulanmasına muhalefet edenlerin isyancı sayılacağına dair de “fetva” hazırlandı. Daha önce belirtildiği üzere, üst rütbeli ocak subayları gibi şeyhülislam da operasyonun bir parçasıydı.

 

Bu esnada yeniçeri ağası, ocağı sistemli bir şekilde karıştıran Hüseyin Ağanın yardımcısı olan Mehmed Celaleddin Ağa idi. Toplantıdan sonra Celaleddin Ağa, yanında İstanbul kadısı olduğu halde diğer yüksek rütbeli kadılar, müderrisler ve tekke şeyhlerini de alarak doğruca Ağa Kapusu’na geldi. Burada toplanmış olan yeniçerilere önce fetva okundu; ardından bazı müderrisler tarafından konuşmalar yapıldı[31]. Konuşmaları dinleyen ocaklılardan ön tarafta olan bölükbaşılar ve ocak ihtiyarları, söylenenleri duyabildikleri için uygun gördüklerini ifade ettiler; arka saflardakiler de onlara bakarak kabul ettiklerini belirttiler. Şeyhülislamın yazısının altını “Canımızla ve kanımızla’ diyerek mühürlediler’.

 

Yedinci Aşama: Tahrik ve Tuzak

Yeniçeri ağasına Eşkinci Ocağına kayıtlara başlaması için sultanın emri 30 Mayıs 1826 tarihinde geldi. Birkaç gün içinde asker sayısı 8 bin 500e çıktı. Bu sayı, 10 bin dolayında olduğu tahmin edilen İstanbul’daki mevcut yeniçerilerin çoğunluğu demekti. Aslında padişahın bu girişimi oldukça riskliydi. Zira sürekli olarak ocaklarının söndürüleceği endişesini taşıyan yeniçerilerin ürkmesi ve tepki göstermesi muhakkaktı. Padişahın bu ihtimali tahmin ve hesap edememesi düşünülemezdi. Zira yakın geçmişte Alemdar Mustafa Paşa zamanında yeniçerilerin hışmına uğrayan “Sekbân-ı Cedid” örneği vardı. O halde yeniçerilerin tepki göstereceğini bile bile başlatılan böyle bir girişimin, ustaca hazırlanmış bir tuzak olduğu barizdir. Hatta tuzağın daha da etkili olması, yani yeniçerileri daha da tahrik etmek için “Eşkincilerin” Avrupa tarzında üniformalar giymiş olarak talimlere başlayacakları ilan edilmişti.

 

Bütün bunlara rağmen 11 Haziran 1826 Pazar günü dualar eşliğinde “eşkinci erleri” talime başladılar”.

 

Sekizinci Aşama: Tertip ve İmha

Padişahın planın artık son aşamasına gelinmişti: Eğer zayıf ve plansız bir ayaklanma tertip edilirse, gafil avlanacak olan yeniçerilerin kurtulmaları mümkün değildi. Nitekim ilk tahrik faaliyeti ve ayaklanmanın önderliğini, Eşkinci Ocağı kurulmasıyla ilgili kararların alındığı toplantılara katılan ve daha önce padişah tarafından satın alınmış olan Kethüdayeri Mustafa ile Orta Mütevellisi Kürd Yusuf yapmaktaydı[32]“.

 

14 Haziran 1826 (9 Zilkaade 1241) akşamı birer ikişer Etmeydanı’nda toplanan bir grup yeniçeri, gece yarısına kadar aralarında müzakerelere başladılar'”. Gece yarısından sonra (ezani saatle 5’00 sularında”) Ağa Konağına doğru harekete geçen ve sayıları topu topu 2-3 yüzü ancak bulan ” isyancı grubun, nasıl bir tuzağa doğru yürüdüklerini bilmeleri mümkün değildi. Zira Sultan Mahmud ve ekibi uzun zamandır bu gün için hazırlanıyorlardı. Topçu, humbaracı, lağımcı ve tersane ocaklarının reis ve zabitlerine alarm verilmiş, tetikte bekliyorlardı. Boğaz muhafızları Ağa Hüseyin Paşa ile İzzet Mehmed Paşanın emirlerindeki 3 bin sekban askeri de pür silah, kendilerini karşıya geçirecek kayık ve mavnaları harekete hazır halde bekliyorlardı.”

 

İsyancılar ilk önce Süleymaniye’de Ağa Konağını bastılar. Hedeflerinde yeniçeri ağası vardı ama bulamadılar; önceden haber aldığı için kaçmış bir kurukahvecinin evine gizlenmişti. Ağayı ele geçiremeyen isyancılar Bâb-ı Ali’ye yöneldiler. Yolda rast geldiklerini çeviriyorlardı. Asma altında hamallar, Bahçekapı çevresindeki hanlarda kalan bekâr hamal ve manavlar ile Hoca Paşa hamalları da isyancı gruba katıldı. Sayıları iki bine ulaşmıştı”. Grup önce Bâb-ı Âli’yi bastılar; fakat sadrazam yoktu. Binaları tutuşturarak, Mısır Kapu Kethüdası Necip Efendinin konağına yöneldiler. Necip Efendi, Alemdar tarafından kurulan Sekban Ocağına müdahil olması nedeniyle yeniçerilerin düşmanlığını çekmişti ve son zamanlarda yeniçerilere karşı girişimlerde adı çok öne çıkmaklaydı. Konağı basan yeniçeriler, Necip Efendiyi aradılar ama diğerleri gibi onu da bulamadılar[33]“.

 

Bâb-ı Âli baskınından sonra isyana yeniçeriler Yeni Odalara döndüler Aradıkları hiç kimseyi ele geçirememişlerdi; sanki olacaklardan herkesin önceden haberi vardı ve zamanında sıvamışlardı. Elleri boş olarak kışlaya dönen yeniçeriler, nasıl bir tertip ve tuzağa düştüklerini ancak Topçulara ve Boğaz yamaklarına davetiye gönderdiklerinde artık anlamış olmalıydılar. Zira davetlerine ret cevabı almışlardı’.

 

Uzun zamandır sabırla beklenilen ve hazırlanılan an gelmişti. Beşiktaş sarayında bulunan padişaha haber gönderen sadrazam ve şeyhülislam, bir taraftan da Sancak-ı Şerifi çıkardılar. Bu arada emirlerindeki kuvvetlerle hazır bekleyen Ağa Hüseyin Paşa ve İzzet Paşaya da Topkapı Sarayına gelmeleri için haber göndermişlerdi. Sancak-ı Şerif, Sultan Ahmed camiine çıkartıldı; ulema ve halk sancağın altına davet edildi.

 

Kısa zaman sonra talebeler, suhteler, topçular, arabacılar, humbaracılar, lağımcılar, tersaneliler, kalyoncular, Sultanahmet’e doğru akmaya başladılar. Ayrıca mahallelerden imam ve ihtiyarları öncülüğünde halk, ellerine geçirdikleri silahlarla savaşa gider gibi tekbirlerle grup grup Sultanahmet’e yürüyorlardı”. Halkı ve ulemayı galeyana getirmek için “Bâb-ı Âli ve Necip Efendi konağını yağmalayan yeniçerilerin, ele geçirdikleri Kuran nüshaları ile ayet-i kerime ve hadis i şerif bulunan levhaları parçalayıp ayakları altında çiğnedikleri” söylentisi yayılmıştı. Hatta mushaflardan birisinin sayfasının kenarına orta nişanlarını yapmışlardı ki ilginç bir şekilde bu nişanın basıldığı sayfa, Firavunun helaki ile ilgili sayfaya rast gelmişti”.

 

Sultanahmet’te 10 bin kadar insan toplanmıştı. Tophaneden birkaç da top getirildi. Eski Yeniçeri Ağası Hüseyin Paşa ve İzzet Mehmed Paşanın idaresinde bulunan kuvvetler, Yeni Odalara doğru harekete geçtiler. Kışladakiler hiçbir direniş gösteremediler. Kışla kapısı, bir top mermisiyle havaya uçuruldu. Meydandakilerin birçoğu daha ilk anda açılan top ateşi ve kurşunlara yem oldular.[34] Kaçıp kışlaların içlerine saklananlar da kurtulamadılar; yağlı paçavralarla kışlalar tutuşturulmuş çok sayıda yeniçeri ateşte yanarak can vermişti”.

 

15 Haziran 1826 tarihinde, öğle sonrasında yeniçeri kışlalarından yükselen alevler, artık Osmanlı Devletinin bir devrinin kapanıp yeni bir devrinin açıldığının işaretini veriyordu”[35]. İsyanın bastırılması ve ocağın imhası, topu topu 20 dakikadan biraz fazla sürmüştü”.

 

Kışla ve çevresinde öldürülen yeniçeri sayısı ilk kaynaklarda 300 olarak bildirilmişti”. Bazı kaynaklara göre ise “o kadar çok yeniçeri öldürülmüştü ki yanmış kışlaların çevresi, cesetlerden geçilemez haldeydi.”

 

Et meydanı’nda ele geçirilen yeniçerilerin öldürülmesiyle yetinilmemişti; kapılar kapatılarak şehirde korkunç bir av başlatıldı. Ele geçirilen yeniçeriler alelusul sorgulanıyor ve hemen idam ediliyorlardı. Aynı gün saat dokuz sularında 71’inci Orta’nın ustası, sekiz neferle birlikte yakalanmıştı; sadrazama getirildiler. Hemen boğduruldular ve cesetleri sürüklenerek Sultanahmet Meydanına bırakıldı'”.

 

İstanbul’daki bu tasfiye sırasında idam edilenlerin miktarı hakkında çeşitli rakamlar vardır. Osmanlı kaynakları bu konuda biraz suskun bırakılmıştır. Yabancı kaynakların bir kısmı da abartılı rakamlar vermektedir. Ancak bir çok sağlam kaynak bu sayının yaklaşık 6-8 bin olduğunda birleşmekledir. Oysa padişah yanlısı olan kaynakların dahi belirttiğine göre, isyana katılan yeniçeri sayısı 2-3 yüz kadar küçük bir gruptu ve hükümet taraftarlarının kaybı sadece 87 idi[36]“.

 

Ulema geceyi Sultanahmet’te geçirdi. Ertesi Cuma günü yine sayısız yeniçeri yakalanmıştı. Yakalananlar sadrazama getirilmiş ve kimi sorgulanarak, kimisi de sorgulanmadan hemen oracıkta öldürülüyorlardı. Bu şekilde katledilenlerin cesetleri, hamam külhanı çocuklarına köpek leşi gibi sürükletilerek denize attırılıyordu.

Katliamlar sırasında yapılan yargılamalar gösterişten öte değildi, öyle ki bu göstermelik mahkemede görev alanlardan birisi yapılanların dehşeti karşısında şoka gırmişti’. İngiliz elçisinin gizli bir kaynaktan öğrendiğine göre, padişah, tahta çıkışından beri kendisine muhalif gördüğü kimseleri bir deftere kaydetmişti; şimdi bunlar da bulunarak bir bir imha edilmeye başlanmıştı’.

Cuma selamlığına çıkan padişahın yanında artık yeniçeriler yoktu. Bir sonraki gün de zaten ocağın lağvedildiği resmen ilan edildi

Ulema o gün de camide geceledi. Cumartesi günü firarilerin yakalanması devam etti. Şehirde cesetlerin kokusu dayanılmaz hale geldiğinden cesetler birbirlerine bağlanarak sürüklenip denize atıldılar[37].

 

Katliamları meşrulaştırmak için öldürülen usta ve başkarakullukçuların “kimilerinin sünnetsiz oldukları; kimilerinin de vücutlarında haç dövmeleri olduğu” propagandası yapılıyordu. Hatta 52’nci cemaat ustası, sadrazam huzurunda “Moskovluyum” diye bağırarak küfrünü ikrar ettiği için cellâda verilmemiş, meydandaki kalabalığa teslim edilerek linç ettirilmişti[38].

 

İdam edilmeyen binlercesi aç ve çıplak şehir dışına sürüldü”; fakat bunların çoğu da gittikleri yerlerde idam edildiler. Vilayetlere emirler gönderilmişti; oralarda da yeniçeri avı sürdürüldü”.İkinci Mahmud’un, gizliden gizliye ocağın kilit noktalarına yerleştirdiği ve tertibin planlayıcılarından olma ihtimali yüksek olan subaylar, olaylar yatışmaya başladıktan sonra birer ikişer ortaya çıktılar. Her biri yaptıkları hizmetlerinin karşılığını aldılar. Yeniçeri Ağası Mehmed Celalettin Ağaya kapucubaşılık rütbesiyle hilat giydirildi. Kul kethüdası ağaya da beylerbeylik verildi. Zağarcı ve saksoncubaşılar ile diğer faydaları görülen bölük ağaları ayrı ayrı taltif edildiler”.

 

Yeniçeriler Sonrasında Osmanlı

 

Geleneksel Osmanlı Yapısının Yıkılması

İlk bakışta Yeniçeri Ocağının kapatılması ve onun yerine yeni bir ordu kurulması gibi sunulan bu olgu aslında bir politik-ideolojik hegemonyanın inşası ve bu inşaya karşı verilen mücadeleden ibarettir. Nitekim ocağın kaldırılmasının ardından, yeniçerilik aleyhinde yoğun bir propaganda başlatıldığı[39] gibi yeniçeriliği çağrıştıracak her şeyin imhasına çalışıldı. Osmanlı geleneksel yapısında önemli yeri olan ve yeniçerilerle güçlü bağları bulunan Bektaşi tarikatı da bu esnada benzer bir yıkım yaşadı. Bektaşiler toplanıp Cebehane’de hapsedilmişlerdi. Bir hafta sonra şeyhleriyle birlikte grup grup çeşitli vilayetlere sürüldüler”. Ardından Karaağaç, Eyüp’te Karyağdı, Sütlücede Bademli zaviyesi ve yedi mahallede Mumcular kethüdasının yaptırdığı tekkeler, Merdivenköy, Çamlıcada Öküz Limanı, Üsküdar’da Kancı Tekkesi ve Rumelihisarı’nda Şe-hidlik adlı İstanbul çevresindeki dokuz Bektaşi tekkesi yıktırıldı’. Daha sonra memleket dâhilinde Bektaşilik yasaklandı; dergâhları kapatılıp mallarına el konuldu[40]“. Tekkelerinin 60 yıldan eski olanlar Nakşibendilik başta olmak üzere dini maksatlı başka müesseselere dönüştürülmüştür.

 

Yeniçerilerle birlikte Bektaşilerin aleyhinde de propaganda başlatılmıştı. Bu amaçla yazılan kitaplarda; Bektaşilerin, İran ile işbirliği yaptığı, İrandan gelecek istilacı kuvvetlere yardım için silahlandıkları, Mora’da isyan eden Rumlarla işbirliği yaptıkları ve onlara “birlikte hareket edip şu yezidleri katledelim” dedikleri gibi inanılmaz iddialara yer verilmekteydi. Hatta bu kitaplarda Bektaşi- ler için “İslama küffardan daha şiddetli düşman oldukları” yazılıyor; padişaha itaat etmeyi emreden hadisler sıralanıyordu”. Ancak başta Şeyhülislam Mehmed Tahir Efendi olmak üzere bazı ülema, Bektaşîlere karşı yöneltilen “rafızi” ve “mülhid” gibi ağır ithamlara karşı çıkmışlardı”[41].

 

Operasyon bununla bitmemişti; yeniçerilerin geleneksel destekçileri olan ve çoğunlukla imparatorluğun “Türk unsurlarından müteşekkil kayıkçılar, bekçiler ve tulumbacılar da dağıtıldı, tamamı İstanbul’dan sürüldü. Sürülen hamalların yerine Ermeni ve Rum hamallar getirildi”. Şehrin çeşitli meydanları ve camileri kenarlarına kümelenmiş baraka dükkânlar yıkıldı.

 

Yeniçerilere ait bütün kayıt ve defterler de bu katliamdan nasiplerini aldılar. Belge ve kayıt adına ne var ne yoksa toplatılıp Ayasofya Hamamı külhanında yakıldı.

 

Yeniçerilerin ardından sürgüne gönderilen hu hizmet erbabının yeri doldurulmadan şehirdeki ticaret ve günlük hayatın sürdürülmesi mümkün değildi. Nitekim padişahın emriyle Ermeni cemaatinden kimseler bu Türk unsurların yerine görevlendirildiler”.

 

Operasyon esnasında İstanbul’daki işsiz ve boş gezen takımı da toplanıp memleketlerine gönderilmişti. 25 Haziran 1826 tarihli bir rapora göre; İstanbuldan Anadolu’ya gönderilenlerin sayısı 18 bin 500 u bulmuştu. İkinci Mahmud, yine de hızını alamamış olmalıydı ki sokak köpeklerini de ortadan kaldırtmıştı.

 

Rum isyanında Müslüman ve Yahudi halka karşı Mora’da yapılan korkunç katliamlar yüzünden, devletin Rumlara güveni kalmamıştı. Bunların yerini Ermeniler ve Yahudiler aldı.

 

Her ne kadar ilk günlerde estirilen terör ve sindirme havasında iki de Yahudi sarraf idam edilmiş, mallarına el konulmuş ise de İkinci Mahmud dönemi ve ıslahatları, Yahudilerin de yeniden Osmanlıda yükselişe geçtiği bir dönemin başlangıcıdır[42].

 

17. yüzyılın ortasından itibaren Osmanlı asker ve yönetici kaynağı olarak devşirme sisteminin terk edilmesi ve artık Türk kökenli kaynaklara yönelmelerine paralel olarak Osmanlı siyasi ve ekonomik hayatında Yahudilerin etkinliğinin azaldığı bir gelişme yaşanmıştı. Şimdi ise şartlar yeniden değişmişti. Yaşanan hu dönüşümde, muhakkak ki Yahudilerin kadim düşmanları ve rakipleri olan Rumların önemli oranda devre dışı kalmalarının önemi büyüktür. Aynı dönemden Ermeniler de karlı olarak çıkmışlardı; zira Rumlardan ve Türklerden boşalan hizmet alanlarını doldurmuştu. Ancak I890’larda özellikle taşralı ve dar gelirli Ermeni gençlerin, Batılı güçler taralından tahrik edilerek isyana yönlendirilmesi sonucu devletle aralarının açılması, şartlan daha da Yahudilerin lehine çevirmiştir. İkinci Meşrutiyet ve Jön Türkler döneminde Yahudiler, Türkiye’de yeniden 16. yüzyıldaki altın çağına ulaştıkları kabul edilir.

 

Sultan Mahrnud, yaptığı icraatlarla adım adım Osmanlının geleneksel yapısının sembolü olan kurumları kökten söküp attı. Mesela yüzlerce yıl, Osmanlı askerinin moral kaynağı olan mehter takımı da bir müddet sonra kaldırılmış, cirit oyunu da yasaklanmıştı. Hükümet aleyhinde konuşmalar yapılıyor gerekçesiyle kahvehaneler de kapatılmış, meddahların gösterileri yasaklanmıştı. Halkın iktidara karşı eleştirel sesi olan Karagöz Hacivat da yasaklılar listesindeydi.”

 

İkinci Mahmud, yenilik adına yaptığı değişikliklere insanların dış görünüşlerim de dâhil etmişti. Askerler gibi memur ve halkın da geleneksel kıyafeti değiştirilerek fes giyilmesi zorunlu hale geldi. 3 Mart I829’daki bir nizamname ile icraya konulan yeni kıyafet düzenlemesi sultanın en önemli inkılâbı sayılır. Nizamnameye göre kavuk kaldırılmıştı; “imame ve ferace” denilen sarıkla cübbe ise ilmiye sınıfıyla sınırlı tutulmuştu. Devlet memurları ile halk “fes, ceket ve pantolon” giyeceklerdi”. Ayrıca sakal ve bıyıklara da el atılmıştı; bıyıkların uzunluğu kaş hizasını geçemeyecek, sakallarda çeneden aşağıya ancak iki parmak kadar uzayabilecekti[43].

 

Kıyafet düzenlemesinin zamanlaması da çok ilginçtir. Zira ülke 1828de başlayıp 1829 Eylülü ortasında büyük bir yenilgiyle sona erecek olan bir savaşın tam ortasındadır Üstelik Mora isyanı da tehlikeli bir boyut kazanmıştı; özerklik talebiyle İngiltere ve Fransa, Bâb-ı Ali üzerinde baskılarını artırmışlardı.

 

Bütün bunların ötesinde yeterince hazırlık yapılmadığından, bu kıyafetin beceriksizce hazırlanmış görünümü, yabancıların bile göz zevkini rahatsız edecek haldeydi. Nitekim yabancı birisi, manzarayı şöyle tarif edecektir: “İkinci Mahmudun veziri Hüsrev Paşa, Avrupa usulünce talim görmüş askeri bir birliği takdim eden ilk kumandandır. Memleketin ileri gelenleri arasında en güzel Türk kıyafetini, Avrupa biçimi üniformanın zevksiz ve rahatsız taklidiyle ilk değiştiren de o olmuştur”.

 

Klasik Osmanlı sisteminin asıl unsurlarından olan ulema ve medrese de artık kendini savunma ve idareyi etkileme gücünden mahrum kalmıştı. Yeni dönemde yavaş yavaş tasfiye olacaklardır. Nitekim Şeyhülislam Mehmed Tahir Efendi, padişaha onca hizmetine rağmen kıyafet değişikliğine karşı çıktığı için azledilmişti”.

 

Toplumsal Bağların Zedelenmesi

Yeniçeriliğin kaldırılması Avrupalılar tarafından memnuniyetle karşılanmıştı. Operasyon sonunda Sultan Mahmud hakkında Avrupa gazetelerinde övgü dolu yazılar çıkmıştı”. Avrupadaki memnuniyetini bir İngiliz subayı, Adophus Slade, şöyle tespit ederek dile getirmişti: “Frenkler Mahmud’a methiyeler düzüyorlar, çünkü camiyi göz ardı ediyor, şarap içiyor, pabuç giyiyor, Hıristiyanları taklit ediyor.

 

Sultan Mahmud, Yeniçeri Ocağını kaldırmasından sonra Osmanoğulları arasında çok az padişaha nasip olan otoriter güce sahip oldu. Bosna-Hersek, Arnavutluk ve Mısır gibi uzak eyaletler hariç, taşrada ayanlar önemli oranda etkisizleştirilmişti. Ulema ve Zamanlama açısından Üçüncü Selim’in boğaz yamaklarına pantolon giydirme girişimiyle oldukça benzeşir. O tarihte de devlet Rusya ile savaş halindeydi ve ordu cephedeydi[44]. Esnaf gibi geleneksel kurumların da idare karşısında hiçbir etkinlikleri kalmamıştı; zira artık dayanışma içinde oldukları yeniçeriler yoktu. Sultanın ve iktidarı elinde tutanların gücünü dengeleyebilecek, ülkedeki muhalefet fonksiyonunu icra edebilecek güç ve odak kalmamıştı.

 

Bu durum, sultanın ve icranın otoritesini artırsa da aslında devletin gücünü zayıflatmıştı. Batıda bu dönemde “güçler ayrılığı” prensibi önem kazanırken, Osmanlı’da tam tersi bir gelişme yaşanıyordu. Üstelik de yenileşme (teceddüt, daha sonra modernlik) adına… Batıda olduğu gibi kralın veya hükümetin dayandığı bir sınıf bulunmadığından, geleneksel dayanağı olan güçlerin bertaraf edilmesiyle Osmanlı Devletinin ve onun sembolü olan sultanın reel gücü kalmamış oluyordu. Nitekim Osmanlı yönetimi bu tarihten itibaren yabancılara karşı tavizkâr ve onların taleplerini yerine getirirken içeride daha otoriter bir yapıya bürünmüştür.

 

Sultan, iktidarını ve gücünü sınırlayacak dâhili kuvvet olmadığından artık keyfince hareket etme imkânı bulmuştu. Mehter müziği yerine, acemice çalınan opera parçalarının bozuk tonlarıyla tertip edilen törenleri izleyen halkta korku ve dehşet duygusu hâkim olmuştu’ Serasker paşa, sokakta padişaha rastlandığı zaman saygıda kusur edilmemesi için nasıl davranılacağını ayrıntılı olarak tebliğ ediyor; padişahın Cuma Selâmlığına çıktığı zamanlarda sokaktaki insanların yapacakları hatalar, sert şekilde cezalandırma konusu oluyordu[45].

 

Padişahın otoritesinin artmasına karşı devletin halk ile olan bağları zayıflamıştı. Yeniçeriliğin imhası, özellikle Müslüman Türk toplum yapısında ciddi olumsuzluklar doğurmuştu. Çünkü yeniçeriler, esnaf ve alt gelir gruplarıyla olan organik bağları yüzünden, ezilen tabakanın sesi ve temsilciliği fonksiyonunu üstlenmekteydiler Osmanlı sisteminde toplumsal muhalefetin en önemli unsurunun bu şekilde ortadan kaldırılmasıyla toplumsal talebin yönetime taşınmasını sağlayan kanallar kapanmış oluyordu[46]. Bu durumun ise toplumun dinamizminin sönmesine, derinden işleyen bir çürümüşlüğe, gayrimemnun ve muhalefetin yayılmasına sebep olacağı kesindir. Nitekim daha sonraki gelişmeler bunu göstermiştir.

 

Bu gelişmeden olumsuz etkilenen kesim Müslüman Türkler olmuştur. Yerli Hıristiyan unsurlarla işbirliği yapan küresel sermayenin imparatorlukta yayılan hâkimiyeti karşısında Müslüman Türk unsurunun çıkarlarını savunacak, taleplerini icra makamlarına taşıyacak vasıtalar ve imkânlar ortadan kalkmış bulunuyordu. Toplumun derinliklerine uzanan, dikey irtibat sağlayan, kökü yüzyıllara dayanan bir örgütün aniden ortadan kaldırılması, devlet ile halk tabanı arasındaki önemli kanalları doğal olarak derinden yaralayacaktır. Bu kopukluk, devşirme sisteminin terk edilmesi sebebiyle gayrimüslim taban ile daha önceden yaşanmıştı. Şimdi ise Müslüman unsurlar ile yaşanmaya başlamıştı. Nitekim Balkanlarda Bosna ve Arnavutluk’ta isyanlar baş göstermiş, yüzyıllardır düşmanla yaptıkları savaşlarda pişmiş olmalarına rağmen doğuda ve batıdaki hudut bölgelerinin halkı bile tam bir gayretsizlik içine girmişler, kendi devletlerine karşı soğumuşlardı. Bosna’daki direnç 1830’ların ortalarına kadar isyan şeklinde devam etmişti”.

 

Osmanlı Devletinin bu tarihten itibaren yaşadığı askeri mağlubiyetleri ve girdiği hızlı gerileme dönemini bu hususlar göz önüne alınmadan açıklamak doğru değildir. Nitekim 1826 sonrasında yaşanan isyanlar, hızlı toprak kayıpları, çöken ekonomi, yerli sermaye ve üretimin rekabet gücünün kaybolması ve sonuçta ülkenin bütünüyle Avrupa çıkarlarına açık bir alan haline dönüştürülmesi, büyük oranda örgütsüzleştirilen toplumsal yapının çöküşünün tezahürüdür[47].

Sultan Mahmud, bütün geleneksel yapıyı yıkarken, Müslüman halktan gelen tepkileri önlemek veya asgariye indirmek için, dinin insanlar üzerindeki etkisinden olabildiğince yararlanma yolunu seçmişti. Padişahın bu yaklaşımı, İbn-i Haldun’un; asabiyesi zayıflayan hükümdarların dine yaklaşımları” hakkındaki tezine uygun düşmekteydi. Ünlü düşünüre göre “asabiyesi çöken mülk, yani saltanat’ sahipleri dinden nasıl faydalanabileceklerinin peşindedirler. Onlar artık dinin sadece bu işlevi ile ilgilenir ve dini kurumları destekler, din adamlarını himaye eder.” Nitekim İkinci Mahmud, muhaliflerini ve iktidarına yönelik her türlü tepkiyi, din karşıtı göstererek yerme yolunu tutmuştu. Gerçekte ise, başındaki fesi bir kenara bırakılacak olursa Avrupai kıyafeti içindeki padişahın Rus çarından, Avusturya imparatoru veya Prusya kralından görünüş itibariyle hiç bir farkı kalmamıştır. Avrupa hükümdarları gibi resimlerini de devlet dairelerine ve yurt dışındaki elçiliklere astırıyor; alkol yüzünden bedeni yavaş yavaş çöküyordu.

 

Müslüman halkın devletten soğumaları ve yönetime karşı ilgisiz davranmaları karşısında, içine düştüğü çaresizlik yüzünden Hatt-ı Hümayunlarından birisinde Sultan Mahmud serzenişte bulunuyordu[48]. (Osmanlı Arşivi, HAT. 525/25611)

 

“Ağa Kapusu” denilen Yeniçeri Ocağının yönetim merkezi 1826’dan sonra şeyhülislamlık makamı yapıldı. Yeniçerilerin ardından kurulan ordunun ismi de eskisine nazaran daha tslami bir yapıyı çağrıştırmaktadır: ‘ Asâkir-i Mansûre-i Muhammediye…” Hatta yeni ordunun kadrolarına ulemadan çok sayıda kimse de istihdam edilmiştir. Ancak aynı dönemde kiliseler de daha önce hiç görülmemiş miktarda canlanmıştır. Sayıları binlerle ifade edilecek kadar kilisenin tamir ve inşalarına izin verilmiştir. Mesela Katolik Ermeniler 1830 yılında müstakil bir cemaat olarak resmen tanınmış, bunlar için yeni kiliseler inşa edilmeye başlanmıştı.

 

Padişahın icraatlarına karşı olan gelenekçiler, onu “gâvur padişah” diye adlandırarak pasif direniş göstermişlerdi. Bu gelenekçi unsurlarla acımasızca savaşan padişah, aynı dönemde Hindistan kökenli olup Kuzey Irak, Suriye ve Güneydoğu Anadolu’da yükselmekte olan Halidiyye Tarikatının manevi gücünden yararlanmayı tercih etti. Şeyhülislamlık makamına uzun yıllar, tarikatın mensuplarından Mekkizade Asım Efendiyi tayin etti”. Bu ilişki, tarikatın daha hızlı yayılmasına katkı sağlarken, padişah da onların halk üzerindeki saygınlığından ve propaganda gücünden faydalanmış oluyordu. Nitekim Sultan, devleti ihya etmek üzere yüzyılda bir gelen bir “müceddit” (ashâb-ı mie) olarak tebcil edilmiştir. Hatta “veli” olduğuna dair halk arasında söylentiler yayılmıştı.

 

Padişahın bu gibi çabaları, Müslüman halkın devlete olan küskünlüğü önleyemeye yetmeyecektir. 1828-1829 Rus Harbinde bu memnuniyetsizlik kendini açıkça gösterdi. Balkanlar ve Kafkaslar üzerinden ilerleyen Ruslara karşı Müslüman halkın ilgisizliği inanılmaz boyutlardaydı. Üstelik Balkanlarda Bosnalılar ve Arnavutlar gibi Osmanlı Devletinin ayrılmaz parçası ve destekçileri olan unsurlar bile isyan etmişlerdi. Bütün bunların yanında padişahı asıl endişeye düşüren ve belki de yaralayan daha önemli bir gelişme, Mısır kuvvetlerinin Anadoludaki ilerleyişine Müslüman halkın gösterdiği sıcak yaklaşım olmasıydı.

 

Askeri Mağlubiyetler

Yeniçeri Ocağının yerine kurulan askeri teşkilat büyük iddialarla kurulmuştu ama bu sadece sözdeydi. İkinci Mahmud’un “Asâkır-i Mamure-i Muhammediye” adıyla kurduğu ordu tam bir yamalı bohça gibiydi. Rus usülüne uygun tertip edilen piyade ordusunun nizamnamesi Fransadan alınmış Belçika tüfekleri ve İngiliz kılıçlarıyla teçhiz edilmişti. Hayvan koşumları da Macaristandan getirilmişti. Oysa aynı dönemdeki yabancı ve Osmanlı düşmanı askeri gözlemciler, kendi yöneticilerine sundukları raporlarında Osmanlı süvarisinden ve kullandıkları koşumlarından övgüyle bahsediyorlardı. Subay kadrosu de benzer manzarayı arz ediyordu. Ordu kadroları milletten yabancı subaylarla doldurulmuştu.

 

Kuruluşunda görev almasına rağmen, Moltke tarafından beğenilmeyerek’ hafife alınan İkinci Mahmud’un yeni ordusu, girdiği hiçbir savaşta başarılı olamayacak; ona zafer haberi vermeyi başaramayacaktır.

 

Mansure Ordusunun ülkeyi dış düşmanlara karşı korumak için nasıl bir yetersizlik içinde olduğunu yabancı temsilcilikler ülkelerine rapor etmişlerdi: “Bu ordu ancak bir iç polis olarak çok etkili olduğunu gösterdi. Böylelikle sultanın merkezileştirme girişimlerinde baskıcı bir araç görevini yerine getirdi.”‘

 

Donanmanın İmhası

Yeniçerilerin imhasıyla kara ordusunu kaybeden Osmanlı Devleti, bir yıl sonra da donanmasının imhasıyla karşı karşıya kaldı. Osmanlı’nın elini kolunu budama operasyonunu sürdüren Batılı güçler, bu kez de donanmaya göz dikmişlerdi. Bunu da yönetimin beceriksizliğinden yararlanarak çok kolay bir ustalıkla gerçekleştirdiler.

 

Ocağın kaldırılmasından yaklaşık üç ay sonra, 7 Ekim 1826da Osmanlı’nın içine düştüğü zayıf durumu değerlendiren Rusya, 1812 Bükreş Antlaşmasının bazı tartışmalı maddelerini gerekçe göstererek Akkirman Antlaşmasını dayattı: Eflak-Boğdan ve Sırbistan’ın imtiyazları genişletildi[49]. Bununla yetinmeyen İngiltere, Fransa ve Rusya, elbirliği yaparak Yunanistan konusunda Bab-ı Âli’ye baskı yapmaya başladılar. Yunanistan’ın Osmanlı’ya bağlı, fakat iç işlerinde bağımsız, bir devlet statüsüne kavuşmasını istiyorlardı. Sultan Mahmud, teklifleri reddetti. Bunun üzerine harekete geçen üç devletin ortak donanması Mora’ya doğru harekete geçti. Osmanlı donanması Navarin Limanında demirlemişti. Müttefik kuvvetleri, savaş dahi ilan etmeden 20 Ekim 1827’de limanda hareketsiz ve savunmasız halde duran Osmanlı donanmasını imha etti. İşin en ilginç yönü ise, müttefiklerin olayın suçunu Osmanlı’ya yükleyerek bazı küçük kayıpları için utanmazca tazminat talebinde bulunmalarıydı.

 

1828-1829 Mağlubiyeti

Adım adım Osmanlı İmparatorluğunu güçsüzleştirme ve dize getirme operasyonunu sürdüren Avrupalı güçler, donanmanın da imhasıyla bu amaçların büyük oranda gerçekleştirmişlerdi. Ancak operasyon yeterli aşamaya gelmediğinden Rusya devreye sokuldu. Basit gerekçelere dayanarak Rus orduları Kafkaslar ve Balkanlar üzerinden saldırıya geçti. Askeri yönden budanan Osmanlı Devleti, idari olarak da tefessüh etmiş haldeydi. Nitekim askeri açıdan durum ortadayken, sultanın topladığı savaş meclisinden çıkan savaş kararına iki kişi dışında hiç kimse hayır diyememişti’[50]. Savaşın maliyeti büyük oldu. Rus kuvvetleri, doğuda Erzurum’u geçerlerken batıda da Edirne’ye dayandılar. Avusturya’nın aracılığında 14 Eylül 1829’da barış yapıldı ama Osmanlı Devletinin artık operasyonel bir güç olmanın ötesinde kendisini bile savunmaktan iyice aciz bir duruma düştüğü içerde ve dışarıda tescil edilmiş oldu. Böylece, 1768 yılından beri Osmanlı yöneticilerinin bilinçsizliği sayesinde girilen savaşlar, topraklarına yapılan saldırılar ve dâhili operasyonlar sonucu, Osmanlı İmparatorluğunun askeri varlığı artık tehdit unsuru olmaktan çıkartılma operasyonu tamamlanmış oluyordu[51].

 

Ağır maddi tazminatlar içeren 14 Eylül tarihli Edirne Antlaş ması ile Osmanlı maliyesi de tarihinin en ağır darbelerden birisini almıştı”.

 

Yunanistan’ın Bağımsızlığı

1821 de başlayan Rum isyanı Kavalalı Mehmed Ali Paşanın kuvvetlerinin desteğiyle 1826da bastırılma aşamasına gelmişken, sultanın yeniçerilere yönelik operasyonu, olayların akışını değiştirmişti. Söndürülmek üzere olan isyan İngiliz, Fransız ve Rusların desteğiyle yeniden canlanmıştı. 1827de Osmanlı donanmasının imhasıyla Osmanlı kuvvetleri daha da çıkmaza düşürüldü. Yeniçeri Ocağının kaldırılması ve donanmanın imhasının doğurduğu askeri boşluğu dol durmak için Osmanlı Devleti yeterli fırsatı bulamadan 1828de Rusya ile savaş başlamıştı.

 

Bu durumu çok iyi değerlendiren İngiltere ve Fransa, 9 Temmuz 1829 günü Bâb-ı Âli’ye nota vererek Mora ve Kiklad adalarından oluşan özerk bir Yunan devletinin teşkil edilmesini istediler. Bu küçük devlet, yılda Osmanlı ya bir buçuk milyon kuruş vergi verecekti. Seçilecek prensin tayininde üç devletten başka Osmanlı’nın da oy hakkı olacaktı. Bu taleplerin Bâb-ı Ali’ye iletildiği günlerde Rus birlikleri Edirne’ye ulaşmış, hatta bir kısım Kozak süvarileri Edirne’yi geçip İstanbul’a doğru derlemeye başlamıştı.

 

Böylesine kötü şartlar altında Osmanlı yönetiminin önünde fazla bir seçenek yoktu. 15 Ağustos tarihinde İngiliz ve Fransız ortak notasına olumlu cevap verildi ve Yunanistan’ın özerkliğini kabul edildi. Ancak İngiltere, Fransa ve Rusyadan oluşan grup karar değiştirdiler; Nisan 1830 tarihinde yeni bir nota daha vererek Yunanistan’ın bütünüyle bağımsızlığını istediler. Artık Sultan Mahmud’un hayır diyebilecek takati kalmamıştı.

 

Mora isyanını, padişah ve ekibi yeniçerilerle mücadelede; “Bir avuç köylü isyancıyla baş edemiyorlar” diyerek halk nezdinde itibarsızlaştırılmaları için propaganda malzemesi olarak kullanmıştı ama artık yeniçeriler yoktu[52]. Aradan geçen dört seneye yakın zamanda işler daha kötüye gitmiş; Sultan Mahmud. kendi eliyle Yunanistan’ın bağımsızlığı onaylamak zorunda kalmıştı.

 

Sırbistanın Özerkliği

14 Eylül 1829 tarihli Edirne Antlaşmasında Sırbistan’a yeni imtiyazlar verilmesi karara bağlandı. Antlaşma gereği, 29 Ağustos 1830 tarihinde padişahın yayımladığı muhtariyet “hatt ı şerifi” ile Sırp Baş kinezi Miloş Obrenoviç’in prensliği tasdik ediliyordu. Üstelik Bosna ve Vidin vilayetinden bazı yerler de Sırbistan’a verilmişti.

 

Sırplar ve Moralı Rumların ulaştıkları bu imtiyazlar. Balkanlardaki diğer Hıristiyan unsurlar üzerinde etkili olması kaçınılmazdı. Ayaklanma ve çatışmalar sayesinde Avrupa’nın Hıristiyan dayanışmasını tahrik etmek, Avrupa’daki Türk karşıtlığından yararlanarak büyük devletlerin müdahalelerini devreye sokmak artık bir yol haline gelmiş bulunuyordu.

 

Edirne Antlaşması, sadece Yunanlılar ve Sırplar için avantajlar içermiyordu; Romanya’ya da bağımsızlık yolu açılmıştı. Adeta 15. yüzyılda Avrupalı liderlerin elinde dolaşan efsanevi “Türk Kroniği”nin öngörüsü gerçekleşmeye başlamıştı. Zira bu metinde “Eğer sultan, yeniçeri ordusunu kaybedecek olursa, ülkedeki bütün Hıristiyanlar ona ayaklanabilir ve denizin ötesine kadar geri püskürtülebilir” yazıyordu’. Benzer bir tahmin de 19. yüzyılın başında bir İngiliz tarafından yapılmıştı. Nizam-ı Cedid birliklerini değerlendiren William Eton; “Bu askerlerin henüz kendilerine güvenleri yoktur ve yeniçerilerin sahip olduğu birlik ruhu ve heyecandan yoksundurlar. İlk savaşta muhtemelen Avrupa’dan sürülüp çıkarılacaklardır” tespitinde bulunmuştu.

 

Cezayir’in İşgali

Fransa’nın 1830da Cezayir’i işgal etmesiyle sonuçlanan olaylar zinciri, 1797 senesine uzanır. Cezayir, anılan tarihte Fransa’ya borç para ve malzeme vermişti. Aradan geçen uzun zamana rağmen borcun ödenmemesi ilişkileri iyice germişti. Dayı İzmirli Hüseyin paşanın bu konuda tartıştığı Fransız elçisine şamar vurması, işgale giden yolun gerekmesi olmuştu.

 

12 Haziran 1827 günü Fransız donanması Cezayir’i kuşattı. Yeniçeri Ocağının kaldırılmasının ardından gelen yeni meseleler ve sürmekte olan Mora İsyanı gibi problemler yüzünden karşılık verilemedi. Zaten çok geçmeden, 20 Ekim 1827de Navarinde Osmanlı donanması tamamen imha edildiğinden istense de yardım imkânı kalmamıştı.

 

Kaderlerine terk edilen Cezayirliler, kendi imkânlarıyla üç sene direndilerse de, 14 Haziran 1830da teslim olmak zorunda kaldılar’. Böylece, Moradan sonra Osmanlı’nın Akdeniz’deki ikinci önemli deniz üssü de elden çıkmış oluyordu.

 

Mısır ve Boğazlar Sorunu

Buraya kadar anlatılanlardan görüleceği üzere; 1830’a gelindiğinde, küresel güçlerin dışarıda ve içerde yürüttüğü, Osmanlı askeri gücünün tehdit olmaktan çıkarılma operasyonu, büyük oranda tamamlanmıştı. Ancak dâhili görevleri yerine getirme kabiliyetine indirgenen Osmanlı askeri gücü, 1832 senesinde Mısır valisinin ordusu karşısında dağılırken, bu konuda da yetersiz olduğunu, artık kendi valisiyle bile baş edemez seviyeye düştüğünü göstermiştir.

 

Akdeniz’in en stratejik noktalardan Mora ve Cezayir’i Osmanlı’nın elinden çekip alan Batılı güçler, daha sonra Mısır’a yönelmişlerdi Sıra Mısır’ın Osmanlı’dan koparılmasına gelmişti.

 

Nasıl ki Mora Adalar Denizini, Cezayir Akdeniz’in kapısı olan Cebelitarık Boğazına hâkim konumdaysa, Mısır da Uzakdoğu’dan gelip Akdeniz üzerinden Avrupa’ya uzanan ticaret yollarının en mühim noktasında bulunuyordu.

 

1805 tarihinde Mısır Valiliğine tayin edilen Mehmed Ali Paşa, 1798-1801 yılları arasında Napolyon taralından sarsılan düzenin yeniden kurulmasını sağlamıştı. Kısa zamanda güçlenen paşa, Hicaz bölgesini Vahhabilerden temizlediği gibi, Yunan isyanı için oğlu İbrahim Paşa yönetiminde gönderdiği birliklerle de devlete büyük yardımları olmuştu.

 

Mehmed Ali Paşanın, İkinci Mahmud’a karşı tavrı, Moranın özerkliği ve bağımsızlığından sonra değişti. Mora seferi, paşanın bir milyon altın ve 30 bin askerine mal olmuştu. Ayrıca Navarinde Osmanlı donanmasıyla birlikte Mısır donanması da yok olmuştu. Bâb-ı Âli, Mehmed Ali Paşanın yardımlarına karşılık, oğlu İbrahim Paşayı Mora valiliğine tayin etmeyi vaat etmişti ama işler çok farklı yönde cereyan etmişti; Mora bütünüyle elden çıkmıştı. Mehmed Ali Paşa, bu gelişmeler karşısında Suriye’yi talep etti. Hükümet önce kabul etti, fakat sonra caydı. Bu duruma kızan paşa, misilleme olarak padişaha danışmadan birliklerini çekerek Mora’yı tahliye etti.

 

Paşa, 1828-1829 Rus seferine de asker göndermemiş, sadece para göndermekle yetinmişti. Bütün bunların yanında hükümet tarafından Şam valisine gönderilen ve Mehmed Ali Paşaya baskın yapmasını emreden mektupların paşanın eline geçmesiyle karşılıklı güvensizlik iyice artmıştı. Mehmed Ali Paşa da bu esnada merkezi hükümetle ilişkileri bozuk olan Bağdat valisi ile İşkodra’nın irsi valisi Mustafa Paşayı desteklemekten geri durmuyordu. Gittikçe artan gerilim, 1831 Ekim ayında ilişkileri kopardı. Sayda valisinin borcunu ödememesi ve Mısırdan kaçan fellahların geri gönderilmemesi, 30-40 bin kişilik Mısır kuvvetlerinin Suriye’ye girmesinin gerekçesiydi.

 

Hükümet, Mehmed Ali Paşayı asi ilan etti ve tenkili için Ağa Hüseyin Paşayı seraskerlikle gönderdi. Eski yeniçeri ağası ve yeni ordu komutanı olan Hüseyin Paşa, Ocağa içerden ve gizliden gizliye yürüttüğü ihanetleri yüzünden padişahın taltifine mazhar olmuş birisiydi. Komitacılıktan başka askerî bir niteliği olmadığını bir kez de Mısır kuvvetleri karşısında gösterdi; tam bir hezimete uğramıştı.

 

Anadolu’ya giren Mısır kuvvetleri, padişahın icraatlarından hoşlanmayan Anadolu halkının yardım ve desteğiyle ilerlemesini sürdürdü. 21 Aralık 1832’de Konyada hükümet kuvvetlerini bir kez daha ağır bir yenilgiye uğrattıkları gibi, 1833 Şubat başlarında da Kütahya’yı işgal edip sadrazamı esir aldılar.

 

İbrahim Paşa karşısında iyice zor duruma düşen İkinci Mahmud’un yardımına Ruslar yetiştiler. Rus yardım birlikleri Şubat 1833’de Beykoz’a geldiklerinde, yıllardır göz diktikleri halde elde edemedikleri emellerine farklı şekilde de olsa ulaşmış oluyorlardı. Rus askerleri nihayet İstanbul önlerine gelmişlerdi.

 

Avrupa’nın ve küresel sermayenin Osmanlı’ya kuzeyden baskı yapması için destekleyip büyüttükleri Rusya, hiç de hesaplamadıkları bir konuma ulaşmıştı. Rus askerlerinin İstanbul önlerindeki çadırlara yerleşmesi, Fatih ve eski Osmanlıların kemiklerini nasıl sızlamıştır bilinmez ama Müslüman halk ilk birlikte bu Avrupalı gülleri de rahatsız etmişti Rusya’nın böyle kendi kontrollerinden çıkıp Boğazlara hâkim olabilecek konuma gelmesi, onlar açısından sakıncalıydı. Nitekim dış baskılar karşısında Mehmed Ali paşa, Bâb ı Ali ile hemen uzlaşmak zorunda kaldı.

 

Kütahyada yapılan sözleşmeye göre; I516 ve I517 zaferleriyle kazanılan topraklar, yanı Adana, Suriye ve Cidde, İbrahim Paşaya veriliyordu.

 

Yardıma gelen Rusya ile 8 Temmuz 1833te Hünkar İskelesi Antlaşması yapıldı. Sekiz yıllığına imzalanan bu antlaşma. Ruslara Boğazlar üzerinde önemli haklar veriyor; diğer Avrupa devletleri karşısında üstünlük kazandırıyordu.

 

Sultan Mahmud yönetiminin yanlış politikaları bunlarla sınırlı değildi. 16 Ağustos 1838de İngilizlerle imzalanan Balta Limanı Ticaret Antlaşması, diğer Avrupa devletleriyle de tekrarlandı. Ancak yabancı malların istilasına ülkeyi açık hale getiren gümrük şartlarını taşıyan bu antlaşma, Mehmed Ali Paşanın direnişi yüzünden Mısır, Suriye ve Cidde’de uygulanamadığından Sultan Mahmud ile paşa yeniden karşı karşıya geldiler.

 

Bu çatışmanın kaynağı, İngiltere’nin sanayi devrimi dolayısıyla ham maddeye olan ihtiyaçlarına dayanıyordu. Sanayisi için gerekli olan hammaddeyi daha ucuza alabilmek için ticaretini Osmanlı ülkesi içinde de yürütmek istemekteydi. Bu durum ise Osmanlı hazinesine zarar veriyordu. 19. yüzyılın mallarında İngiliz mallarının ülkeye akması karşısında sanayisini korumak isteyen Osmanlı yönetimi, tekel ve inhisarları genişletme arayışlarına girmişti[53].

 

İkinci Mahmud döneminde Osmanlı yönetimiyle yakın ilişkiye giren İngilizlerin en başta gelen şikayetleri tekel ve inhisarlar olmuştu. İnhisarların kaldırılması konusunda İngiltere ile yapılan müzakereler 1838 yılına kadar uzamıştı’, bu esnada İngilizler, Mehmed Ali Paşanın hakimiyetindeki topraklarda da tekel usulunün kaldırılmasını istemeye başlamışlardı. Sultan Mahmud, bunu Mehmed Ali Paşaya karşı bir koz olarak gördü; İngiltere’nin başını çektiği küresel ticaret ve sermaye odaklarının desteğini arkasına alarak Mısır’a yeniden hâkim olabileceğini sanmak gibi bir saflığın içindeydi, İngilizler, bu dönemde Sultan ve hükümetini ikna için tekelin kaldırılması ile Mehmed Ali Paşanın gücünün kırılacağı tezini işliyorlardı. Zira Kavaklı’nın askeri gücünün finans kaynağı tekellere dayanıyordu”[54]. Sultan Mahmud, İngiltere’nin taleplerine cevap vermeden önce, “Mehmed Ali Paşa hükümetin emrini dinlemezse İngilizlerin ne yapacağını” sorguladı. İngilizler, Ponsonby vasıtasıyla “vali fermana uyarsa İngiltere’nin Osmanlı Devletine müteşekkir olacağını; eğer paşa kabul etmezse Osmanlı’yı zora sokmayacak şekilde gerekli kararı vereceklerini” söyleyerek sultanın ve çevresindeki kifayetsiz muhteris ekibinin hoşlanacağı türden cevap verdiler”.

 

Bâb-ı Ali, İngilizlerin istediği fermanı kaleme alarak İngiltere’nin İskenderiye konsolosu Albay Campbell vasıtasıyla gönderdi. Ancak Mehmed Ali Paşa. “eski yasaları uygulamaktan başka bir şey yapmadığını” söyleyerek itiraz etti, emre uymadı”[55].  Bu teşviklerin etkisiyle Sultan Mahmud, Mehmed Ali Paşayı bir kez daha hain ilan etti ve Nisan 1839da ordulara Suriye’ye girme emri verdi. Fakat Nizip’te Osmanlı birlikleri büyük bir bozgun daha yaşadı ve kendisi de bu haberi alamadan hayata veda etti[56].

 

Sultan Mahmud, olur ölmez daha defin işleri bitmeden, iktidar kavgası başlamıştı. Hüsrev Paşa tarafından mührüne zorla el konulunca Şehzade Abdulmecid’e muhalif olarak bilinen ve Sultan Mahmud’un en has adamlarından Ahmed Fevzi Paşa, ürkmüştü; paşa emrindeki donanmayı Mısıra götürdü ve Mehmed Ali Paşaya teslim etti. Osmanlı Devleti bir kez daha donanmasız kalmıştı.

Sultan Mahmudun tasarısı (aslında batılı emperyalist güçlerin tasarısı), ölümünden sonra, 1840 yılında uygulamaya konuldu. 15 Temmuz tarihinde Londrada bir araya gelen İngiltere, Rusya, Prusya ve Avusturya temsilcileri, Bâb-ı Âli’yi destekleme ve Mehmed Ali Paşaya bir ültimatom verme kararı aldılar. Londrada alınan ortak karar gereğince Avusturya ve İngiltere donanması denizden, Osmanlı birlikleri de karadan harekât başlattılar. Kısa zamanda Mehmed Ali’nin Suriye’deki hâkimiyetine son verildi; fakat sonuç; Sultan Mahmud’un umduğundan çok tarklı neticelendi.

 

27 Kasım 1840 yılında İskenderiye’ye çıkan İngiliz Amirali Napier, Mısıra bütünüyle bağımsızlık sağlayacak bir anlaşmaya imza atarak çekilip gitti Dolayısıyla İkinci Mahmud’un Mısıra hâkim olmak havaliyle giriştiği operasyon, boşu boşuna Müslüman kanı akmasıyla kalmamış, emperyalist güçlerin Mısır üzerindeki hakimiyetini iyice perçinlemişti. Bu gelişme, artık Mısır’ın Osmanlıdan kesin olarak kopuşundan başka bir manaya gelmiyordu.

 

İngiliz amiralinin tek taraflı olarak yaptığı bu antlaşma, aslında Londra sözleşmesine aykırıydı. Osmanlı yönetimi bir kez daha oyuna getirilmişti. Zira sözleşmeye göre Mehmed Ali Paşa ve Mısır hakkında kararı verecek olan padişahtı. İngilizler sözlerinde durmamışlardı ama İngiliz mallarının Osmanlı ülkesine akışı hız kazanmış, tekelin kaldırılmasından sonra yabancı tüccar en fazla ayrıcalıklı tüccar durumuna geldiği için Osmanlı toprakları artık onlar için en karlı sahalardan birisi olmuştu”.

 

Mali ve İktisadi Çöküş

1768 1830 tarihleri arasında üst üste yapılan savaşlar, isyanlar ve saldırılar ile dâhili siyasi kavgalar olarak tezahür eden, çoğunlukla sistemli bir operas voııun parçası olan olaylar yüzünden Osmanlı Devleti nin askeri gücü gibi mali gücü de tüketilmişti[57].

Bu dönemin sonunda Osmanlı, küresel güçlerin çıkarlarına zarar veremeyecek ve tehdit oluşturamayacak kadar zayıflatılmıştır. Artık uluslararası operasyonlara karşı savunmasız, onların talep ve isteklerini yerine getirmeden ayakta kalma vasfını kaybetmişti. Buna karşı, dâhilde merkezi otorite ve padişahın merkezi hâkimiyetinin artması için aynı güçlerce desteklenmiştir. Oluşturulan “Yeni Osmanlı” modeli, dışarıda zayıf, içeride ise otoriter hâkimiyete dayanıyordu. Aynı dönemde askeri ve iktisadi inkişaf içinde olan Avrupa’da “güçler ayrılığı sistemi” yaygınlaşırken, Osmanlıda tam tersi bir gelişme yaşanıyordu. Tabiatıyla bu devir, ülke içinde sosyal ve ekonomik gerilemenin, içten ve derinden bir çöküşün yaşanacağı anlamına geliyordu. Nitekim yapılan araştırmalar, 18. yüzyılın sonu ile 1830 arasındaki dönemde fiyatların, Osmanlı İmparatorluğunun rekorunu kırarak 12-15 kat arttığını göstermektedir. Bilhassa ücretlerin ödenmesinde kullanılan kuruşun değeri, Yeniçeri Ocağının kaldırılmasından sonraki dört yıl içinde %79 oranında düşürülmüştü”.

 

Para değerinin düşürülmesi yanında, musadereler ve yeni vergiler yüzünden ekonomi felç olmuştu. 1768 tarihinden itibaren Osmanlı Devletinin Rusya ile üst üste savaştırılması hazineyi zaten tüketmişti. 1828-29 savaşında ise büyük bir savaş tazminatı ödemek zorunda bırakılmış. Osmanlı yönetimi, Rus tebaasının şahsi ticaret zararlarına karşılık 1,5 milyon, genel harp tazminatı olarak da 10 milyon Felemenk altını ödemeyi kabul etmişti”‘ ki, bu meblağ ülkenin bir yıllık gelirinin bile çok üstündeydi.

 

İkinci Mahmud devrinin pek üzerinde durulmayan; ancak en belirgin vasfı mali açıdan devletin içine düştüğü ağır durumdur. Paranın değerinin sürekli düşmesi ve hayat pahalılığı, toplumun ücretli ve dar gelirli kesimlerini sıkıntı içine sokmuştu[58].

 

Yeniçeri Ocağı nın kaldırılması, 1838 Ticaret Antlaşması ve 1839 Tanzimat Fermanı Osmanlı imparatorluğunun dünya piyasasına entegrasyonunun aşamalarıydı”. Adım adım süren Osmanlı’nın dönüştürülmesi ve tasfiyesi planıyla daha önceki ticari tekel, sınırlamalar ve kontroller tamamıyla kaldırıldı; yaklaşık 15 yıl sonrada da Osmanlı maliyesinin uluslararası sermayenin eline düşmesiyle neticelendi. Kırım Harbi (1853-56) esnasında alınan yüksek faizli dış borçlarla mali tutsaklığa giden süreç tamamlanmış oluyordu”.Oysa, imparatorluğun 18. yüzyılın sonlarına doğru, ihracatı ithalatından fazlaydı. Yüzyılın ortalarında Osmanlı topraklarından kara yoluyla kuzeye doğru yüksek oranda artan ihracat, 1770 yılında Avusturya’nın getirdiği gümrük sınırlamalarına rağmen beşte bir oranında ağır basmaktaydı’. 1812 yılında bile ihracatın batı güzergahında 20 bin dolayında yük hayvanı istihdam edilmekteydi”.

 

Özellikle İkinci Mahmud zamanında Osmanlı’nın askeri yönden tasfiyesiyle gücünün kırılması ve küresel güçlerin politikalarına zorluk çıkartabilecek yapıların ortadan kaldırılmasıyla artık imparatorluğun bütünüyle imhasına gerek kalmamıştı. Hatta yukarıda belirttiğimiz gibi bu güçler, padişahın ve merkezi bürokrasinin otoritesinin artmasından yana tavır aldılar. Zira yeni Osmanlı bürokrasisi, batı menfaatleri için artık tehdit olmaktan çıkmakla kalmamış, bilakis onların yardımcısı konumuna getirilmişti. İstanbul bürokrasisinin siyaseti, artık eyaletlerde uluslararasına açılmış olan pazarı açık tutmaktan öte bir şey değildir. Hükümetin temel görevi, iktisadi yapıyı batı sanayinin ihtiyacı olan ham maddeyi temin edecek şekilde düzenlemek, mamul malların ithalatının önündeki engelleri kaldıracak ticari mevzuatı ve gümrükleri düzenlemek, pazarları ve ticaret yollarını açık tutarak güvenliği sağlamaktan ibaretti. “Hikmet-i hükümet” artık bu sistemi ayakta tutma gücü ve dirayeti göstermek anlamına geliyordu[59].

 

19. yüzyılın ortasında başka İngiltere olmak üzere, Avrupada el tezgâhlarının hızla tükenmesi süreci Osmanlı’da da yaşandı; ancak arada önemli bir fark vardı: Avrupada ortadan kalkan el tezgâhlarının yerini fabrikasyon üretim alırken, Türkiyede ise o fabrikalarda üretilen mallar pazarları dolduruyordu. Artık Türkiye’nin geri dönüşümü mümkün olmayan, Avrupa’ya bağımlılık dönemi böylece başlamış oluyordu.

 

Bu sebeplerden ötürü, Avrupa ve özellikle uluslararası büyük ticaret tekelleri ve sermaye çevreleri için, kendi kontrollerine girmiş olan Osmanlı devlet aygıtının yıkılması akıllıca ve çıkarlarına uygun değildi. Osmanlı pazarlarına güçlü bir merkezi idare ile anlaşarak hâkim olmak, eskiden olduğu gibi, çeşitli güç odaklarıyla uğraşmaktan daha kolay, hem de daha kârlı idi. Bu yüzden Avrupalılar, Osmanlı’nın devamına müsaade etmekle kalmadılar; sorumluluk sahasının daha da gelişmesini teşvik ettiler”. Nitekim aynı güçler, Yunanistan, Sırbistan, Eflak-Boğdan gibi Hıristiyanların yoğun yaşadığı bölgelerin Osmanlı’dan kopuşlarını desteklerlerken çıkan karışıklıkları gerekçe göstermişlerdir’.

 

Türkiye’nin bu dönüşümü, İngiltere ve Fransa’nın küçük çaplı operasyonları ve Rusya’nın askeri girişimleri bir kenara bırakılırsa, Batılılar için pek fazla askeri ve mali külfet doğurmadan sağlanmıştı. Zira “Yeni Osmanlı” (Nizam-ı Cedid) yöneticileri, dâhilden gelebilecek bütün direnişi, yabancı güçlere pek fazla ihtiyaç bırakmadan ortadan kaldırmışlardı. Özellikle Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud, bu konuda olağanüstü gayret göstermişlerdir.

 

Bu dönüşümden, en büyük zararı görenler, yerli üretim modellerine bağlı olan yapılar ve onlarla ilişki içindeki geniş halk kitleleri olmuştur, özellikle Müslüman-Türk köylüsü iki kere zararlı çıkmıştı. Çünkü imparatorluğun askeri yükü de onların iyice zayıflamış omuzlarına bindirilmişti. İstanbul’un hizmet sektörünü elinde tutan Anadolulu Türkler, yeniçerilerle birlikte şehirden kovulurlarken ortaya çıkan boşluğu doldurma görevi Sultan Mahmud tarafından Ermeni patriğine verilmişti’. Yunan isyanı yüzünden Rumların eski itibarlarını kaybettiğinden, Ermenilerin ve Yahudilerin devlet nezdindeki konumları daha da yükseldi. İmparatorluğun kendi kendine yeten üretim vasfı artık son bulmuştu[60].

 

Eskiden beri imparatorluğun ticaret merkezlerine yerleşmiş uluslararası büyük ticaret ve sermaye çevreleriyle eklemlenmiş olan Museviler ile diğer gayrimüslim tüccar kesimi bu gelişmelerden en karlı çıkan unsurlar oldular. Bunun sonucu olarak da özellikle Anadolu ve Rumelide Müslüman Türk halkı gittikçe fakirleşirken, gayrimüslimler, ekonomik olarak daha iyi duruma yükseldiler. Özellikle Türk köylüsünün fakirleşmesi yeni askerlik sistemiyle daha da artması nüfusu de etkilemişti, öyle ki 1830’larda yeni ordu için asker alımları köylerdeki erkek nüfusu azalması yüzünden kadınlar arasında geçim sıkıntısı ve çocuklarının istikbali endişesinden düşük yapma oranı yükselmişti[61]”.

 


[1] Yücel Özkaya, Türk İstiklal Savaşı ve Cumhuriyet Tarihi, Ankara Üniversitesi, 1981, Ankara, s.114.

[2] Mehmet Önder, Atatürk’ün Yurt Gezileri, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara, 1998, s. 178-183

[3] Geniş Bilgi için bakınız: Dr. Zafer Koylu, Esaretten Özgürlüğe 423 Gün, Eskişehir Ticaret odası Yayınları, Eskişehir, 2010.

[4] Mehmet Önder, a. g. e., s. 178.

[5] Mehmet Önder, a. g. e., s. 180.

[6] Mehmet Önder, a. g. e., s. 181.

[7] Mehmet Önder, a. g. e., s. 181-182.

[8] Mehmet Önder, a. g. e., s. 183.

[9] Bu Eser günümüz harfleri ile ilmî verilerle birlikte Orhan Sakin tarafından hazırlanmış ve Doğu Kütüphanesince Erol Cihangir tarafından okuyucuya kazandırılmıştır.

[10] Fevzi Çakmak’ın bu görüşlerinden Necip Fazıl’da bahseder. Fakat Necip Fazıl Yeniçeri isimli romanında duygusal ve ilmî verilere dayanmayan ifadelerle Yeniçeri Ocağı’nı acımasızca eleştirir.

[11]Nakleden: Sinan Meydan, a. g. e., Asım Gündüz, Hatıralarım, İstanbul, 1953, s.14.

[12] Nakleden: Sinan Meydan, a. g. e., Gazeteci Nizametin Nazif’in II. Abdülhamit’e hakarete varan yazılar yazması üzerine ona söylediği sözler. Kemal Arıburnu, Atatürk’ten Anılar, s.34,35.

[13] Orhan Sakin, Yeniçeri Ocağı Tarihi ve Yasaları, Doğu Kütüphanesi, İstanbul, 2011.

[14] Batı karşısında Osmanlı’nın pozisyonunda olan Çin İmparatorluğu, 1839 yılında Avrupalı güçler karşısında direniş yolunu seçmiş, fakat üç yıl süren savaş sonunda yenilerek önemli limanları işgal edilmiştir. 1857de Hindistanda İngilizlere karşı başlatılan büyük askeri ayaklanma da ülkenin tamamıyla işgal edilmesiyle sonuçlanmıştı.

[15] Orhan Sakin, Yeniçeri Ocağı Tarihi ve Yasaları, Doğu Kütüphanesi, İstanbul, 2011, s. 112.

[16] 1656 yılında sadrazam olan Köprülü Mehmed Paşanın 1661 yılındaki ölümünden sonra oğlu Fazıl Ahmed Paşa sadrazamlığa tayin edildi. Ahmed Paşa, 1676 yılına kadar sadrazamlık yaptı. Köprülülerden Fazıl Mustafa Paşa da Ekim 1689-Ağustos 1691 tarihleri arasında sadrazam oldu.

[17] Yaklaşık altı yıllık çarpışmaların ardından 1664 yılında yapılan Vasvar Antlaşması ile biten Osmanlı-Avusturya savaşı.

[18] Orhan Sakin, a.g. e.,s.113.

[19] Köprülü Fazıl Ahmed Paşa, 1661-1776 yılları arasında sadrazamlık yaptı.

[20] Bu durum Üçüncü Selime sunulan ıslahat layihalarında da dile getiriliyor; statülerinin ve ücretlerinin düzeltilmesi halinde yeniden eski başarılı ve disiplinli özelliğini kazanacakları belirtiliyordu. (Bkz. Stanford J. Shaw, Ezel Kural, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern türkiyeII,İstanbul,1983, s. 133.) Orhan Sakin, a.g. e.,s.114.

[21] Anılan dönemde bir ara maaşlar dört yıl tedahülde kalmıştı. 1768-74 Savaşı sırasında İstanbul’da yabancı danışman olarak bulunan De Tott savaş halindeki yeniçerilere hazinenin 9 kıst yani üçer aylık dokuz dönem için borçlu olduğunu görmüştü.

[22] R. Walsh, A Residence at Constantinopole, II, Londra, 1838.

[23] Orhan Sakin, a.g. e.,s.116.

[24] Aslında Hüseyin Ağanın sürdürdüğü tasfiye planı 1814-1815 yıllarında Yeniçeri ağası olan Seyyid Mehmed Ağa zamanında başlatılmıştı. Ancak onun başlattığı katliam ve sürgün operasyonuna karşı hareke geçen 15 usta ve taraftarları, ağayı rehin alarak azlettirmişlerdi.

[25] Orhan Sakin, a.g. e.,s.117.

[26] Orhan Sakin, a.g. e.,s.118.

[27] Ocak imha edilirken ağalık makamında bu şahıs oturmaktaydı.

[28] Orhan Sakin, a.g. e.,s.119.

[29] Orhan Sakin, a.g. e.,s.120.

[30] Orhan Sakin, a.g. e.,s.121.

[31] Orhan Sakin, a.g. e.,s.122.

[32] Orhan Sakin, a.g. e.,s.123.

[33] Orhan Sakin, a.g. e.,s.124.

[34] Orhan Sakin, a.g. e.,s.125.

[35] Tarihçiler sessiz kalsalar da Osmanlı Devletinin asıl ve birinci tasfiyesi bu tarihtir. Bu tarihten sonraki dönemi “Yeni Osmanlı’ olarak adlandırmak yanlış değildir. 1908-1918 dönemi ikinci, yani “Yeni Osmanlı İmparatorluğu”nun tasfiyedir.

[36] Orhan Sakin, a.g. e.,s.126.

[37] Katliamların aylar sonrasında da devam ettiğine dair rivayetler vardır Bir görgü şahidinin ifadesine göre olaydan aylar sonra, sonbahar mevsiminde ulema kılığına girip kendinin unutulduğunu sanan bir yeniçeriye rastlayan askerler, hemen orada adamın kellesini kesmişlerdi. Sokakta yokuş aşağı yuvarlanan kanlar içindeki kesik başı gören çocuk yaştaki şahit, olayın etkisiyle günlerce hasta yatmıştı.

[38] Orhan Sakin, a.g. e.,s.127.

[39] Yeniçerilerin aleyhlerinde yazılan bu eserlerde birkaç münferit olay oldukca abartılı bir uslupla anlatılarak bütün bir ocak, halkın ırzına ve namusuna tasallut eden bir müessese şeklinde sunulur. M. Ali Beyhan, “Yeniçeri Ocağının Kaldırılışı Üzerine Bazı Düşünceler, Osmanlı VII, Ankara, 1999, s. 261 -262.

[40] Orhan Sakin, a.g. e.,s.129.

[41] Padişahın yakın adamı olmasına rağmen, daha sonra yapılan kıyafet düzenlemelerine karşı çıktığı için şeyhülislam M. Tahir Efendi azledilecektir.

[42] Orhan Sakin, a.g. e.,s.132.

[43] Orhan Sakin, a.g. e.,s.133.

[44] Orhan Sakin, a.g. e.,s.134.

[45] Bu gibi durumlarda suçlu görülen kimsenin cezalandırılması ile kalınmıyor, bağlı olduğu mahalle imamı ve muhtarlar da padişahın gazabından kurtulamıyordu(Bkz. Balıkhane Nazırı Ali Rıza Bey. Eski Zamanlarda İstanbul Hayatı, 3. Baskı. İstanbul 2007, s. 195-198.

[46] Orhan Sakin, a.g. e.,s.135.

[47] Gelişen mali hususlar aşağıda anlatılacaktır. Osmanlı ekonomisinin ve maliyesinin bu tarihten itibaren nasıl bir çöküş yaşadığı, zaten bilinen bir gerçektir. Unutmayalım ki bu tarihten 30 sene geçmeden Osmanlı Devleti tarihinin ilk dış borçlanmasını yapmıştır. Orhan Sakin, a.g. e.,s.136.

[48] Orhan Sakin, a.g. e.,s.137.

[49] Orhan Sakin, a.g. e.,s.139.

[50] Harp için yapılan divanda ancak Galib Paşa ve Keçecizade İzzet Molla savaşa karşı fikir beyan etmişlerdi. Fikirlerini açıkça söylemeleri yüzünden Sultan Mahmud her ikisini de sürgün cezasına çarptırdı.

[51] Orhan Sakin, a.g. e.,s.140.

[52] Orhan Sakin, a.g. e.,s.141.

[53] Orhan Sakin, a.g. e.,s.145.

[54] Nitekim daha sonra tekeli kaldırmak zorunda kaldıktan sonra Mısır ekonomisi zor duruma düşecek ve askerlerinin maaşlarını bile ödeyemeyecektir. M. Kütükoğlu, Osmanlı-ingiliz iktisadi münasebetleri (1580-1838) Ankara, 1974., s. 104.

[55] İşin ilginç yanı,  İngilizlerin Sultan Mahmudu tekeli kaldırmak konusunda baskı yapıp bunun Osmanlı ticareti ve sanayiinin gelişmesine yardımcı olacağını söylerken, kendilerinde tütün, tuz ve enfiye gibi maddelerde tekeli uyguluyor olmalarıydı. Bkz. M. Kütükoğlu, a.g.e.. s. 88.

[56] Orhan Sakin, a.g. e.,s.145.

[57] Orhan Sakin, a.g. e.,s.147.

[58] Orhan Sakin, a.g. e.,s.148.

[59] Orhan Sakin, a.g. e.,s.149.

[60] Orhan Sakin, a.g. e.,s.150.

[61] Orhan Sakin, a.g. e.,s.150.

Yazar
Hilmi ÖZDEN

Prof.Dr. Hilmi Özden, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Aynı üniversite Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Kurucu Müdürü de olan Özden, Türk kültürü ve medeniyet çalışma... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen