Ankaralı Arabacı İsmail ve Mustafa Kemâl – XII

Hilmi ÖZDEN

O zamanlar askeri okullar yaşlı imparatorluğun en çağdaş eğitim kurumları arasındaydı. Genç adam, aradığı bilgiye ve tecrübeye ancak böyle bir okulda ulaşabilirdi; çünkü bu okullar öğrencilerine sadece askeri konularda değil; tarih, ekonomi, felsefe gibi konularda da eğitim veriyorlardı. Askeri rüştiyede okutulan Mantık, Hesap, Usul-i Defteri, Hendese, Coğrafya, Tarih-i İslâm, Kavaid-i Osmaniye, Fransızca, İmla-yı Türki, Hattı Fransevi, Resim gibi dersler, öğrencilerin farklı alanlarda çağdaş bilgilerle donanmasını sağlıyordu. Mustafa Kemal, askeri rüştiyenin çağdaş dokusundan çok çabuk etkilendi. Onun Matematiği çok sevmesi ve dersteki ilgisi sonucu oluşan başarısı; yıllar sonra bir geometri kitabı yazacak kadar ileri düzeylere varacaktı. Artık pozitif bilimlerle tanışmış, bilimin büyüsünden etkilenmeye başlamıştı[1]. Fransızca Öğretmeni Yüzbaşı Nakiyüddin Bey Mustafa Kemal’den Fransızcasını ilerletmesini istiyordu. O günlerde Osmanlı coğrafyasında geçerli yabancı dil daha doğrusu eğitim kurumlarında öncelikli dil Fransızca idi. Yüzbaşı Nakiyüddin Bey de Askerî Rüştiyede Mustafa Kemâl’e “geleceğe ilişkin ilk fikirleri” veren hocalarındandı.[2]

Mustafa Kemâl Rüştiye’de iken kendi Fransızcasından memnun değildi. Kıt kanaat geçindiği halde çocuk yaşına rağmen Türkçe kitaplar yanında Fransızca kitaplar da alıyordu. Henüz tam anlamasa da onları okuması gerektiğini hissetmekte idi. Bu arada matematik hocası Yüzbaşı Mustafa Bey ise onu hiç yalnız bırakmıyordu. Belki diğer öğrenciler onu kıskanıyorlardı ama böyle bir cevheri de bırakmak istemiyordu. O yine bir gün dostlarının tasavvuf meclisine küçük Mustafa Kemâl’i de götürmüştü. O gün Manastırdan İdadiye geçtiğinde tarih hocası olacak Yüzbaşı Kolağası Mehmet Tevfik Beyde gelmişti. Mustafa Kemâl onu görür görmez koştu sarıldı elini öptü. Ona ömür boyu minnet duyacaktı. Yüzbaşı Mustafa ile birlikte ona öğrettikleri hâlâ kulaklarında idi. Mehmet Tevfik Bey Mevlid-i Şerif-i anlatıyordu. Mustafa Kemâl de anlatılanları dikkatle dinliyordu.

“Mevlid Kelimesinin Anlamı” dedi Mehmet Tevfik Bey:

Hz. Peygamber’i anlatma amacıyla vücut bulmuş önemli ve yaygın türlerden bir diğeri “mevlid”dir. Kelime anlamı “doğum zamanı” ve “doğum yeri” demek olan “mevlid”in konumuz sınırları içindeki kavram anlamı; “Hz. Peygamber in hayatı (doğumu, miraca çıkısı, mucizeleri vb) ve şahsiyetini konu eden manzum eser”dir. Ancak mevlid in “Hz. Peygamber’in doğumu, doğum yıldönümü; doğum yıldönümü sebebiyle yapılan etkinlikler; bu etkinliklerde okunan ilâhi, na’t, kaside” anlamlarında da kullanıldığını unutmamak gerekir. “Mevlid türü eserlerin istisnasız hepsinde ortak olan tek mevzu Hz. Muhammed’in doğumudur. Nübüvvet nurunun yaradılışı, Hz. Adem’den başlamak üzere diğer peygamberleri dolaşarak Hz. Abdullah’a gelişi, Hz. Amine’nin hamileliği, hamileliği esnasında vuku bulan olağanüstü hadiseler ve mucizeler, nihâyet doğum ve doğumla birlikte Hz. Muhammed çevresinde ve yeryüzünde gerçekleşen mucizeler, Türkçe mevlidlerin temel konularını oluşturur. Ancak pek çok mevlidde doğum hadisesi dışındaki konular da dile getirilmiştir. Bütün mevlidlerde aynı olmamakla birlikte, miraç başta olmak üzere Hz. Muhammed’in bazı mucizeleri, örnek ahlâkı, hayatının bazı safhaları ve nihâyet ölümü de mevlidlerde işlenen konular arasındadır.[3] “Mevlid” Arabca bir kelimedir. Masdar-ı mîmî (mimli masdar). Olay, zaman ve yer ismi olarak bu dilde üç mânâsı vardır: doğum-doğmak, doğum zamanı ve doğum yeri. Bu üç mânâ Türkçe’de de kullanılmıştır. Meselâ “Mevlidü’n-Nebî” tamlaması, hem Hz. Peygamber’in doğumunu, hem doğum târihi olan 8 veya 12 rebîülevvel gününü, hem de doğum yeri olan Mekke’deki o mütevâzı evi ifâde eder. Bu kullanışlardan “doğum günü veya zamanı” mânâsı, daha çok öne çıkmıştır. Kelimenin mücerret kullanılışı, sâdece Hz. Muhammed’in doğumunu ifade eder. Hz. İsa’nın doğumuna “Milâd” denildiği gibi, Hz. Muhammed’in doğumuna da “Mevlid” denir. Bu itibarla, kelime İslâmî bir terim olarak hem Türkçe’de, hem Arabça’da zamanla Hz. Peygamberin doğum yıldönümlerini, bu yıldönümlerinde yapılan merâsim ve kutlamaları ve bu merâsimlerde okunan Hz. Muhammed’in doğumunu anlatan eserleri ifâde için de kullanılır olmuştur. Kelimenin bu anlam için “mevlüt veya mevlûd” şeklinde telaffuzu ve imlâsı doğru değildir; “mevlûd”, “yeni doğan” demektir ki erkek ismi olarak “Mevlüt”, kadın ismi olarak “Mevlüde” şeklinde kullanılır[4].

Kolağası Yüzbaşı Mehmet Tevfik Bey “Mevlid Merasim ve Kutlamaları” diye sözüne devam etti:

Ramazan ve Kurban bayramları dışında, müslümanlarca mübârek sayılan ve kutlanan beş gece vardır. Bunlar: Receb ayının ilk cuma gecesine (perşembeyi cumaya bağlayan gece) rastlayan Regaib gecesi, aynı ayın 27. gecesine rastlayan Mi’rac gecesi, Şaban ayının I5’ine rastlayan Berât gecesi ve Rebîülevvel ayının 12. gecesi Mevlid gecesi. Bunlara dilimizde “kandil” denir: Regaip Kandili, Mi’râc Kandili, Berât Kandili, Mevlid Kandili gibi. Beşincisi Leyle-i Kadir yani Kadir gecesi’dir. Örfümüze göre Ramazan ayının 27. gecesi kutlanır[5].

Dinî bakımdan önemli birer olayın yıldönümü olan bu mübârek gecelerde sevinç alâmetleri olarak ve kutlama maksadıyla, başta câmiler olmak üzere tekke, zaviye, çarşı, pazar… gibi yerlerde kandiller yakılıp, sokaklar, binalar, bahçeler, şehirler ışıklarla donatıldığı için bunlara kandil geceleri denilmiştir. İslâm ışık dînidir, “nur” dînidir. Kur’ân-ı Kerîm insanlığı aydınlatan Allah kelâmıdır. Bu bakımdan İslâmî kutlamalarda ışığa özel bir önem verilmiştir, İslâmî kudsiyet kavramı içinde mutlaka ışık vardır, nur vardır. Hz. Peygamber’in sağlığında, Dört Halife devrinde ve Emevî saltanatı boyunca herhangi bir mevlid merasimi veya bu maksatla şu veya bu şekilde bir kutlama yapılmamıştır. Abbâsîler döneminde de yoktur; yalnız bu dönemde ve hususiyetle X. Yüzyıl ortalarından itibaren Hz. Peygamber’in 12 Rebîülevvel kabul edilen doğum günü ile ilgili saygı ve kutlama ifade eden davranışlara dair münferit haberlere kaynaklarda rastlanmaya başlanır[6].

Hz. Peygamber’in Mekke’de Sûk el-Leyl’de bulunan doğduğu eve müminler hürmet gösteriyor. Medine’deki Ravza-i Mutahhara denilen mezarından sonra bu evi de ziyâret ediyorlardı. Bu ziyâretler, bugün de yapılmakta olan evliya türbeleri ziyâretleri gibi idi. Ancak. 12 Rebîülevvelde ziyaretçi sayısı biraz daha çoğalıyordu. Bu hürmetin bir devamı ve yeni bir tezahürü olarak, Abbâsî halîfesi Hârunü’r-Reşîd (hilâfeti: 786-809)’in annesi El-Hayzûrân (öl: 789-90) bu evi mescid hâline getirdi. Daha sonraları burası, yeni mimarî inşalara konu olacaktır. Hz. Peygamber’in doğum günü gibi hicret ve vefat günleri de pazartesiye rastlıyordu. Bu sebeple bazı ileri dindarlar, pazartesi günlerinde nâfile orucu tutuyorlardı. Fakat bu güne mahsus devamlı veya yılda bir herhangi bir merâsim veya ibâdet yapıldığı bilinmiyor[7].

Fâtımî Törenleri

Kahireli târih ve coğrafya bilgini Makrîzî (1364-1442)’den öğrendiğimize göre, Hz. Peygamber’in doğum yıldönümünü kutlamak için ilk defa Şîî-İsmâîlî mezhebinden olan Fâtımîler Kahire’de tören düzenlediler ki X. Yüzyıl sonları ile XI. Yüzyılın başlarındadır. (Fatımî saltanatı: 910-1171, Kahire’nin payitaht oluşu: 973) Bu dönemde Fatımî hâkimiyet ve nüfuzu, Atlas Okyanusu ile Hind Okyanusu arasında uzanıyordu. Kahire’deki hükümdarları “halîfe” sıfatını kullanıyordu. Fâtımîler’in böyle bir tören yaptırmaları Selçuklu-lar’ın zuhuruna kadar hâkim oldukları İslâm dünyâsında, bir güç gösteri olarak yorumlanabilir. Çünkü Hz. Ali, Hz. Fâtıma ve halîfe dedikleri kendi hükümdarları için de bilâhare böyle törenler düzenlediler. Bir rivâyete göre, vezir El-Efdâl zamanında (1094-1121) bu dört merasim ortadan kaldırılmış, fakat sonradan bütün ihtişamı ile yeniden ihya edilmiştir. Hz. Peygamber için düzenlenen de dâhil, bütün Fatımî doğum günü törenlerinde ve kutlamalarında, esas ve unsurlar bakımından Şîî tesiri açıktı. Hepsi şu veya bu ölçüde Şîî tesirleri taşıyan törenlerdi. Fâtımî törenleri gündüz yapılırdı. Bunları tam mânâsıyle halk merasimleri saymak mümkün değildir. Çünkü bu törenlere ancak dînî, siyâsî, mülkî ve askerî yüksek çevreler katılabiliyordu. Merasimle Fâtımî halîfesinin sarayına gidiliyor. Kahire’nin üç büyük vâizi orada hükümdarın huzurunda, şimdi kandil ve bayramlarda dinlediğimiz vaazlara benzer şekilde vaaz ediyorlardı[8].

Bağdad’da Karşı Gösteriler

Bu Şiî törenlerine ilk mukabelenin, tabiî olarak, sünnî hilâfetin merkezi olan Bağdad’dan yapıldığı anlaşılıyor. Çünkü fiilî nüfuz ve tesiri Bağdad şehrinin içinde bile tartışılır vaziyette de olsa, şeklî bir mevcudiyet olarak, dünyadaki bütün sünnî müslümanların başı sayılan Abbasî soyundan bir halîfe, Bağdad’da oturmakta idi. Bağdad’lı bilgin İbnü’l-Cevzî (1116-1200)’nin anlattığına göre. XI. Yüzyılda Bağdad yakınlarındaki Ukberâ kasabası halkı, ilk defa Mevlid Kandili’ni kutlamıştı. Daha sonra Bağdad’da kutlanan Mevlid Kandili’nde ise, Dicle üzerinde mumlarla donatılmış kayık donanmaları tertîb edilmiş, şehir sokakları büyük boy mumlarla aydınlatılmış, Halk tarafından tertîb edilen şenliklere halîfe ve devlet erkânı da katılmışlardı. Fakat bu şenliklerde resmî bir mâhiyet ve sistematik bir tanzim bahis konusu değildi. Halkın kendi kendine düzenlediği sevinç gösterilerinden ibaretti. Eğlencelik ve seyirlik niteliği ağır basan bu kutlamalarda, Kahire’ye mukabele sâikinin yanı sıra hıristiyanların Hz. İsâ için yaptıkları doğum günü kutlamalarının da bir tesiri olduğu ve emsal teşkil ettiği düşünülebilir. Suriyeli târih ve coğrafya bilgini Ebu’l-Fidâ (1273-1331) Irak Şîîlerinin de Kahire’de yapılan Şîî törenlerini benimsemeleri üzerine, Sünnîlerin de Hz. Peygamberin doğum gecesini kutlamağa başladıklarını ve böylece mevlid alaylarının her iki mezheb mensupları tarafından bir bayram havası içinde kutlandığını söylüyor. Bağdad’da yapılan bu törenleri ve bu mübarek geceyi bir kaside ile dile getiren ilk şair de Ebu’l-Kaasım el-Mutarrız (1144-1213)’dır[9].

Muzafferüddin Gökbörü

Mevlid merasimlerini sistematik bir şekilde düzenleyen, Selçuklular’ın Erbil Atabeği, yani fiilen Erbil hükümdarı olan Ebû Saîd Muzafferüddin Gökbörü (1154-1232)dür. Meşhur Selâhaddin Eyyûbî’nin de eniştesi (kız kardeşi Râbia Hâtun’un kocası) olan Gökbörü, Beytigin ailesinden bir Türkmen beyi idi. Daha önce Urfa, Harran, Samsat ve civarında hâkim iken 1190’dan ölümüne kadar Erbil Atabeyi olarak hüküm sürmüştür. Muzafferüddin Gökbörü, Haçlı ordularına karşı Selâhaddin Eyyûbi’nin yanı sıra büyük yararlıklar göstermiş bir mücahit gazidir. 1187’de Saffûriya ve Kudüs Haçlı Krallığına son veren Hıttîn savaşlarında, 1189’da Akkâ’nın fethinde büyük yararlılıkları görülmüştü[10].

Bu mücâhit gazi şahsiyetinin yanı sıra, son derece dindar ve hayırsever bir kimse idi. Bilginleri, fakihleri, sûfîleri himaye ederdi. Sosyal yardım kurumları kurmak bakımından da devrinin en seçkin şahsiyetlerinden biri idi. Erbil’de bir medrese ve sûfîlere mahsus iki hângâh yaptırmıştı. Ayrıca büyük bir misafirhanesi vardı. Erbil’e gelen herkes, orada günlerce yer içer ve giderken de kendilerine yol paraları verilirdi. Bir hastane yaptırmıştı. Bu hastaneyi haftada iki kere ziyaret eder, hastaların muhtaç akraba ve yakınlarına nafaka gönderirdi. Bir dul kadınlar evi, bir yetimhane ve kimsesiz çocuklara mahsus bir yuva yaptırmıştı. Anasız süt çocuklarına süt anneler tutardı. Sakatlar ve körler için de ayrıca dört tekkesi vardı. Bütün bunların masraflarını karşılamak üzere zengin vakıflar kurmuştu. Fakirlere, yaşlılara her gün ekmek, mevsime göre giyecek ve para dağıtırdı. Senede iki defa Suriye kıyı şehirlerine adamlar göndererek haçlı savaşlarında düşman eline düşen müslümanları fidyelerini ödeyerek kurtarırdı. Yalnız dindaşlarını değil, hemşehrilerinden olan gayri müslimleri de para karşılığında serbest bıraktırdığı olmuştur. Meselâ Kudüs fethinde Selâhaddin Eyyûbî tarafından esir edilen 1000 kadar Urfalı Süryânî ve Ermeni’nin de bu suretle yurtlarına dönmelerine yardım etmişti[11].

Her yıl hac seferleri düzenler, kendi bölgesinden hacca gideceklerin yol güvenliklerini sağlamak için muhafızlar tahsis eder ve memurları eliyle Mekke ve Medine’de muhtaç hacılara ve hastalara harçlık dağıttırırdı. Mekke’de birçok hayır eseri yaptırmıştı. Arafat’ı ilk defa Gökbörü su getirtmiştir. Bu hayratlara her yıl külliyetli miktarda para harcardı. En büyük zevki, medrese ve hangâhları ziyaret etmek, misafir olan sûfi ve fakihlerin münakaşa ve münazaralarını dinlemekti Bu şekilde medrese ve hangâhlârda gecelediği çok olurdu. Onun devrinde Erbil, İslâm âleminde herkesin uğradığı bir merkez ve gözde büyük şehirlerden biri hâline gelmişti[12].

Gökbörü kahramanlığı, mücâhidliği, hayırseverliği ile birlikte, ilkini 1208’de gerçekleştirdiği muhteşem mevlid törenleri ile de ün salmıştır. Sünni İslâm dünyâsı, Bağdad ve Bağdad’da bir kukla vaziyetine düşürülmüş bulunan Abbasî halîfesi, 1055’te Tuğrul Bey’in Bağdad’a girişinden beri Türk himâyesinde bulunuyordu. 1055-56’da Tuğrul Bey, Şîî Büveyhîler’in hâkimiyetine Bağdad üzerindeki baskılarına son vermiş ve Fâtımîler ile mücâdeleye yönelmişti. Bu mücâdele ancak 116. yılında kesin ve nihâî başarıya ulaştı; Selahaddin Eyyûbî kumandasında Kahire’ye giren bir Türk ordusu 1171’de Fâtımî saltanatını yıktı. Böylece İslâm dünyası üzerindeki Fâtımî nüfuz ve tesirine son verildi. İslâm dünyâsında Türk hâkimiyet ve nüfuzu tesis edildi. Barış, huzur, sükûn ve birlik sağlandı. Muzafferüddin Gökbörü’nün muhteşem mevlid törenleri, bu mücâdelenin kültür cebhesinde mühim bir unsuru teşkil eder[13].

Söze Yüzbaşı Mustafa girdi “Komutanım Selahaddin Eyyûbî’den söz açılmışken ondanda biraz bahseder misiniz?” “Tabii ki” dedi Mehmet Tevfik Bey “şimdilik kısaca şunu söylemeliyim: Selahaddin Eyyubi,  Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin Sultanı ve Eyyubi hanedanının ilk hükümdarıdır. Kudüs’ü Haçlılardan alarak (2 Ekim 1187) kentte 88 yıl süren Frank işgaline son vermiş, Hristiyanların misilleme olarak düzenledikleri III. Haçlı Seferi’ni de etkisiz hale getirmiştir.[14]. Haçlı Seferlerini yine konuşuruz. Fakat yeri gelmişken şuna dikkat çekmeliyim; eniştesi Muzafferüddin Gökbörü’den başka ailesindeki diğer Türk adları unutulmamalıdır. Mesela Eyyûbî ordusu Selâhaddin döneminin başlarında (569/1173) Yemen’i feth etmek için yola çıktığında bu orduya Selâhaddin’in abisi Turanşah komuta etmekteydi. Turanşah Yemen’i fethettikten sonra ülkenin yönetimini üstlendi (569-577/1173-1181). Ondan sonra diğer kardeşi SeyfülislamTuğtekin yerine geçti (577-593/1181-1196)[15]. Görüldüğü gibi abisi ve kardeşi Turanşah ve Tuğtekin gibi öz be öz Türk isimlerine sahiptirler. Bunlara dikkat etmeden Eyyûbî Türk Hanedanı anlaşılamaz.

Mehmet Tevfik Bey tekrar konuya döndü “1067’de Bağdad’da Nizâmiye medreselerini kurmağa başlayan Selçuklu idaresi ve onun vârisleri, doğudan batıya Çin hudutlarından Akdeniz kıyılarına kadar bütün İslâm dünyasında bir ilim ve kültür hareketine girişmiş bulunuyorlar, dönemin belli başlı şehirleri Türk eseri ilim, kültür, sosyal yardım kurumları ve sanat âbideleri ile doluyordu. Selçuklu devleti, medreseler vasıtasıyla bir yandan ilmi koruyarak yükseltiyor ve yayıyordu. Selçuklu idaresi gerek sünnî mezhebler arasında, gerekse mutedil Şîîlerle Sünnîler arasında, hattâ gayri müslimlerle müslümanlar arasında, gayrı insanî ve gayrı âdil bir ayrımcılık gözetmiyordu. Devrin her dinden ve mezhepten müelliflerinin mevsuk (güvenilir) şehâdetleri ile bellidir ki Türk idaresinde, bütün inanç ve mezhebler tam bir hürriyet ve himayeye mazhar bulunuyorlardı”[16]. “Selçuklular ve atabegler idaresinde, kesif bir Türk nüfus yaşamamasına rağmen meselâ Şam’da Türk eseri 21 câmi, 20 medrese, 9 hângâh ve ribat, yani tekke, 7 hamam, 1 dârülhadis, 1 büyük hastane yaptırılmıştı. Halep’te ise 77 câmi ve mescid, 7 hângâh, 8 medrese ve 8 hamam Türk eseri idi. Selahaddin Eyyûbî’nin de, Muzafferüddin Gökbörü’nün de hâmisi olan Atabeg Nureddin’e kadar, Suriye ilimden ve ilim adamlarından mahrumdu; onun zamanında, âlimler, sûfîler, medrese ve ribatlarla doldu. Hâdiseyi gerçek boyutlarıyla anlayabilmek ve târih içindeki yerine oturtabilmek için, Erbil’de XIII. Yüzyıl başlarında düzenlenen törenleri, yıkıcı akımlara karşı, bir yandan siyâsî ve askeri sahada, bir yandan da ilim, sanat, kültür cephesinde yürütülen, böylesine şümullü (kapsamlı) ve zarurî bir mücadelenin bir parçası olarak değerlendirmek gerekir”. “Gökbörü Bağdad’da tertiplenmekte olan Mevlid’ün Nebî törenlerini devamlı, sistemli ve daha muhteşem hale getirdi. Nitekim çok büyük masraflarla düzenlediği bu tören ve şenlikler, bütün İslâm dünyâsında geniş ve derin akisler bırakmış, Mısır’dan başlayarak Kuzey Afrika boyunca bütün Akdeniz İslâm ülkelerine, Mekke’ye, Hindistan ve Türkistan’a doğru yayılmıştır. Ülkelere göre yeni mahalli ve millî renkler kazanmakla beraber, esas noktaları tamamen aynı idi. Bu muhteşem kutlamalar, bütün İslâm dünyasını birleştiren bir îman, kültür ve sosyal birlik hâdisesi oldu. Gökbörü Mevlidlerinin pek çok kaynakta ilk ve başlangıç sayılarak zikredilmesi önemlidir[17].

Erbil Törenleri

Erbil 1211 doğumlu tarihçi İbni Hallîkan (öl: I282)’ın anlattığına göre, Mevlid törenleri için çok önceden hazırlık yapılmağa başlanırdı. Bağdad, Musul, Cezirei Sincar, Nusaybin ve İran gibi yakın ve uzak çevrelerden birçok fakih, sûfî, vaiz ve hâfızlarla her türlü marifet sahipleri, Muharrem ayından (l.ay) başlayarak Rebîülevvel ayının (3.ay) ilk günlerine kadar Erbil’e gelir ve Melik Muzafferüddin’in yanında toplanırlardı. Atabeg, bu misafirlerini, önceden bu maksad için kurdurup süslettiği çadır sitilinde ahşap evlere yerleştirirdi. Misafirlerin istirahati temin edildikten sonra, onların hoşça vakit geçirip oyala-nabilmeleri için şiir ve musikî meclisleri, hokkabaz gösterileri, satranç partileri, günlerce süren sürek avları, çeşitli oyun ve eğlenceler düzenlenirdi. Devamlı ziyafetler, dînî sohbet ve vaazlar, zikir ve semâ törenleri tabiî idi. Son derece cömert, insan tabiatına uygun ve emsalsiz bir misafirperverlikle düzenlenmiş kutlamalardı[18].

Erbil kale kapısından kalenin dışındaki büyük tekkenin kapısına kadar uzanan 20 kadar ahşap ev veya konaktan biri atabeğin kendisine, diğerleri de devlet ileri gelenlerine aitti; yani atabeg ve erkânı da misafirlerinin arasında kalırlardı. Safer ayının (2.ay) ilk gününde yani resmî törenden 42 gün önce ahşap kubbeler süslenir, katlarına şarkıcılar, hayalciler yerleştirilirdi. Melik Muzafferüddin, ikindi namazını kıldıktan sonra ahşap misafirhanelerde neler yapıldığına bakar, misafirleri ile meşgul olur, sonra âdeti üzere tekkede kalarak zikir ve semâa katılır ve sabah namazını müteakip ava çıkar, öğleden sonra da devlet işleri için kaleye dönerdi. Şehrin sokaklarında ve dışındaki misafir konaklarında haftalarca bir panayır canlılığı hüküm sürerdi. Mevlid arefesinde, akşam namazından sonra, başlarında bizzat Atabeğin bulunduğu bir fener alayı, şehrin kalesinden kale dışındaki büyük tekkeye doğru gider, ertesi sabah da halk tekkenin önünde toplanırdı. Bu esnada tekkenin önüne hükümdar için yüksek bir ahşap kule, vaizler için de bir kürsü kurulmuş olurdu. Hükümdar bu kuleden hem vaazı dinler, hem kürsünün etrafında toplanan kalabalığı ve meydanda saflar hâlinde dizilmiş duran cemaati görürdü. Vaaz bitince, ileri gelen misafirleri kule sarayına davet eder, onlara hil’atler yani kaftanlar giydirirdi. Bundan sonra da halka meydanda, ileri gelenlere de tekkenin içinde ziyafet verirdi. O geceyi de daha önceki gecelerde olduğu gibi dervişlerle birlikte zikir ve sema ile geçirirdi. Ayrılırken de misafirlerini çeşitli hediye ve câizelerle ağırlar, ikrama boğardı. Mevlid günü ihtilaflı olduğu için Gökbörü, resmî töreni bir yıl 8, bir yıl 12 Rebîülevvel’de yaptırırdı[19].

Fatımî törenleri ile karşılaştırıldığında, bu törenlerde bilhassa şu özellik göze çarpmaktadır: Bunlara daha büyük nisbette mutasavvıflar ve halk tabakası iştirak ettiriliyordu. Mevlid alay ve cemiyetlerinin halk arasında kazandığı büyük rağbetin sebebi, bu tören ve toplantıların tasavvufla olan sıkı râbıtasıdır. Hâdisenin bu yönü çok mühimdir. Törenler bir yandan bir panayır ve kültür şenliği görüntüsünde iken, öte yandan da bilgin ve mutasavvıfların katkılarıyla bir kandil gecesi kutlaması rûhâniyetine bürünmüş gözükmektedir. Tasavvuf, bir yandan en seçkin zekâ ve gönüllerin, en ince ve ulvî inanış ve ibâdet zevklerinin ifâdesi olurken, bir yandan da halk kitlelerinin dînî hislerini ifade ediyor, dînin kitleye mâl edilmesi, dînî inanç ve hislerin kitlelerin kalbinde kök salması hareketi olarak gelişiyor ve gerçekleşiyordu. Bu devirde tasavvuf akımları çok kuvvetli idi. 1166’da vefat eden Hazret-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevi’nin yetiştirdiği alp erenler, gazi dervişler, Türk ordularının yanı ve önü sıra bir mâneviyât ordusu hâlinde dünyanın her bucağına yayılmışlardı. Ülkelerle birlikte gönüller fethediliyor, taş ve toprakla birlikte ruhlar işleniyor, tevhid inancı ve vahdet fikri etrafında yurtta ve ruhlarda birlik ve barış sağlanıyordu. Bu tezgâhta ruhlar bir Türkistan halısı kadar sıkı ve renkli nakışlarla dokunuyordu. Bu moral değerlere ve rûhî mukâvemete, müslümanların ve “adanmış millet” olarak İslâm’ın bütün sorumluluğunu yüklenmiş olan Müslüman Türkler’in ihtiyacı, zaruret derecesinde aşikârdı. Dînin asıl kaynaklarından feyz alması, dil engeli başta olmak üzere, birçok sebeple mümkün olmayan kitleler, tasavvuf memesinden süt emmiştir. Diğer taraftan 1096 ile 1270 arasında 174 yıl boyunca Hristiyan Avrupa’nın müslümanlara karşı düzenlediği 8 Haçlı seferi, doğudan Türk devletlerini ve İslâm dünyasını çiğneyerek kurulup gelişen Moğol İmparatorluğunun her ân yaklaşan ve gittikçe ağırlaşan tazyiki, esas itibariyle Müslüman Türklerin omuzuna çöken ağırlıklar ve Müslüman Türkler’in göğüsledikleri dalgalardı. Sûfiler, mutasavvıflar, bu şartlar altında, bir millî-mânevi birliğin harcını karmağa, hamurunu yoğurmaya çalışıyorlardı. Erbil’de Gökbörü’nün hiç kapanmayan ve Mevlid Kandillerinde azamî derecede genişleyen cömert ve keremli sofrasında, insanlara çeşitli güzel yemekler, tatlılar, hediye ve caizelerle birlikte sadra şifâ ruh gıdaları da ikram ediliyor, damak zevklerinin yanında, yüksek ruhî zevkler de tadılıyor ve yaşanıyordu[20].

Mevlid Metinleri

Hz Peygamberin hayâtı, ahlâkı ve gazaları hakkında baştaİ Hişâm (öl: 834) olmak üzere bir çok Arap müelliflerinin “siret” yahut “siyer” adı verilen eseri bulunmakla beraber, mevlidler biraz değişik mahiyette kitaplardı. Mevlid tarzındaki eserlerde Nûr-ı Muhammedi‘nin yaratılışı, öbür peygamberlerden geçerek Hz. Muhammed’e gelişi Hz. Peygamber’in doğumu, doğumundan önceki ve sonraki olağanüstü haller anlatılmaktadır. Hz. Peygamber’i öğen ilk şiirler, Hz. Peygamber’in sağlığında Ka’b bin Züheyr’in Banat Suâd, Busurî‘nin Bürde ve Hamziye‘sidir. Arapça’da bunlara sayısız nazireler yazılmıştır. Mevlid niteliğinde ilk eser olarak İbnü Dihye Ebi’l-Hattab Ömeri’l-Hâfızın (öl: 1235) Erbil’de Gökbörü’ye sunduğu Kitâbü’t-Tenvîr fî Mevlidi’s-Sirâci’l-Münîr adlı eseri kabul edilir. Bu kitap Erbil törenlerinde okunmak için yazılmış ve bu törenlerde okunmuştur. Günümüze bu eserin ancak bir iki parçası ulaşabilmiştir. Ancak Mağrip yani Kuzey Batı Afrika’da Ebü’l-Abbâs Muhammed bin Ahmed el-Azafî‘nin ed-Dürrü’l-Munazzam fî Mevlidi’n-Nebiyyi’l-Muazzam adlı eserinin Kitabü’t-Tenvîr’den önce yazıldığı anlaşılmaktadır. Tabiatiyle bu, ibnü Dihye’nin eserinin değerini ve târihî örneklik rolünü gölgelemez, sâdece Mevlid törenlerinin İslâm âleminde XIII. Yüzyıl başlarında ne kadar yaygınlaştığını gösterir. Bu iki eseri, Osmanlı Türkleri’nce çok sevilen meşhur mutasavvıf Muhyiddin-i Arabi (öl: 1240)’nin el-Mevlidi’l-Cismânî ve’r-Ruhanî, Ebü’l-Hasan el-Bekrî (öl: 1295)’nin el-Envâr ve Miflahü’l-Esrâr, ve er-Ravzatü’n-Nazîre, buna Muhammed bin Eyyûb et-Tazefi‘nin şerhi olan ed-Dürretü’l-Fâhire, Muhammed bin Ali ez-Zâmlekânî‘nin (öl: 1327) Mevlidü’n-Nebî, İbnü Cemâa Abdülaziz‘in Muhtasaru Siyreti’n-Nebî, İbnü’l-Cezerî Şemseddin‘in el-Mevlidü-l-Kebîr ve Zâtü’ş-Şifa fî Siyretin-Nebî adlı eserleri tâkib etmiştir[21].

Adında “mevlid” bulunan Hz. Peygamber’le ilgili bir iki eser tercüme edilmiş olmakla beraber Farsça mevlid yazılmamıştır. Tercüme edilen bir veya iki kitap da mevlid niteliğinde değildir. Buna mukabil İran edebiyatında pek çok Kerbelâ faciasını işleyen Maktel-i Hüseyinler yazılmıştır.

 “Süleyman Çelebi ve Eseri

Edebiyatımızda Süleyman Çelebi dışında mevlid türünde eser veren şairlerin listesinin yer aldığı çalışmalar çoktur. Ancak herhâlde ilk ve hemen hepsinin hareket noktası Kâtip Çelebi’nin Keşfu’z-zunûn isimli eseridir[22]: 1. Ahmedî (ö. 1412): Edebiyatımızda ilk mevlid müellifidir. Yazılış tarihi: 1407’dir. Şairin İskendernâme’sinin bir nüshasında bulunur. 2. Süleyman Çelebi (ö. 1422): Vesîletü’n-necât. Yazılış tarihi: 1409’dur. 3. Ârif: Mevlid. Yazılış tarihi: 1437/38.  4. Kerimî İrşâd, Yazılış tarihi: 1458, 5. Gülşenî-i Saruhani (Fatih devri): Mevlid-i Nebi[23]. Osmanlı’da XV. Yy’dan[24] itibaren o kadar çok Mevlid yazılmıştır ki bu da Türklerin Hz. Peygamber sevgisi ile izah edilebilir.

Türk edebiyatında değişik şairler tarafından kaleme alınmış pek çok mevlid mevcuttur. Bunların en meşhuru da Süleyman Çelebi (1351-1422) tarafından XV. yüzyılın hemen başında (1409) yazılan “Vesiletü’n-Necat”tır.Mevlid türü, Tanzimat’tan sonra da varlığını sürdürmüştür. Sıdki Mevlidi (226 beyit), Re’fet Mevlidi (239 beyit), Ruşdi-Mes’ûd Mevlidi (254 beyit), Zeynî Mevlidi (180 beyit), Muhyiddin Mekki Mevlidi (246 beyit), Ziyâî Mevlidi (272 beyit), Salih Nihanî Mevlidi (320 beyit), Fatma Kâmile Hanım-Hâdiyyu’l-Cinân, (223 beyit), v.d. Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n-Necât isimli mevlidinde gelenekleşmiş bir yapıyla karşılaşırız. Genellikle tevhid, münacat, na’t, sebeb-i telif bölümleriyle başlayan mevlidler, dua bölümüyle sona erer. Asıl mevlidi oluşturan aradaki bölümler; Hz. Muhammed’in nurunun yaratılması, bu nurun Hz. Âdem’den Hz. Peygamber’e intikal sureci, doğumu ve mucizelerinin anlatımı ile Hz. Peygamberin övgüsünü içeren merhaba bölümleridir. Dikkat edilirse bu bölümlerde öncelik Hz. Peygamberin hayatının anlatılmasıdır. Ancak o hayatın bütünlüğü yerine belli dönemleriyle sınırlı kalınılır. En çok öne çıkan dönem veya olay da, Hz. Peygamberin doğumudur. Bununla birlikte nurunun yaratılması ve bu nurun Hz. Âdem’den kendilerine intikaline kadarki surecin anlatımı da mevlidlerde geniş yer tutar.[25]

Osmanlı’da ikinci Mevlid olan Süleyman Çelebi’nin 1409’da kaleme aldığı Vesîletü’n-Necât adlı eserini yazdığı tarihte 60-65 yaşlarında olduğu tahmin ediliyor. Kendisi Yıldırım Bâyezid Hân’ın divan imamı ve Ulu Cami imamıdır. 1422’de öldüğü en kuvvetli tahmindir. Mezarı Bursa’dadır. Mevlid adıyla bilinen ve yüzyıllardır aralıksız Türk gönüllere hükmeden bu ölümsüz eserden önce veya sonra, herhangi bir eser yazıp yazmadığı hakkında hiçbir şey bilmiyoruz Eserini Türk milletinin çok yüksek ve çok samimi Peygamber sevgisini dile getirmek ve Peygamberimizin bütün peygamberlerden üstün olduğunu göstermek üzere yazmıştır. Süleyman Çelebi, eserini bir sınır boyu devleti olarak kurulmuş olan Osmanlı Beyliği’nin başkentinde ve İslâmı cihâda adanmış akıncı ruhlu Türkler arasında, onlar için yazmıştır. Timur yenilgisinden sonra devlet fetret halindedir ve toplum karışıklıklar içindedir. Karahanlılar’dan itibaren bütün Müslüman Türk devletlerinin olduğu gibi, Osmanlı nizâmının da temeli sünni akideye dayanmaktadır. Allah’ına Peygamber’ine devletine bağlı, hassas bir îman adamı olan Süleyman Çelebi, bir fâniye kolay kolay nasib olmayacak, ancak Allah’ın yardımı ile mümkün olabilecek bir kudretle, dînini, milletini ve devletini müdafaa etmiştir. Asırlardan beri vatanımızda mevlid cemiyet, alay ve törenlerinin merkezi ve mihrakı bu eserdir. Eser Osmanlı dışında da bütün Türk illerine yayılmış ve asırlardan beri Türk Milleti Allah’ına, Peygamber’ine bağlılığını, sevgisini, saygısını Süleyman Çelebi’nin mısraları ile ifade etmekte; kederine teselliyi, sevincine ortaklığı bu eserde aramakta, doğumdan ölüme kadar her vesilede hayatını bu kitapla manalandırmaktadır. Günümüzde bu şöhret ve itibar daha da artmış bulunuyor. Herhangi bir kitap gibi kıraat edilerek değil, besteli olarak makamla okunur. Dört bahirdir, bu bahirler sırasiyle dügâh, hüseynî, rast ve ırak makamlarıyla okunur. Gelenek bu olmakla beraber, bazı taksimler gibi kısmen belli ezgilerle, kısmen de irticâlî olarak kendisine mahsus bir tavırla da okuna gelmiştir. Mevlid okuyanlara mevlidhân denir. Geçmiş asırların çok meşhur mevlidhanları vardı. Günümüzde de çok kaabiliyetli mevlidhanlar yetişmiş ve yetişmektedir[26].

Gerek târihî örneklerinde, gerekse günümüzde mevlid alayları ve mevlid cemiyetleri, vatanımızda 1409’dan beri Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât’ı etrafında tertiplenmektedir. Bugün yurdumuzda mücerret “mevlid” denildiği zaman, ilk akla gelen Süleyman Çelebi’nin eseri ve bu eser etrafındaki toplantılardır. Bu toplantılarda Mevlid’le birlikte Kur’an-ı Kerîm, na’t, tevşih, kaside ve ilâhîler okunur, selâtü selâm getirilir. Gül suyu serpilir. Yemekli ise yemek, yemekli değilse bile mutlaka tatlı ve şeker ikram edilir. Kandil gecelerinde minarelere mahyalar asılır. Bu minare ışıklandırma ve mahya asma âdeti, II. Selîm veya III. Murad devrinden beri süregelmektedir. Türkçe’de Süleyman Çelebi’den sonra da mevlidler yazılmıştır. Lâtîfî Tezkiresi’nde bunların XVI. Yüzyılda 100 kadar olduğu kayd edilmiştir. Daha sonra da mevlid yazılmağa devam edilmiş, fakat bunlardan hiçbiri Süleyman Çelebi’nin mevlidi ayarında şöhret kazanamamış ve tutulmamıştır. Esasen hepsi onun tesirinde kalmış ve ona bir nevi nazire niteliğinde yazılmıştır. Bu sonradan yazılanlardan bazı parçaların Çelebi’nin eserine eklendiği veya katıldığı da vakîdir. Büyük şâirler, muhtemelen Süleyman Çelebi’ye ve eserine duydukları saygıdan ötürü, mevlid yazmağa girişmemişlerdir. Bugün 59 mevlid yazarının ismi ve eseri bilinmektedir. Gerek Lâtîfî Tezkiresi’nde belirtilen sayı, gerekse günümüze ulaşabilen eser ve yazar isimleri, Türk milletinin Peygamber sevgisinin topluca ve teker teker birer göstergesi sayılır. Bunlara siyer, Ahmediye, Muhammediye cinsinden eserlerle, din ve tekke şiirleri ve her klasik dîvanda bulunması mutâd olan münâcât, tevhid ve na’tleri de ilâve edersek. Türk dînî edebiyatının gerçekten fevkalâde olan zenginliği görülür[27].

Osmanlı Mevlid Törenleri

Osmanlılar’da daha önce saray, konak, tekkelerde hususi mahiyette yapılan mevlid merasimleri. III. Murad devrinde (1574-1595), 1590’da resmen imparatorluk teşrifatında yer aldı ve halk nazarında gittikçe artan bir rağbetle bir bayram mâhiyeti kazandı, önceleri Ayasofya’da. 1616’dan itibaren Sultan Ahmet Camii nde yapılan mevlid merasimlerine (mevlid alaylarına) pâdişâh, sadrâzam, şeyhülislâm, vezirler, kazaskerler, bilginler, şeyhler, ağalar, müderrisler dâhil, bütün devlet erkânı ve halk katılırdı[28].

İstanbul’da halka açık büyük mevlid alayları, II. Bâyezid devrinden itibaren Kara Mustafa Paşa dergahı’nda yapılırdı. Merasimlerin resmîleşmesinden sonra da bu dergâhtaki kutlamalar devam etmiştir. Pâdişâhın, hünkâr mahfilinde yerini almasından sonra, önce müezzin mahfilinde Kur’ân-ı Kerim tilâvet olunur, bunu takiben ta’rif okunurdu (Hz. Muhammed’in yüksek vasıflarına dâir izahlar. Okuyana ta’rifhân denilirdi). Bundan sonra sırasıyla Ayasofya, Sultan Ahmed şeyhleri ile nöbetli olan şeyh efendiler vaaz verirlerdi. Şeyhler kürsüye çıktıkça hazır bulunanlara şerbet ve buhur (tütsü) dağıtılırdı. Vaaz bitiminde bu şeyhlere dârüssaade ağası tarafından ferace ve samur kürkler ihsan olunurdu. Vaazlardan sonra ilk mevlidhân kürsüye çıkar, bir kısım okuduktan sonra inerdi. Ona dârüssaade ağası tarafından hil’at giydirilirdi. İkinci mevlidhân biraz okuduktan sonra müjdecibaşı, Emîrü’l-Hacc olan beylerbeyi veya vezirin, hacc kafilesinin Şam’a ulaştığını bildiren mektubunu sadrâzama teslim eder, o da reisül-küttâba verirdi. Mektup pâdişâhın huzurunda okunduktan sonra, dârüssaade ağasına samur kürk, reîsülküttâb ve müjdecibaşıya hil’atler ihsan olunurdu. Pâdişâh peşkirağası vasıtasıyla sadrâ-zama Medine’den gelen hurmadan hediye ederdi. O da bunları çevresine dağıttırırdı. Hurma getiren peşkirağasına para ihsanında bulunulurdu. Üçüncü mevlidhân kürsüye çıkınca Sultanahmed mütevellisi sadrazamın, Ayasofya mütevellisi şeyhülislamın, diğer vakıfların mütevellileri orada bulunan vezir, ulemâ ve ileri gelenlerin (hâcegân) önüne şeker tablaları koyarlar, sonra bu tablalar kaldırılırdı. Mevlidhân kürsüden indikten sonra pâdişâh saraya dönerdi ve bundan sonra halk dağılarak merasim biterdi[29].

Umumiyetle Sultanahmed’de yapılan mevlid törenleri, daha sonraları Bâyezid, Nusretiye, Beylerbeyi ve benzeri camilerde de yapıldı. II. Mahmud ve Tanzimat’tan sonra, eski teşrifat kaidelerine riâyet edilmekle beraber, devrin anlayışı içinde mevlid alaylarına yeni unsurlar da ilâve edildi: Geliş ve gidişinde pâdişâh için askerî merasim ve bununla beraber bazan resm-i geçit yaptırmak, gece minârelerin, sarayların ve resmî binaların donatılıp aydınlatılması, beş vakit harb gemilerinden ve tophaneden top atılması gibi. II. Mahmud zamanında Mekke’de de ayrıca resmî bir mevlid töreni tertiplenmeğe başlandı. Halen Muhtelif münâsebet ve vesilelerle (doğum, ölüm, sünnet, evlenme, kandil, adak, terhis, haccı kutlama, ev alma, bir işe başlama v.s. gibi sevinç, şükran veya üzüntü ve teselli konusu olan durumlarda) mevlid okunmaktadır, ölüm vesilesiyle okutulan mevlidler, yıldönümlerine veya yıl dönümlerine yakın anma günlerine rastlatılır. Vefattan hemen sonra ise, ya ölünün toprağa verildiği gece veya 40. veyahut 52. gece okutulur. Doğumda, doğumun haftası tercih edilir. Mevlid, Türkler ve bütün müslümanlar arasında çok köklü bir gelenek halindedir ve mevlid merasimleri mukaddesattan sayılmaktadır[30]. Mevlid toplantılarında (cemiyetlerinde) önce Kur’an-ı Kerim tilâvet edilir. Sonra mevlidhânlar Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inden sırayla mûsikî makamlarına uygun olarak bahirler (bölümler) okurlar. Her bahirden sonra Kur’an tilâveti tekrarlanır. Bâzı bahirler arasında ilâhi ve kasidelere de yer verilir. Acısı ağır olacağı için Mevlid’in Vefat (Rıhlet) Bahri (Peygamberimizin ölümünü anlatan kısmı) okunmaz. Velâdet (Doğum) Bahri’nde Peygamber i Ekber’in doğduğunu bildiren beyit

“Doğdu ol saatte ol sultânı-ı din

Nura gark oldu semâvât u zemin”

okunurken ayağa kalkılır ve ara duası yapılır. Kadınlar bu bölümde:

“Geldi bir ak kuş kanadıyla revân

Arkamı sığadı kuvvetle hemân”

beyti okununca doğumlarının kolay geçmesini temenni için uğurlu bir vesile olarak birbirinin belini sığazlarlar. Toplantıda şerbet veya şeker dağıtılması ve gül suyu serpilmesi âdettir. Anadolu’nun bâzı yerlerinde helva, kuru üzüm ve çörek cinsinden şeyler de dağıtılmaktadır. Sonunda yemek yenen yemekli mevlidler de vardır. Mevlid cemiyetleri uzun bir dua ile ve Fatiha okunarak sona erer[31].

Mevlid kutlamaları ve mevlid merâsimleri, Erbil Atabeği Muzafferüddin Gökbörü’den başlayarak Vesîle-tü’n-Necât’ın yazılış târihinden başlayarak devam eden bir Türk âdetidir. Bugün her seviyedeki mevlid törenleri, dînî ve millî kültürümüzün bir parçası ve sosyal hayatımızın vaz geçilmez tabiî bir müessesesi hâline gelmiştir. Bu haliyle dînî telkinin de en şümullü, en kapsayıcı ve itiraf etmek lâzımdır ki en yüksek seviyesini temsil etmektedir. Hiç şüphe yok ki, Mevlid asırlardan beri Türk kültürünün Türk milliyetinin, Türk maneviyât ve mukaddesatının ana sütunlarından biridir ve böyle olmakta devam edecektir. Vesîletü’n-Necât’ın bu sütun içindeki merkez ve mihrak rolünü bir kere daha belirtmek isterim. Mevlid tek başına bir kültür unsuru değil, birçok kültür unsurlarını bünyesinde toplayan bir kültür yumağı, bir kültür karmaşığıdır. İçtimaî dokuya derinlemesine ve genişlemesine nüfuz etmiş, kök salmıştır. Halkımızın, hangi vesilelerle mevlid okuttuğu, mevlid cemiyetlerinde toplandığı, bir kere daha göz önüne getirilirse, denilebilir ki Türk’ün yaşadığı göklerin altında mevlid okunmayan gün yoktur ve okunan mevlidler zamanın dilimlerine taksim edilirse, mevlid isabet etmeyen bir saat bile kalmadığı görülür. Hâdisenin ehemmiyetini şu basit muhakeme bütün açıklığı ile ortaya koymağa yeter zannediyorum[32]:

Bunun içinde neler var? En başta insanoğlunun en yüce değerleri olan din ve îman var. Beşeriyetin en yüce, en ulvî inanç, duygu ve ürperti kaynağı olan Allah ve Peygamber sevgisi var. Allah kelâmı olan Kur’an var. Şiir hâlinde Türkçe ve en güzel, en duygulu, en içli insan sesi olan Türk mûsikîsi var. En ulvî duygular, en üstün bağlılıklar, en hasbî ve yüce sevgiler, Türkçe şiirle Türk mûsikîsinin nârin kanatlarını takınmış olarak insanların baş ve gönül kulağına söyleniyor. üfleniyor… Hem zihne, hem kalbe hitab var. Işık var, karanlıklar içinde parlayan aydınlık var. Va’z ü nasihat var. En tatminkâr ruh gıdası olan dua ve niyaz var. İkram var ağız tadı ve damak lezzeti var. Ölülerinin ruhlarını da aralarına almış, hâtıralarına bürünmüş halde toplu oturan, toplu duran insanlar, aynı hassasiyet ve rikkatlerle toplu çarpan yürekler var. İman, duygu, fikir, zevk ortaklığı var. Ruh huzuru ve sükûnu var. Derûnilik, dünya tantanasından bir ân için kopup kendi içine dönüş, kendi ruhunu temâşâ, nefs muhasebesi, psikolojik içe bakış var. Rikkatle akan inci tâneleri kadar saf ve kıymetli göz yaşları, yağmur sonrası güneşi kadar aydınlık göz bebekleri, en karanlık çehrelerde beliren cennet tebessümleri ve mahyaların aydınlığı var… Cemâat ruh ve şuuru var. Kardeş ve kaderdaş olma idrâki var. Varlığını bir cemâatin varlığı ile bir ve özdeş kılmaktan ve görmekten doğan kalb kuvveti var[33].

Her mevlidde Kur’an-ı Kerim, sanki orada bulunan cemaat için yeniden bir kere daha nâzil oluyormuş gibi gönülleri aydınlatır, ruhları serinletir. Her mevlidde Peygamber-i Ekber yeniden bir kere daha doğuyormuş gibi “bütün zerrât-ı cihan” ile birlikte “merhaba’larla ayakta selâmlanır. Alemlere rahmet yeniden iner. Daha doğrusu varlık ve kâinat, adetâ yeniden, var oluşunun sebebini anlar, var oluş hikmeti zâhir olur varlık neş’esi doğar. Mevlidde inanan gönüllerin gözleri önünde gökler açılır, Mi’râc sırrı ayân olur. İnsan olmanın erişilmez şerefi, “Kaabe kavseyn” mertebesinde tecellî eder…Mevlid dinî ve millî bir terbiye müessesesidir. Sessiz sedâsız kendi hâlinde işleyip duran bir millî birlik mektebidir. Mevlid, her noktası Allah’ın Kitâbı’na ve Peygamber’in sünnetine uygun, zarif Türk dindarlığının estetik bir halidir. Neticeten Mevlid, ölümsüz ve doyumsuz “Güzel Türkçedemektir. Türk ruhunun en hassas ince teli olarak inleyen Türk mûsikisi demektir. Bin yıldır İslâm’a adanmış bir millet fertlerinin müşterek vicdânı ve bu vicdan etrafında birbirine kenetlenmesi, her toplanışta birbirine daha çok benzemesi demektir. Mevlid. Allah’a sunduğumuz elimizdir efendim! Mevlid “şefi’ül-müznibîn”, “rahmete’n li’l-âlemin”, “Ahmed ü Mahmûd-ü Muhammed” Efendimiz’in şefaatine arz-ı hâlimizdir efendim! Allah’ın dîdârına “Adı güzel, kendi güzel Muhammed”in “gül yüzü”ne hasretimizdir efendim! Türk milleti, mevlid yazan, mevlid okuyan, mevlid dinleyen, mevlid alayları ile dış ve iç dünyâsını aydınlatan, mevlid sofralarında nimetlenen ve bu sofralarda Allah’ın nimetlerine şükrünü edâ eden millettir ve bu sebeple uzak ve yakın atalarımızın inandığı kat’iyetle inanıyorum ki kıyâmete kadar pâyidar olacak millettir efendim![34]

Mehmet Tevfik Bey sözünü bitirdiğinde Yüzbaşı Mustafa küçük Kemâl’e baktı. “Kemâl” dedi. Arkadaşların çok güzel Mevlid okuduğunu söylemişlerdi. Bu gece bize de okusan olur mu? Mustafa Kemâl al al, kırmızı kırmızı utandı yanakları kızıl elma gibi oldu. Mehmet Tevfik Bey “utanacak ne var oğlum” dedi. Bu bizim millî ve İslamî ibadetimizin sonsuza seslenen Türkçe dualarıdır. Kemâl bu sözle cesaret buldu ve okumaya başladı:

Mefhar – i Mevcudât, Hazret-i Fahr-i Alem /Muhammed Mustafâ yâ Salevât

Allâh adın zikredelim evvela /Vacib oldu cümle işte her kula

Allâh adın her kim ol evvel anâ /Her işi âsan eder Allâh anâ

Allâh adı olsa her işin önü /Hergiz ebter olmaya anın sonu

Bir kez Allâh dese şevkile lisan /Dökülür cümle günah misli hazan

İsm-i pâkin pâk olur zikreyleyen /Her murada erişir Allâh diyen

Aşk ile gel imdi Allâh diyelim /Dert ile göz yaş ile ah edelim……

Odayı incecik bir pınar şırıltısının ahenginde Mustafa Kemâl’in sesi dolduruyordu. Dinleyenler insan olmanın Hz. Muhammed’e (O’na selam olsun) ümmet olmanın saadetine eriyorlardı. Yüzbaşı Mustafa yanındaki geleceğin sarı paşasını alnından öptüğünde onun deniz mavisi gözlerinden bulut berraklığında yaşlar dökülüyordu.
 

 


[1] Sinan Meydan, Sarı Paşam, İnkılâp yayınevi, İstanbul, 2015, s. 83.

[2] Geniş Bilgi için Bkz: Prof. Dr. Yahya Akyüz, Atatürk’ün Yetişmesi ve Öğretmenleri, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Sayı 10, Cilt IV, Kasım 1987.

[3] Prof. Dr. İsmail Çetişli, Türk Şiirinde Hz. Peygamber, Akçağ yayınevi, Ankara, 2012, s. 550.

[4] Ayvaz Gökdemir, Türk Kimliği, Kervan kitabevi, Konya, 2004,s. 77.

[5] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 77-78.

[6] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 78.

[7] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 78.

[8] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 79.

[9] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 80.

[10] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 81.

[11] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 81.

[12] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 81-82.

[13] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 82.

[14] Geniş Bilgi İçin Bkz. Ahmet Refik Altınay, Haçlılar, (Hazırlayan: Gülay Kırpık) Ötüken Yayınları, İstanbul, 2007.

[15] Dr. Osman Gürbüz,  İktidara Uzanan Yolda Eyyûbî Ailesinin Serüveni, A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi [TAED] 48, Erzurum 2012, 387-405.

[16] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 82-83.

[17] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 84.

[18] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 84.

[19] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 85.

[20] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 86.

[21] Ayvaz Gökdemir, a. g. e., s. 87.

[22] Doç.Dr. M.Fatih Köksal,Mevlid-Name, Mevlid’in Yazılışının 600. yılına Armağan, Kırşehir, 2010,s.40.

[23] Doç.Dr. M.Fatih Köksal, a.g.e.,s.47.

[24] Geniş Bilgi için Bakınız: Doç.Dr. M.Fatih Köksal, a.g.e.

[25] Prof. Dr.İsmail Çetişli,a.g. e.,s.551-552.

[26] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 89.

[27] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 89-90.

[28] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 90.

[29] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 90-91.

[30] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 91.

[31] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 92.

[32] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 93.

[33] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 93-94.

[34] Ayvaz Gökdemir, a.g.e., s. 94.

Yazar
Hilmi ÖZDEN

Prof.Dr. Hilmi Özden, Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Anatomi Anabilim Dalı öğretim üyesidir. Aynı üniversite Türk Dünyası Araştırmaları Merkezi Kurucu Müdürü de olan Özden, Türk kültürü ve medeniyet çalışma... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen