Üzümcü, Çolak Salih ve Topal Asker…

Üzümcü, Çolak Salih ve Topal Asker Türk’ün zor döneminde ortaya çıkmış üç tiptir. Bu üç tip, bağımsızlık ve hürriyet yolunda verilen şanlı mücadelenin isimsiz kahramanlarıdır. Üzümcü, Türk’ün vatan-millet yolundaki ruh ve gönül zenginliğinin, Çolak Salih, yeniden dirilişin, Topal Asker ise vefasızlığa karşı çıkışın temsilcileri durumundadır

Tarık Buğra’nın Küçük Ağa romanındaki tiplerden biri de Çolak Salih’tir. Çolak Salih, vatan-millet için her şart ve durumda fedakârlık gösteren kahraman Türk askerini temsil etmektedir. Sivil hayatında bir demirci ustası olan Çolak Salih, cepheden cepheye koşmuş, yenilgileri, ihanetleri tatmış, vatan topraklarının çoğunu sömürgeci devlet ve yerli işbirlikçilerine terk ederek memleketine dönmüştür.

Çolak Salih, uğruna savaştığı topraklardan gönlü kırık, gözü yaşlı ayrılırken; “El sallamak, güle güle diye bağırmak isterdi. Bahtınız açık olsun demek isterdi. Fakat el sallayamazdı, bir eli bütün koluyla birlikte Kutülammare’de, bir kum tepesinde kalmıştı, öbür eli de pis, sefil fakat kocaman torbasını tutuyordu.” (Tarık Buğra, Küçük Ağa, İletişim Yayınları, İstanbul 2015, s. 13.)

O ve diğer Türk gazileri her cephede birer organını kaybetmişler Anadolu’ya yaralı vücutları, yaslı gönülleriyle geri gelmişlerdi. Onlar, tıpkı devletleri gibi çakallar dünyasında hırpalanmış, her yerinden yaralar almışlardı. Dağ duruşları, aslan cesaretleriyle bin ümidin hayâlinde gittikleri sınır boylarından hezimetlerin utancı içinde gururlu başları eğik, bakışları sönük, toprak titreten yürüyüşleri yerini ayak sürümeye bırakmış bir vaziyette geliyorlardı. Şehitler ise vuruşarak kaybedilen, hilelerle çalınan vatan topraklarına emanet ediliyordu. Emanetleri asırlar boyu söylenecek destanlarıydı. 

Anneler, Çolak Salih’in şahsında gazi oğullarına gözyaşlarıyla soruyordu: “Nerede sağ kolun yavrum Salih? Nerede sağ kulağının yarısı oğlum Salih? O kehribar gibi gözlerine ne oldu bir tanem? Ya o yiğit yüzün kardeşim? Gelmek mi denirmiş buna?” 

Bu aynı zamanda Mehmet Akif’in Çanakkale Şehitlerine şiirinde anlattığı düşmanın vahşetini hatırlatmaktadır:

“Ölüm indirmede gökler, ölü püskürtme de yer

O ne müthiş tipidir: Savrulur enkaz-ı beşer…

Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el, ayak,

Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.

Saçıyor zırha bürünmüş de namert eller,

Yıldırım yaylımı tufanlar, alevden seller.”

Kaybedilen kollar ayaklar ve canlar, yitirilmiş Türk vatanlarının koynunda birer hatıra olarak rüzgârların kanatlarına ağıt sesleri vererek Anadolu’ya doğru feryat figan hâlinde çığlıklarla yükseliyordu. Elveda Rumeli, elveda Yemen, elveda Hicaz, elveda Trablusgarp, elveda Cezayir…

1918’de 7. Ordu Yemen’den çekilirken San’a Şerara Meydanında kolunu bacağını savaşlarda kaybeden Türk askeri, Mondros Ateşkes Antlaşması gereğince İngilizlere teslim oluyordu. Bu arada Türklere bağlı Araplardan sesler yükseliyordu: “Allah yansuru Âl-i Osman! (Allah Osmanlı’yı korusun.).”

Mısır esir kamplarında bu askerlerimizi korkunç İngiliz işkenceleri bekliyordu.

İngilizler, esir aldıkları 7. Ordu mensuplarını Mısır’da hazırladıkları esir kamplarına kapattılar. Türk esirleri önce bulaşıcı hastalıklara karşı ilaçlı suda sözde temizleniyordu. İşin aslı, Türk esirler Ermeni doktorlar nezaretinde ölçüsü artırılmış krizol banyosu yaptırılarak kör ediliyorlardı. Kör edilen Türk esir sayısı 15 bini bulmuştu. İngilizlerin toplu işkence usulleri bununla da kalmıyordu. Conjoctivite adlı göz hastalığı ile pellegra denilen deri hastalığı yüzünden yine binlerce Türk’ü sakat bırakmışlardı. Rahmetli dedem Ahmet Çavuş da bu hastalıktan dolayı ömrünün son yıllarını kör olarak geçirmişti.

Anadolu’ya dönebilen Türk askerleri bu ahval içindeyken son vatan toprağını savunmak için olağanüstü bir gayret içindeydi.

İşte Çolak Salih’in hikâyesi de, “Türk’ün titreyip kendine dönmesi.”ni ifade ediyordu. Bu gayret; ümitsizliğin ümide, çaresizliğin çareye, tutsaklığın hürriyete geçişiydi. Yorgun ve yoksul durumda olan Türk milleti, bağımsızlık ve özgürlük idealleri uğruna her türlü çileye göğüs germeyi göze alıyordu.

Ahmet Hikmet Müftüoğlu 1911’de neşrettiği Üzümcü hikâyesinde Anadolu’nun yiğit evlatlarının destansı hayatlarını konu edinir: “Bir ulu çınarsın ki kırılır, eğilmezsin; ölür inlemezsin. Kanınla çorak kumlukları sularken ekmeğini alnının terine batırır yer, yine düşman karşısına yaralarınla beraber her yerde bir istihkâm gibi çıkarsın. Sen zalim heybetinle bir mazlumsun; ninenin, atanın kucağında bir garip; ananın, babanın kucağında bir yetimsin!

Dul analarla dolu olan şu Anadolu bir üvey nine kadar sana cefakârdır. Sen Şarkın kınına giremeyen bir kılıcısın; döğüle döğüle tavlanır, vurula, vurula kırılırsın. Yine her parçandan bir kıvılcım, her kıvılcımdan bir şimşek çıkar. İlâhi bir kuvvetin, ebedi, bir feyzin var, ey Türk!” 

Bu tespit, Türk’ün Anadolu’da yeniden silkinip doğrulmasına sebep olmuştur. Polatlı Duatepe’ye kadar ulaşmış olan düşman, bu doğrulmanın verdiği güç ve imanla Türk’ün geri çekilmesini durdurmuş, yükselişe geçmesini sağlamıştır. Topyekûn savaş, satıh savunması, Türk’ün namus borcunu ödemesi “Ya İstiklâl Ya Ölüm” parolasıyla belirtilmişti.

Türk milleti fedakârlık ve kahramanlığın eşsiz örneklerini vererek savaşı zaferle sonuçlandırdı.

Aradan çok zaman geçmeden yapılanlar unutulmaya başladı. Atsız, 1926’da yazdığı Topal Asker şiirinde saçları alagarson kesilmiş, geçmişini unutmuş, nankör, arsız bir kızla savaşta bacağını kaybettiği için Topal Asker adıyla anılan bir gaziyi konu edinir. Topal Asker, bacağıyla alay eden kızı ağır sözlerle eleştirir.

Maalesef günümüzde İstiklal Savaşıyla ilgili yalan yanlış bir sürü söz sarf edilmektedir. Türk tarihiyle hesabı olanlar, vatan üzerinde art niyetleri bulunanlar yabancılarla işbirliği yaparak kaleyi içten almaya çalışmaktadırlar. Bu tür saldırıların daha çok muhafazakâr kesim tarafından ve din üzerinden yapılması oldukça dikkat çekicidir. Kutsal dini değerler, karanlık düşünceli insanlarca istismar edilmektedir. Bu müptezellere en güzel cevabı vatan millet uğruna şehit olan kahramanların anne-babaları vermektedir. Onlar yiğit oğullarının şehit olduğu haberini alınca boyun büküp gözyaşı akıtarak titreyen dudaklarıyla “vatan sağ olsun.” derler. “Vatan sağ olsun.” sözü şehitler için söylenmiş bir abide hükmündedir. Bu söz, Anadolu semasının yüceliğinde sürekli tekrar edilmektedir. Fitne bitinceye, nifak sönünceye kadar devam edecek olan Milli Mücadele, yeni destanlarla taçlanacaktır. Bu destan; Çolak Salih, Üzümcü ve Topal Asker’in dilden dile, gönülden gönüle aktarılan ağıtları olarak Anadolu bozkırında yankılanıp dolaşacaktır.

Mehmet Emin Yurdakul, “Türkeli Zeybeklerine” başlıklı yazısında; “Cihanın tarihi, vatanı uğrunda senin kadar uğraşan, kanını döken bir millet daha gösteremez. Senin kadar kimse kendi vatanına sahip olmağa hak kazanmamıştır. Bu vatan ya senindir, ya kimsenin!” derken bir gerçeği ifade eder.

Osman Turan bu durumu mükemmel bir söyleyişle pekiştirir: “Hiçbir kara parçası, üzerinde yaşayan insanlarca Türklerin Anadolu’yu kutsallaştırdıkları kadar aşkla sevilmemiştir. Anadolu, Allah sevgisinin dile geldiği bir ülkedir, Allah’a karşı duyulan hasretin ifadesidir. Bu ülke Allah’ın gurbet diyarıdır.”

[i]Eğitimci, yazar-şâir, eğitim yöneticisi

Yazar
Ahmet URFALI

AHMET URFALI’NIN ÖZGEÇMİŞİ1955 yılında Emirdağ’da doğdu. İlk, orta ve lise öğrenimini memleketinde tamamladı. Üniversite tahsilini, Türkçe, Türk Dili ve Edebiyatı ile Sosyoloji üzerine lisans eğitimi gördü. Yurdun değ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen