Üst Perdeden Bir Sohbet – Anadolu Mayası Yazdı

Aşağıdaki yazı Anadolu Mayası sayfasından Facebook alınmıştır. Şimdi biraz üst perdeden sohbet edelim.

Cumhurbaşkanı papanın karşısında konuşurken Yûnus’tan alıntı ile şu ifadeyi kullandı:

“Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan
Halka müderris olsa hakikatte asidir.”

Bu ontoloji siyasal dinci yığınların ümmetçi anlayışını aşar.
Bu itikat cümle varlığın bir’liği ve kardeşliğini esas alır.
Yani Töre’yi…

Demek ki Cumhurbaşkanının bu konuşma metnini yazan bir Türk.

Burayı unutmadan okuyunuz aşağıdaki satırları:

Fichte ve Yûnus Emre bağlamında Batıda ve Türk Bilgeliği’nde İnsan Tanımı ve Tarihsel Epistemolojiye Yansımaları

Batı düşünce geleneğinin modern özneyi merkeze alan felsefesi ile Türk Bilgeliği’nin Tevhid eksenli irfanî geleneği, insanın varoluşsal mahiyetini radikal biçimde farklı tanımlamakta ve bu farklılık, tarihsel olayların algılanışını, yorumlanışını ve aktarılışını dönüştüren epistemolojik bir kırılmaya yol açmaktadır.

Fichte’nin Alman İdealizmi’ndeki Arı Ben kavramı ile Yunus Emre’nin İlahî Ben anlayışı arasında paralellik kurmaya çalışan akademik çalışmalar, sonuçta etik hedefler düzeyinde bir yakınlaşma sağlasa bile, ontolojik ve metodolojik zeminlerin derin ayrışması, insanlık serüvenine dair iki farklı tarih okuması yaratır.

I. İnsanın Batıdaki Tanımı: Kendini Kuran Saltık Özne

Fichte’nin felsefesiyle zirveye çıkan ve Logoterapi’nin varoluşsal psikolojisinde somutlaşan Batı insan tanımı, özne-merkezli idealizm üzerine kurulmuştur.

Descartes’ın cogito’suyla başlayan ve Kant’ın kategorileriyle zirveye ulaşan bu serüven, Fichte’de Saltık Özne (Arı Ben) olarak koşulsuz bir etkinlik kazanır.

Arı Ben, duyusal ve sınırlı empirik ben’e önsel olan, yaratıcı ve üreten, saltık bir edimdir (“Ben varım”).

İnsan, nesnelerin birbirini belirlediği bir makine ya da nesne değil, nihai anlamda kendini belirleyen bir varlıktır.

Bu tanıma göre, insanlık serüveninin zemini eylem ve inşadır.
İnsanın aslî belirlenimi bilmekten ziyade eylemektir; zira dünya ve onun düzeni, insanın kendini ortaya koymasının bir mekânı ve ahlâksal bir dünya yaratmasının duyusallaşmış gerecidir.
Viktor Frankl’ın Holokost deneyimi üzerinden geliştirdiği Logoterapi’de bu, insanın en ağır koşullar altında bile içsel özgürlüğünü koruyarak ve anlam istemiyle (temel güdülendirici güç) kaderine yönelik tutumunu belirleyerek trajediyi insan başarısına dönüştürme sorumluluğudur.
İnsanın varoluşunun özü sorumlulukta yatar ve değeri, başıboş düşüncelere dalmakla değil, eylemin kendisiyle belirlenir.

II. Türk Bilgeliğinde İnsan Tanımı: Tek Bir Varlığın (Var ve Tek olan’nın) Tecellisi

Türk Bilgeliği, onuncu yüzyıldan itibaren İslâmî Tevhid öğretisiyle bütünleşerek inşa ettiği irfanî süreklilikte, insanı Vahdet-i Vücûd ontolojisi zemininde tanımlar.
Bu zeminde Hak, varlığın kendisidir, ve insan bu Mutlak Varlığın tecellisi, ismi veya nispeti olarak mevcuttur.
İnsan, evrenin özeti ve kopyası olan âlem-i sağîr (küçük âlem) mertebesindedir; İlahî isimler kendisinde dürülmüş hâlde bulunur.

Bu tanıma göre, insanın serüveni yükseliş ve arındırma üzerinedir. Temel gaye, İnsan-ı Kâmil olmaya ulaşmak ve men-aref sırrı ile kendi özünü bilerek Hakk’ı idrak etmektir.
Bu, bireyin benliği yağmalayıp kökünden çıkarması ve nefsi arıtmasıyla gerçekleşir.
Ahlâkî sorumluluğun kaynağı ise kozmik birliktir: “Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmak” esastır, zira gönül Tanrı’nın evidir ve gönül kırmak Hak’ka asi olmaktır.
İnsanın dünyalık yükünden kurtulması ve yükselmesi beklenir; bu kurtuluş, bireyin toplumsal ilişkilerde dürüst, mert ve iyi huylu olup, kul hakkıyla gitmemek için Rızalık almasıyla somutlaşır.

III. İnsanın Farklı Tanımlanmasının Tarihsel Epistemolojiye Yansımaları

İnsanın Batı’da kurucu özne olarak, Türk Bilgeliği’nde ise Varlığın tecellisi olarak tanımlanması, tarihsel olayların algılanmasını, anlaşılmasını ve aktarılmasını radikal biçimde değiştirir. Tarih, bu iki farklı özne tanımının doğal bir sonucudur.

A. Tarihsel Olayların Algılanışı ve Yorumlanması

Batı Merkezli Tarihsel Algı: İnsanın kendi varoluşunun anıtını koyması, tarihsel olayları özgür iradenin ve eylemin kronolojik, nedensel zincirler içinde ilerleyen bir kaydı olarak görmeyi gerektirir. Tarih, bireysel başarıların (Fichte’nin “yüce insan”ı gibi) ve etik kararların (Frankl’ın kamptaki yaşama tutumu) birikiminden oluşur.
Toplama kampı deneyimi gibi en uç trajediler bile, bireyin nasıl davrandığına göre ya hayvanca bir yaşama indirgenir ya da tinsel bir başarıya dönüştürülür; dolayısıyla olay, dışsal faktörlerden çok içsel kararın sonucudur.

Türk Bilgeliği Merkezli Tarihsel Algı: İnsan (Ben) Mutlak Varlık’ın bir tezahürü olduğu için, tarihsel olaylar sadece hâdis (yaratılmış) neden-sonuç ilişkileriyle açıklanamaz; bunlar, İlahi Ben’in tarihte kendi serencamını serimlemesi olarak, metaforik ve sembolik bir dille kavranır.
Örneğin, Kur’an’daki Yusuf kıssası, sadece tarihsel bir olay değil, insan ruhunun yedi mertebede tekâmülünü anlatan bir yolculuktur. Olaylar, bireysel zekânın başarısı değil, muhsinlik bilincinin (Hak ile birlikte olmak) bir sonucudur.
Tarih, bireyin kendi içinde yaşadığı nefs mertebeleri sınavlarının izdüşümüdür; Hakikat buradan aranır.

B. Anlatım ve Aktarım Farklılıkları

#Tanı’m farkı, tarihsel anlatımın üslubunu ve işlevini de belirler:

1. Metodolojik İletim: Batı düşüncesinde tarih, rasyonel muhakeme ile elde edilen verilerin sistemli bir şekilde analizi ve çıkarımı (fikriyat) ile aktarılır.
Bu anlatım, bireyler arası tahkik edilebilir ve tekrarlanabilir olma iddiasını taşır.
Fichte’de olduğu gibi, tüm bilimlerin bir ilke altından çıkarsanarak temellendirilmesi hedeflenir.
2. Tecrübî İletim (İrfan): Türk Bilgeliği’nde ise aktarım, irfanî ve tecrübîdir (Nazariyat). Bilgiye, seyr ile ulaşılır. Bu bilgelik, sürekli güncellenir ve aktarılır. Tarihin kaydı, dışsal bir metin olmaktan çok, kişinin kul hakkından arınarak tekrar tekrar teyit ettiği ahlaki sürekliliktir. Cem’e “ölü gelenin diri dönmesi” ifadesi, tarihsel serüvenin bireydeki ahlaki arınma ile yeniden hayat bulması anlamına gelir.

Bu iki farklı insan tanımı, Batı’nın tarihi mekanik ve ilerlemeci bir kurgu, Türk Bilgeliği’nin ise kozmik ve etik bir döngü içinde gerçekleşen bir serüven olarak algılamasına yol açar.
Birinde, bireyin iradesiyle dünyayı kurması merkeze alınırken, diğerinde bireyin varlığın birliğini idrak ederek tevazu ve hizmetle kendini tasfiye etmesi esas alınır.

*

Burada keselim…

Ucundan birazcık Türk’ü anlattık ve Türklüğü kimseye bırakmayanların tıpkı Müslümanlığı kimseye burakmayanlar gibi Batı kafasıyla malûl olduklarını ifşa ettik.

Şimdi Kendinize sorun: Türk müsünüz?

Düşünerek yanıtlayın. Lafla değil.

Türklük İrfan iledir.

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen