Türk Milliyetçiliği Açısından Bir Başka 12 Eylül Değerlendirmesi İçin Çerçeve Önerisi

Kenan Evren ve Tahsin Şahinkaya ile ilgili dava açılması kararından sonra 12 Eylül ile ilgili değişik siyasal kanatlardan yapılan de­ğerlendirmelerde ortak bir yargı üzerinde uzlaşılmaktadır. Bu yargı, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 12 Eylül öncesinde terörün gelişmesini bilinçli olarak engel­lemediği, hatta terörü tırmandırarak darbeye zemin hazırladığı ve böylece darbenin gerekçesi olan anar­şiyi bilinçli olarak oluşturduğudur. Kamuoyu önünde görüş açıklayan bazı Türk milliyetçisi siyasetçilerinde aynı yargıları önemli ölçüler içinde paylaştıkları gö­rülmektedir.

Oysa bu yaklaşımın arkasındaki temel saik bir gerçeğin ortaya çıkarılması değildir. Bu yaklaşımın temel amacı, Graham Fuller tarafından “Yeni Türki­ye” adı verilen ve İstiklal Harbi geleneğinin üzerine Türk milliyetçiliği felsefesini esas alarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesi ile kurulması hedeflenen ılımlı İslamcı bir rejimin oluşması süre­cinde, bütün kurum ve kuruluşların kirletilerek, Türk milletinin gözünden düşürülmesi için tarihe yapılan ideolojik bir müdahaledir.

Türk milliyetçiliği açısından 12 Eylül rejiminin yaptıklarını affetmek mümkün değildir. 12 Eylül, Türk milletine, Türk tarihine ve Türk milliyetçiliğine karşı suçludur. Bundan dolayı milletin ve tarihin vicdanın­da bundan 50 sene sonra 12 Eylül’ün uygulamaları­nın Türk milletinin psikolojisine indirdiği ağır ve tah­rip edici darbe daha iyi anlaşılacaktır. Ancak bütün bunlar ve bunlardan doğan haklı milli kızgınlık, Türk milliyetçilerini 12 Eylül’ün nedenlerini tartışırken, “ılımlı” İslamcı komplocu tarih yorumunun tuzağına düşürmemelidir.

Bu tamamlanmamış makalede benim içinde he­nüz zihnimde tartışma süreci içinde olan bir konuda Türk milliyetçilerinin 12 Eylül tartışması için ham ol­duğunu kabul ettiğim bir çerçeve analiz önerisi or­taya koyacağım. Sosyal olayları tek neden ile izah etmek mümkün değildir. Önemli bir sosyal olay olan 12 Eylül askeri darbesini de tek nedenle izah ede­meyiz. Hele bu neden TSK’nın askeri darbe yapmak için terörü bilinçli şekilde tırmandırdığı gibi komplocu bir zihniyetin ürünü olur ise. Bu noktada tartışmamız gereken Türkiye’yi 12 Eylül sürecine getiren neden­leri ortaya koymaktır. Sadece bunun yapılması dahi, daha sağlıklı bir bakış açısını sağlayacaktır.

Türkiye’yi 12 Eylül’e Sürükleyen Etmenler

Türkiye’yi 12 Eylül 1980’e Soğuk Savaş para­digması içindeki ve dışındaki birçok iç ve onlar ka­dar hatta daha fazla dış faktör sürüklemiştir. Burada önce dış faktörler, teker teker kısa izahlar ile sırala­nacaktır.

a) Türkiye’nin Kıbrıs Harekâtına Yunanistan’ın ve Batı Dünyasının Tepkisi Çerçevesinde Yunan Örtülü Operasyonları

Kıbrıs Barış Harekatının, adada Yunanistan le­hine kurulmuş statükonun Türkiye tarafından ve Türkiye’nin lehine bozulması 1821’den buyana Türki­ye aleyhine % 400 oranında büyümüş bir devlet olan Yunanistan açısından 1922-1974 yani 52 sene için­de ikinci büyük yenilgi ve travma olmuştur. Dönemin Yunan başbakanı Selanik’te yaptığı bir konuşmada Türkiye’ye cevabının Türkiye’de terörü kışkırtmak ve desteklemek olduğunu açıklamıştır. Yunan örtü­lü operasyonunun sonuçları ile ilgili bilginin MİT ve Genelkurmay Başkanlığı belgelerinde bulunması ge­rekir.

Öte yandan sadece Yunanistan değil, Avrupa ülkeleri ve ABD’nin de Türkiye’nin Kıbrıs’a çıkması ve adada kalmakta ısrar etmesini içlerine sindireme­dikleri malumdur. Bundan dolayı, 12 Eylül öncesinde değişik boyutlarda Türkiye’de teröre destek vermek, Batı açısından Türkiye’nin cezalandırılmasının bir aracı olmuştur.

 

b) Suriye’nin Türkiye’ye Yönelik Düşük Yo­ğunluklu Şiddeti Destekleme Politikası

Sancak diye nitelendirdiği Hatay’ın Türkiye’ye ka­tılmasını hiçbir zaman içine sindiremeyen Suriye’deki hükümetler, özellikle de Baas Hükümetleri, su soru­nu ve Hatay meselesinden dolayı Türkiye’yi iç zaa­fa sürükleyebileceklerini düşündükleri her politikayı desteklemişlerdir. Şam’ın Türkiye’ye yönelik düşük yoğunluklu şiddeti destekleme politikasının 1968­1999 arasında üç aşamalı olarak gelişmiştir. Bu üç aşamada, Türkiye’de komünist örgütler, Ermeni terör örgütü ASALA ve Türk komünist örgütü görünümlü Ermeni terörist örgütleri ve nihayet PKK Şam tarafın­dan desteklenmiştir. Konumuz açısından önemli olan 1980’e kadar geçen süreçte Şam’ın bu politikasının Moskova’nın örtülü onayı olmadan gerçekleşmesinin mümkün olmadığı açıktır. Şam’ın ilk adımlarını atan PKK’yı kullanarak, Kahramanmaraş olaylarına mü- dahil olması unutulmaması gereken bir husustur.

c) Bulgaristan’ın Türkiye’de Terörü Destekle­me Politikası

Bulgaristan’ın 12 Eylül öncesi dönemde Türkiye’ye silah girişinin ana kaynaklarından birisi olduğu bilin­mektedir. Sofya’nın bu politikasının SSCB’nin onayı ile gerçekleşmesi mümkün değildir.

d) Moskova’nın Türkiye Politikası

 

NATO’nun Güneydoğu kanat ülkesi olarak, SSCB’nin gerek sıcak denizlerden uzak kalması­nı sağlayan Anadolu kara bloğu üzerinde oturması gerekse SSCB’nin deniz trafiğini kontrol altında tu­tan Çanakkale ve İstanbul Boğazlarına sahip olması Türkiye’yi SSCB için doğal olarak Rus Çarlığından kalan jeopolitik bir hedef haline getirmiştir. Moskova, Türkiye ile iyi ekonomik ilişkiler sürdürürken, müt­tefikleri Suriye ve Bulgaristan aracılığı ile kuzey ve güneyden Türkiye’ye baskı uygulamış, Türkiye’de te­rörün iç istikrarsızlığı artırmasını desteklemiştir.

e) Afganistan ve İran’da Batı Yanlısı Rejimle­rin Devrilmesinin Washington’da Yarattığı Etki

SSCB’nin Afganistan’a yönelik uzun vadeli po­litikası da iyi ekonomik ve politik ilişkiler sürecinde gelişmiş, komünistleştirilen Afgan Ordusu aracılığı ile Afgan Kralına karşı 1978’de darbe gerçekleştirilmiş ve sonra Afganistan Kızılordu tarafından işgal edil­miştir. Aynı dönemde İran’da ABD’nin Ortadoğu’daki en iyi müttefiki Şah devrilmiş ve ABD’yi büyük şeytan ilan eden Humeyni rejimi kurulmuştur. Washington, bu iki ülke ile coğrafi bütünlük içinde olan Türkiye’de istikrarsızlığın devamının bir iç savaşa ve muhtemel bir Sovyet müdahalesine yol açabileceği endişesi ile Türkiye’de bir askeri darbeyi desteklemiştir.

f) Yunanistan’ın NATO’nun Askeri Kanadına Dönmesi

Washington, Türkiye’de bir askeri rejimin Yunanistan’ın NATO’nun askeri kanadına dönmesi­ni daha kolay sağlayacağını hesaplayarak askeri bir darbeyi desteklemiştir.

g) 24 Ocak Kararları ve Türkiye’nin Kalkınma Ekonomisinden Uzaklaşması Sürecinde Askeri Darbe

1970’ler Şili’den başlayarak dünyanın birçok ül­kesinde Friedman’ın liberal ekonomik politikalarının uygulanmaya başladığı bir dönem olmuştur. Ancak, Friedman’ın politikalarının geniş halk kitlelerini ezen, kazanılmış sosyal hakları ellerinden alan politikaları­nın uygulanabilmesi için özellikle gelişmekte olan ül­kelerde şok önlemlerin alınması gerekmiştir. Demirel Hükümeti 24 Ocak 1980’de 24 Ocak kararları ile ithal ikameci milli kalkınma stratejisi terk ederek ekono­mide dışa açılma adı altında küreselleşme sürecinin ilk kervanına katılmayı hedeflemiştir. Ancak 24 Ocak kararlarının demokratik bir Türkiye’de uygulanma şansı çok düşüktür. Bundan dolayı, Şili’de komünist Allende devrildikten sonra ekonomi Chicago Boys diye anılan Friedman’ın yetiştirdiği ekonomistlere teslim edilirken, Türkiye’de sağcı Demirel devrilirken ekonomi Turgut Özal’a ve “prensleri”ne teslim edil­miştir. Şili’de 11 Eylül 1973’de darbeyi içten destekle­yen ABD’nin 12 Eylül 1980’de darbenin oluşmasına giden süreci sadece seyretmediği düşünülmesi gere­ken bir husustur.

12 Eylül askeri darbesinin gerçekleşmesi sağla­yan dış faktörlerin yanı sıra birçok iç faktör Türkiye’nin 12 Eylül’e sürüklenmesine neden olmuştur. Şimdi Bunları sıralayalım.

a) Marksist-Leninist Örgütlerin Devrimci Şid­dete Dayalı İhtilal Stratejileri

Türkiye’yi 12 Eylül’e sürükleyen iç nedenlerin başında Marksist-Leninist örgütlerin “devrimci şidde­te dayalı ihtilal stratejileri” vardır. Değişik Marksist- Leninist örgütlerin kır gerillasından kent gerilla sa­vaşına, kitle örgütü niteliği taşıyan sendikalar başta olmak üzere uzanan bu strateji iktidarı şiddet kulla­narak ele geçirmeyi hedefleyen bir politikadır. Böyle bir politikanın demokratik-hukuk devletinin imkânları içinde engellenemediği her ülkede normal sonuç, demokrasi dışı yöntemlerin kullanılmasını davet et­mektir.

Türkiye’de Marksist-Leninist örgütlerin devlet güçlerine karşı sürdürmeyi planladıkları savaş özel­likle 12 Mart sonrası dönemde önce Türk milliyetçi­lerine sonra devlet güçlerine şeklinde bir dönüşüm içine girmiştir. Bunun birkaç nedeni var. Bu neden­lerin başında Türk milliyetçilerinin Marksist-Leninist örgütlenmenin gerçekleştiği ve gerçekleşmesi için çalışıldığı her alanda üniversitelerden sendikalara, sivil toplum örgütlerinden gençlik örgütlerine örgüt­lenmiş olmalarıdır. Bundan dolayı, Marksist-Leninist örgütler önce yaşam alanı sonra kurtarılmış kızıl böl- geler oluşturmak için Türk milliyetçilerini hedef almış­lardır. Marksist-Leninist hareketlerin Türk milliyetçile­rine yönelik saldırılarının bir başka önemli nedeni ise SSCB’nin Türkiye’de Türk Birliği fikrini savunan bir partinin gelişmesini engellemek amacı ile komünist eylemcileri Türk milliyetçilerinin üzerine saldırtması- dır. Komünizm ile kapitalizm dışında bir üçüncü yolu temsil eden Türk milliyetçilerinin yaptığı şey kendi­lerini savunmak olmuştur. Buna 12 Eylül öncesinde anarşi denilmiştir.

b) 1974 Affı

12 Eylül sürecini tetikleyen en önemli hususlar­dan birisi altında Ecevit ve Erbakan’ın imzası olan 1974 affıdır. 1974 affı profesyonel devrimci kadrola­rın hapishanelerden boşalarak, 12 Mart öncesi dene­yimleri ile yeniden örgütlendikleri ve Türkiye’yi tekrar şiddet eylemlerine sürükledikleri bilinmektedir.

c) General Muğlalı Kompleksi

“General Mustafa Muğlalı Kompleksi” 12 Eylül öncesinde generallerin hareketlerine büyük ölçüde hâkim olmuştur. Mustafa Muğlalı kompleksi ile kas­tedilen, hükümetin sıkıyönetim komutanlarının ar­kasında durmaması ve sıkıyönetim komutanlarının daha sonra aldıkları önlemlerden dolayı ortada kala­caklarına hatta yargılanacaklarına olan inançlarıdır.

d) Merkez Sağ ve Merkez Sol Siyasetin So­rumsuzluğu

12 Eylül sonrası askerler açısından savunulama- yacağı gibi, 12 Eylül öncesini de siviller açısından sa­vunmak mümkün değildir. Yapılabilecek en basit ve en acil şey olan Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşka­nını seçmek konusunda uzlaşamayan AP ve CHP bir anlamda 12 Eylül’ün önünü açmışlardır. Dışarıda şid­det devam ederken gençler ölürken, Ajda Pekkan’ı cumhurbaşkanlığına seçen milletvekilleri çıkmıştır. Oysa kurulacak bir CHP-AP koalisyon Hükümetinin Türkiye’de demokrasiye büyük bir şans vermesi söz konusu olacaktı.

MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Türkiye’nin içine sürüklendiği felaketi görerek, CHP ile bir uz­laşma yolunu aramıştır. Ancak 1999 seçimlerinden sonra bile 57. Hükümetin kurulması aşamasında “MHP’yi içine sindiremediğini” ifade eden marazi ruh halinin 12 Eylül öncesinde MHP’nin uzattığı eli tut­ması mümkün olmamıştır.

e) Bürokrasinin, Polisin ve Son Aşamada Or­dunun İçinde Kamplaşma ve Parçalanmaların Başlaması

12 Eylül öncesinde bürokrasi ve polis gittikçe par­çalanmış, kamplara bölünmüştür. Ancak en tehlikeli gelişme 1978’den itibaren subay heyeti özellikle de genç subaylar içinde başlayan parçalanmadır. Kıta­da birbirlerine baskın yapan subay grupları oluşmaya başlamıştır.

f) 12 Eylül Öncesinde Asker Terörü Bilerek Önlemedi İddiasının Çürüklüğü

12 askeri darbesi ile birlikte terör eylemlerinin sona erdiği Süleyman Demirel’in bir konuşmasında söylediği ve o günden itibaren tekrarlanarak bugü­ne getirilmiş bir yanlış bilgidir. Çünkü 12 Eylül aske­ri darbesinden sonra terör bıçak ile kesilir gibi sona ermemiştir. 12 Eylül sonrasında gerçekleşen terör olaylarının incelenmesi terör eylemlerinin devam et­tiğini göstermektedir. Ancak askeri yönetim haberleri sansürlediği için terör eylemleri duyulmamış ve lokal düzeyde kalmıştır. Tabii ki bu da her terörist grubu iletişim kopukluğu içinde “sadece ben direniyorum” galiba ruh haline itmiş ve sonunda eylemler sona ermiştir. Marksist-Leninist hareketin 12 Eylül önce­sinde önde gelen isimlerinden olan Oğuzhan Müftü- oğlu, 26 Ocak 2012 günü Habertürk televizyonunda yayınlanan “Türkiye’nin Nabzı” programında “12 Ey­lül sonrasında olaylar bıçak gibi kesilmedi. Biz dağa çıktık. Çatışmalar devam etti Ancak basın yazmadı” diyerek, durumu açık bir şekilde ortaya koymuştur.

g) Bir Generalin “Olayların Olgunlaşmasını Bekledik” Açıklamasının TSK’nın Terörü Bilerek Engellemediği İddiasına Kanıt Olarak Gösteril­mesi

Yukarıdaki ifade TSK’nın terörün artmasını bek­lediği hatta bunun da ötesinde terörü bilerek kışkırt­tığının kanıtı olarak kullanılmaktadır. Öte yandan TSK’nın 1979’da bir mektup ile siyaseti Türkiye’nin geleceği konusunda uyardığı görülmektedir. Bir an­lamda siyasete terörün demokrasi içinde aşılması için bir sene daha süre verildiği düşünülebilir. Ancak yukarıda da dikkat çektiğimiz gibi başta Ecevit’in tem­sil ettiği zihniyet olmak üzere sosyal demokrat zihni­yet Marksist-Leninist terör gruplarına karşı açık tavır almayı başaramadığı için 1979-1980 sürecinde de demokrasi içinde terörü aşmak mümkün olmamıştır.

CHP, 12 Eylül öncesinde Marksist-Leninist te­rör gruplarına karşı tavır almaktan o kadar uzak­tır ki, Kahramanmaraş olaylarından hemen sonra Kahramanmaraş’ta incelemeler yapan ve olaylar­dan komünist çetelerin sorumlu olduğunu açıklayan CHP’li İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı’yı görevden al­mıştır.

h) “12 Eylül öncesinde de sıkıyönetim vardı neden terör bitmedi?”

Bu noktada yukarıda bahsettiğimiz General Muğ­lalı kompleksinden bahsetmekte fayda var. 12 Eylül öncesinin kaygan siyasal ortamında hemen hemen hiçbir general risk alarak Muğlalı durumuna düşmek istememiştir. Üstelik 1974 Kıbrıs Harekâtından son­ra başlayan ve özellikle Özel Harp Dairesine yöne­lik olarak gerçekleştirilen “kontrgerilla” söylemi ordu bünyesinde çok etkili olmuş ve komutanlar üzerinde psikolojik baskı oluşturmuştur.

12 Eylül yukarında sayılan bütün faktörlerin sonu­cudur. Diğer bir ifade ile ordu darbe yapmak istediği için terörü engellemedi şeklindeki izah tam bir en­telektüel sefalet içerir. Ancak, özellikle 1980 senesi içinde askeri darbe yapılması kararı alındıktan sonra terörün tırmanma zemini asker ve istihbarat tarafın­dan çok büyük bir ihtimal ile kolaylaştırılmıştır. Provo­kasyonlar artmış, bunun neticesinde cinayetlerin ve diğer terör eylemlerinin sayısında tırmanma gerçek­leşmiştir. Ancak bu verili durumun üzerine konan son katmandır ve diğer katmanları açıklamaz.

12 Eylül Öncesinde Türk Milliyetçileri

12 Eylül öncesinde Türk milliyetçiliği komünist terör eylemlerinin ağır baskısı altındadır. Komünist terör, stratejik eylemler ile MHP ve Ülkücü Hareke­tin önde gelen genel merkez yöneticilerini (rahmetli Gün Sazak) ve il başkanlarını (Recep Haşatlı) hedef almaktadır. Ankara’da açık bir şekilde devlet tahriki kokan MHP Genel Merkezi baskını ve Ziraat Mühen­disleri Birliği’ne yapılan saldırılar da Ülkücü hareketin üzerindeki baskıyı tırmandırmıştır.

Silahlı çatışmanın hiçbir şekilde tarafı olmayan bu insanların komünist terör tarafından hedef alın­ması, sadece “hadi faşist öldürelim” eylemleri değil, komünist terörün MHP ve Ülkücü Hareketin ön saf­larının, ön cephesinin aşıldığı, intikam alamayacağı değerlendirmesini yapmasıdır. Devlet görevlilerinin tahrikleri ise ya Ülkücü Hareketin bir askeri müda­haleyi arzu etmesini sağlama ve/veya karşı saldırılar ile terör sarmalının tırmanmasına katkıda bulunma­ya sevk eylemleri olmuştur. Ülkücü hareket, 12 Eylül öncesinde imkân/kabiliyetler ve kaynaklar açısından komünist hareketler ile karşılaştırıldığında çok za­yıftır. Tek büyük avantajı tek blok olması sayesinde merkezi yönetimidir. Bu tür devlet görevlilerin tahrik­leri ise komünistlerin oluşturduğu baskıyı daha da artırmıştır.

Öte yandan çok parçalı olmasına rağmen, kay­nakları ve bağlantıları daha geniş olan komünist ha­reketler ülkücü harekete özellikle 1979-1980 sene­lerinde ağır saldırılar ile etkili darbeler indirmişlerdir. Ülkücü hareketin her şeye rağmen yaşayabilmesi muhtemelen küçük kaynakları rasyonel kullanan merkezi yönetime bağlıdır. Buna rağmen Ülkücü Ha­reket İstanbul, Ankara, İzmir, Ege bölgesi, Marmara bölgesi, Akdeniz bölgesi (Adana dâhil) ağır saldırı altındadır. Üniversitelerin büyük bir bölümünde ko­münist terör esmektedir. Ülkücüler üniversitelere ya gruplar halinde girebilmektedir ya da hiç girememek­tedirler. Ülkücü Hareket, Erzurum, Kayseri ve Elazığ gibi iç Anadolu-Doğu Anadolu eksenine sıkışmıştır.

Bu ağır baskı altında özellikle 1980 içinde ülkü­cü gençlik içinde bir askeri darbe beklentisinin hatta arzusunun oluştuğu (en azından benim konuştuğum dönemin bazı ileri gelenleri ve gençlik liderleri tara­fından) ifade edilmektedir. Özellikle taşrada “Ordu zaten bizden yana”, “Başbuğ’un Orduda çok güçlü bağlantıları var. Kenan Evren sınıf arkadaşı” veya “komünistler orduya ve devlete karşı, o zaman ordu bizim yanımızda olur” gibi gerekçeler ile askeri bir darbe beklenir, arzu edilir olmuştur. Bu durumu, dö­nemin önemli isimlerinden birisi “12 Eylül 1980 günü saat 11.00’de darbeyi kutlamak için halay çektik, saat 14.00’de bizi aldılar” şeklinde tepkiyi ve sonucu izah etmiştir. Ankara’da MHP Genel Merkezi çevresinin ise durumu bu şekilde analiz etmediği ise açıktır.

Sonuç

12 Eylül bu şartların oluşturmuş olduğu “kötü“ bir zorunluluktur. Yukarıda sayılan iç ve dış faktörlerin sonunda olayların denetim dışına çıkması ve ülke­nin kaosa sürüklenmesi üzerine devlet/ordu içindeki bazı güçler, “darbe ebeliği” yaparak 1979 sonu 1980 başından itibaren anlaşılan şiddetin tırmanmasının önünü açmışlar hatta katkıda bulunmuşlardır. Ancak bu iddia edildiği gibi “askerler 12 Eylül askeri darbesi­ni yapmak için terörü engellemediler ve hatta tırman­dırdılar” şeklindeki tezi doğrulamaz. Olan, askeri dar­be olmaksızın denetimin sağlanamayacağı belirince, askeri darbe sürecinin hızlandırılması için yapılan müdahaledir. Bu ikisi farklı hususlardır.

Bu anlamı ile 12 Eylül yukarıda sayılan koşulların bileşkesinin oluşturduğu bir zorunluluktur. Ancak 13 Eylül ve sonrasında askeri yönetimin yaptıkları zo­runluluk değil, tercihtir. Mahkûm edilmesi gereken ve tarih tarafından mahkûm edilecek olan 13 Eylül ve sonrasındadır. Çünkü Milli Güvenlik Konseyi’nin politikaları, uygulamalar, bir yandan PKK’nın zemi­nini hazırlarken öte yandan Türk milliyetçilerinin ve Türk milletinin direnç gücüne ağır darbeler indirmiştir. Milli bünyemizde ağır yaralar açmıştır. Devlet ile mil­let arasında 27 Mayıs’ta başlayan özellikle 13 Kasım 1960 sonrasında Milli Birlik Komitesi’nin tarafsızlığı­nı yitirmesi ve CHP eksenine kayması ile önemli bir seçmen bloğunda başlayan yabancılaşmayı güçlen­dirmiştir. 12 Eylül milli kalkınma fikrini ortadan kaldır­mıştır. Türkiye’yi ağır sanayi, ekonomik bağımsızlık (tabii ki hiçbir ekonomi tek başına değildir. Kasıt Al­man ekonomisi gibi bağımsız olmaktır.) ülkülerinden uzaklaştırmıştır.

PKK’nın üzerinde geliştiği politik atmosferi ha­zırlamıştır. PKK ve benzeri komünist örgütler ile il­gili Marksist örgüt davalarını Diyarbakır’a taşımış ve Kürtçülük yargılamalarına çevirmiştir. Hiç gereği yok iken insan oluşa aykırı bir şekilde Kürtçe ve Zazaca konuşulmasını yasaklayarak tahrik malzemesi yarat­mıştır. Güneydoğu Anadolu’da ruhsatlı silahları topla­yarak devlete yakın insanları korumasız bırakmıştır.

Ve nihayet Türk milliyetçilerini herkesten fazla ha­pishanede tutarak cezalandırmıştır.

YAYINLANDIĞI YER: Basıldığı Tarih: 02.03.2012 • ISSN1300-2333
7. Devre, Cilt 32 (64) Sayı: 295 (656) 101. Yıl

Yazar
Ümit ÖZDAĞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen