O, hep gül mevsimini özledi; fakat gecenin kana‐ yan kalbi sessiz çığlıklara uyandı: Umutsuz, yorgun, ikilemli, hırçın…
Bir gece eli sol göğsüne uzandı. Arsız bir sevda idi yüreğinin sesi… Şafağa, hüznün yedi rengiyle baktı. Aşkı tanımladı: “Gül sancısı” dedi. Bir damla tebes‐ süm düştü dudaklarına, sonra çekik Asya gözlerine… Bir gülün goncalaşan ürpertisiyle baktı gökyüzüne. Yüreği bir bahar ülkesiydi. Çok geçmeden çehresine vuran gül şavkı, gözlerine düşen ince ay müjdesi, perde perde soldu. Bir bir uçup gitti içinin şarkıları. Yüreğinde bir kördüğüm, yine o gerçeği hatırladı. Türkücü Neşet ERTAŞ’ın “Yazımı kışa çevirdin.” dediği gerçeği… Ağrı Dağı gelip oturdu sol yanına. Derin bir iç geçirdi. “Ah benim söz dinlemez, akılsız yüreğim!” dedi. Sırrı kendinde kaldı. Gözleri içinin derinliklerinde, uzun bir süre sustu. Hüzün, göz be‐ beklerinde umudun diğer adı olarak kaldı..
Alevden bir tufandı yüreği.
Korktu!
Sahte gülücükler sığdırdı yüzüne.
Omuz silkti. “Umursamaz yanımda büyüttüğüm gamsız bir dert (!)” dedi.
Güya küçümsemişti o tufanı.
Gerçek, gözlerinin arkasına düştü.
Biliyordu, bu sevda baharı olmayan bir kıştı. Ya ateşe pervane bir kelebek olacak ya da ıtırlı dallarda bir mavi rüya olarak kalacaktı.
Sıradanlaştırmak, hiç gönül kafesinden kurtuluşa, esaretten özgürlüğe giden yol olabilir miydi?
Umutsuzca baktı gül şafağına. Issız bir şehir gibiy‐ di ruhu…
Pür melâlini, Ferhat’ın yeşil gözlerine bıraktı:
“Sana değil serzenişim; çaresizliğime! Beni böyle boynu bükük koyan kaderime!”
“Adım mavi” de dese, kadere isyan, feleğe kahırdı gönül öyküsü. Susarak özlemek ise yaralı bir turna yüreğinde ağır bir mahkûmiyetti. Oysa tutkuluydu Ferhat’a:
“Ne zaman duysam sesini erir ruhum.
Yolunda divane eskilerden kalmış Leyla aşkı… Dağlarda yârini bekleyen Şirin oluveririm.”
Asya yine de bir Karacaoğlan yüreğiyle seslendi Ferhat’a:
– Ben de seninle nöbetteyim; kimi zaman geceye, kimi zaman gündüze… Bozsa da bir şeyler senin yüreğinin ahengini, sussa da dilin hiçbir şey bozamı‐ yor benim sana olan özlemimi! Bu yetmez mi?”
-Yetmez, dedi Ferhat.
-Sığmayız dünyaya. Sığdırmazlar!
Ferhat, gözleri kapalı dinledi İstanbul’u. Asya de‐ vam etti:
– Sordun ya beni gözlerime doğan en güzel hâle‐
den, renklerimi ayırdın ya yüreğindeki renklerden… Benim için en büyük mutluluktur bu. Önemli olan zaman okyanusuna rağmen feda edilmiş yüreklerde yaşayabilmektir. Kolay mı sanıyorsun mavi sabahlara sensiz uyanmak ve sonra umutla yeniden yüreğine sığınmak…
Ferhat, Asya’nın yüreğinde getirdiği tûfanın büyüklüğünü gördü. Gözyaşlarına kıyamadı. Sarıldılar…
Asıl sorun da buydu: Sevda çıkmazında gül şafa‐ ğını özlemek ya da gönül kafesinde esareti solumak…
Asya, nihayet gönlü ile başının derde girdiğini ve günün geceye karıştığını anladı.
Aşkın diğer adı çileydi artık.
Umut, Kafdağı kadar uzaktı!
Umut, Asya’nın her gece koynuna aldığı oyuncak bir bebekteki acı hayaldi.
Asya’nın eli hâlâ sol göğsündeydi. Elinde değil, özlüyordu…
Karanlık bir gecede gonca dalıydı Ferhat.
O da yaslı ve yaralı Araf ’ta kalmıştı.
Bu defa sarı-siyah bir gecede buluştular. Zordu dar vakitlerde bir sevgiyi konuşmak. Hava bir kurşun gibi ağırdı. Ferhat’ın gözlerinde sitem, yüzünde boz‐ gun vardı. Sabırsız ve hırçındı.
Vuslattan bahsetti.
Asya, umutsuz sevgisini Samanyolu’na iz düştü. Tutkulu ama mahzun bir yürekle seslendi Ferhat’a. Dileği anlaşılmaktı:
-Anlamak çok mu zor çaresizliğimi? Suçlanmış kaderime küsmek ne kadar doğru? İçimde her gün tükenen umutlar var! Umutlar, benim umutlarım, dedi.
Ağladı.
Ferhat, Asya’nın gözyaşlarına ilk defa sessiz kaldı.- Haklısın, dedi Ferhat
. “Düşünemedim. Hırçınlı‐ ğım, sana olan sevgimin büyüklüğündendir.”
Hüzünlü bir gurbetti içlerinde savrulan ateş.
İkisi de biliyordu ki kavuşmak, acı bir hayal; mutlu‐ luğun resmi, dört yapraklı bir yoncaydı. Asya sığınsa da Ferhat’ın yüreğine, umudun diğer adı çaresizlik, hasretin öbür yüzü hüzündü.
Levh-i Mahfuzu, mağlup bir idrâkle son defa okudu Asya:
– Ulaşmak zor sana çıkan yollara. Anlamalısın sitemlerimi ve kadere yenik düşmüş beni…
Boynu bükük hüzünlü bir lâleydi Ferhat.
– Keşke! dedi. “Keşke kader seni hiç çıkarmasaydı karşıma!”
Sadece bildiği, inandığı tek gerçeği söyledi.
Asya’nın gözlerine sarışın hâleler düştü.
Hasret, Asya’nın gözlerine düşen yedi renkli bir hâle de olsa, sarı-siyah gecelerde hecelenen onun
sadece anlatılmaz yalnızlıkları değildi… Geceler boyu düşlerini çalan en büyük sırdı veya içinin zifiri derin‐liklerinde sakladığı ruhunun en hüzünlü öyküsü…
İkisinden başka kimsenin bilmediği o hüzünlü öyküyü, o büyük sırrı, o büyük çaresizliği kimseyle paylaşmadılar. Kendilerini kadere yenik düşüren, yaz-baharını kışa döndüren engeli hiç konuşmadılar. Söyleseler felekler duyar, anlatsalar yıldızlar kayardı.
Bir ihtilâl olurdu!
Asya, nice Ferhatlı zamanları, esâretin prangala‐ rında soludu.
Bir kınalı türkü de olsa yüreği, umut, kırılan turna kanadında acı bir düştü.
Bu defa çaresizliklerine isyan eden Ferhat’ın aksi‐ ne Asya oldu:
– Canım acıyor! Dayanamıyorum artık!
Çıkmazlardaydı…
Sitemi geçen ömre; isyanı, baharanlar ülkesi yüre‐ ğineydi.
Zaman, Asya’nın düşlerini çalan alıcı bir kuş, ge‐ çen sevda çağı, kılıçlanan bir kalpti.
Acısa da ruhu, asıl sebep sonbahar aşkı değildi elbet!
Bir gün…
Ayın bulutlara yürüdüğü, yıldızların karanlığın
saçlarına sığındığı demde, “Daha fazla taşıyamam!” dediği o hüzünlü öyküyü, o büyük sırrı, o talihsiz gerçeği gecenin kalbine itiraf etti:
– Bir el var beni burada tutan; ayaklarımı ondan, yüreğimi senden yana kılan!
Gece gerçekle sarsıldı.
Ay, yörüngesinden çıktı, yıldızlar yere indi. Bu sırrın tek şâhidi gökyüzünde asılı kalan Zühre yıldızı oldu.
Nasıl söylediğine bir an kendi de inanamadı. O alevden gerçek, yeniden yankılandı kulaklarında: “Bir el var beni burada tutan…” Sonunu getiremedi, titredi.
Zühre, Asya’nın yüreğini tanımladı: “Beşinci mev‐ sime gonca saklayan bir dağ masalı,” dedi; “masum, günahsız…”
Asıl yorumu bilge ozanlar yaptı: “Bir aşk-ı memnu” dediler; “umutsuz, yorgun…”
Asya, dehşet içindeydi. Gözleri kapalı, kirpikleri üst üste… Korkuyla heceledi: “Aşk-ı memnu… Fira‐ vunlar kışı: Aşk-ı memnu…”
Durduğu yer, kutsalın yasak bahçesiydi veya du‐ varın öte yanı… Düşündükçe dehşete düşüyordu:
– Allah’ım! dedi. Bu nasıl bir ceza bana? Yüreğiyle imtihan olmak nasıl bir şey? Hem de bunca severken! Hani aşk bir güneşe benzerdi? Aşkı olma‐ yan gönül, misali taşa benzerdi? Benimki aşk değil
mi?
Mahrem ve günah, korku ve ümit, arasında gitti geldi.
Ferhat, Asya’nın dudaklarında bir martı çığlığı olarak kaldı.
…
Asya gün oldu, masallara sığındı, suretine hâl aradı:
İçinde Peri ve Kelebek olan, bir Kazak masalı anlattı çocuklara. O masalı, en çok büyükler okudu. Minicik Peri, “Gittiğin yere beni de götür!” diyordu. “Dokundun mu kanatlarıma, beni ağlatan her şeyi unutuyorum.” Güneşe-aya, şarkılar söyleyemediler. Kalbini dolduran duygular, kalbinde kaldı.
Asya, gün oldu yüreğine mecaz kıldı.
Sanal umutlarla uçurumlar süsledi, gözyaşıyla bulutları ısladı.
Yüreğine öfkeler gönderdi.
Ruhunun en hüzünlü öyküsüne meydan okudu.
Yanan küllerinden yeniden hayat bulan Zümrüd-ü Anka kuşunun diriliş öyküsünü hatırladı. Ölmeden önce, gökyüzüne veda uçuşu yapardı. O da öyle yaptı. “Bu son gelişim, son uçuşum olacak” dedi. Korkudan titriyordu. Kanatlarında özgürlüğün en güzel renkleri, adını taşıdığı gökyüzünü beyaz bulut‐ larla soludu. Döndüğünde, kanatlarında kalbi yoktu. Kanlı pençe izleri, dağ eteklerinde kalmıştı. Umutlan‐
dı. “Aşkın Külleri”ni yazdı. Sonra “Kül ve Duman”ı.
Âdem ile Havva’nın öyle yürek öyküleri yoktu. Asıl yüreğini kanatan, mahremi ihlâl suçuydu. Öfkesi, zehirli yasak elmaya; üzüntüsü, Cennet’ten kovulan Âdem ile Havva’ya oldu.
Serencam elbette bir “Şirin öyküsü” değildi.
Ancak ateşten bir gömlekti severken farklı hayatla‐
rı yaşamak.
Sonra Ferhat’ın yüreğine sığınmak…
Zor olan asıl buydu: Zora yenik düşmek.
Azaptı ya her dönüşte duyduğu acı, azaba sevda‐ sını kurban vermek…
Mor mürekkepli prangalar vardı.
“İyi günde, kötü günde” diye başlayan antlar…
Yarı yolda bırakmamaya dair kurulan cümleler…
Hepsi yalan mıydı bunların?
Her akşam evde bekleyenleri vardı, masum, gü‐ nahsız…
Her gün kurulan bir dünya vardı, umutsuz, yorgun…
Her gün yıkılan bir dünya oldu, ikilemli, hırçın… Vuslatı olmayan aşklar ateş deniziydi! Samanyolu, bir ateş denizi…
Hayat bir ateş denizi!
Bu yola, ellerinde olmayan sebeplerle çıkmışlardı.
Yanlış zamanlarda, “Arzu ile Kamber” gibiydiler.
Yüreklerine söz geçiremediler. Bir sıra dışılığı birlikte yaşadılar.
Aşk, bir kurşun gibi ağırdı ve kar yağıyordu gül üstüne!
Asya’nın sesi dağların ardında kaldı.
Günlerce kafasında ikilemlerle dolaştı. İsyan ve tevekkül arasında zavallı bir âmâ gibi aynalarda kendini aradı. Hafakanlar bastı yüreğini, çıkamadı ikilemlerden.
Peri ve kelebek, mâhrem ve ihlâl, isyan ve tevek‐ kül, tutku ve esâret, sevgi ve nefret, aşk ve ihânet, vicdan ve merhamet, korku ve azap, ölüm ve diriliş, kül ve duman… Evde bekleyenler… Masumiyet… Kanayan vicdan…
Asya, çamur dünya ile başının derde girdiğini anladı.
Artık aşk, Ağrı Dağı’nın gazabı; hayat, yıldızları söndüren dizginsiz deli bir rüzgârdı!
Tünelin ucunda ise hiç ışık yoktu.
Yer demir gök bakırdı.
Yüreğinin götürdüğü yere gitmek ise bir Alkarısı çığlığından başka bir şey değildi.
Asya daha fazla dayanamadı.
Başında olanca dağın dumanı, bir gün, öfkeyle haykırdı:
– Unutacağım Ferhat’ı! Bitireceğim içimdeki her şeyi! Bu azaptan, bu gönül yarasından kurtulacağım!
Asya, yüreğinde ihtilâl yapacaktı.
Oysa kalbi suları ısıtan bir ceylan yansımasıydı. Aldırmadı.
Bütün aşk öykülerine meydan okudu:
Kararlıydı unutmaya.
Bundan böyle içinde taşıdığı sevda, bir “Yusuf Rüyası” olmayacaktı. Geceleri, sabahların yerine koyacak; en yaramaz yanım, dediği yüreğini dize getirecekti. Hayatın zehri bâdeydi ya, bundan böyle gözü çıkmaz bir yola takılmış yorgun kadın olmaya‐ caktı. Artık yüreğinin sesi, kırlangıcın mavi türküsü değildi.
Dili şarkılar olacak, gözleri sana bakan herkes… …
Asya, yüreğinin hafızasını silecekti. Aslında bu bir turna göçüydü.
Sahi yapabilir miydi?
Unutabilir miydi Ferhat’ı? Yüreğinin hafızasını silebilir miydi?
Yorgun kalbi, zayıf omuzları, bu turna göçünü taşıyacak kadar güçlü değildi. Oysa sevgi direnmek; Ferhat’ça dağlara kafa tutmak değil miydi?
Unutmak, bir Sırat Köprüsü…
Kurtulmak, bir mavera…
Kolay değildi her gün duymaya alıştığı yârin çağı‐ ran sesini hecelemek…
Aşka hudut çizmek…
Yüreğiyle bir yol ayrımına girmek…
Kolay değildi veda etmek…
Aslı’nın Kerem için yapmadığını yapmak;
Züleyha’nın Yusuf için söylemediğini söylemek…
Biliyordu, yüreğiyle savaşmak, uzun bir çöl yürü‐ yüşüydü.
Karanlığa, geceye sürgün, Kâbe siyahı gözlerle baktı: Ufkunda, akşam kızılında uçan bir çift telli turna yoktu. Gözlerinde doğan, saçlarında sönen yıldızlar yoktu! Kaderin mürekkebi ne renk bilemedi. Geceyi, beyaza, aydınlığı siyaha boyadı.
“Başaracağım!” dedi. “Acısa da ruhum başaraca‐ ğım.
Unutacağım Ferhat’ı!”
…
Asya, esaretin üstüne son defa yürüdü.
Bunca severken, Ferhat’a veda edecekti. Ferhat’ın yanına hüzne yenik duygularla vardı. Öfkeli ve hırçındı.
Kendine dünyayı sevdiren de, dünyadan nefret ettiren de aynı adamdı. Ateşten cümleler kuracaktı:
“Vuslatı olmayan aşklar ölümdür! İçimdeki maralı vurmaya geldim!”
Ekleyecekti:
“İklimlerinde soğudu gönlüm.
Artık avuçlarımda alevlenen yalnız benim hüznüm. Hiç tanımadım seni.
Bundan sonra sen de tanıma beni.
Ferhat’ın asıl nakışı kayalarda değil, yüreğindeydi.
Asya okudu, sarsıldı. Hesapta olmayan bir yürek tutulmasıydı. Gözleri sümbül, elleri reyhan oldu yeni‐ den. Ferhat’a mahzun, ama seven gözlerle baktı. “Şart mıydı beni böyle, böyle sevmen!” diyemedi.
Ferhat’ın yüreğinde, delirmiş denizlerin mavi türkü‐ sü; delinmiş dağların deli rüzgârı vardı:
“Unut sevgilim, artık bu son veda, Sen istemesen de
Son bakışın bana.” diyemedi. “İşte gidiyorum!
Saçlarımda son kokun,
Ellerimde son sıcaklığın…” diyemedi.
Ferhat’ın bakışları, semada hikmet burcu, Asya’‐ nın gözleri, bulut ebrusu nakıştı. Asya, Ferhat’ın çiçekli ikliminde kendini unuttu. Başını usulca Ferhat‐ ’ın omzuna koydu. Başını koyduğu Ferhat’ın omzu değil, bir dağ idi. Güneş rengi saçları, kalbinin üzeri‐
ne dağıldı. Kulaklarına vuran ses, bir Yusuf rüyası idi. Asya, o rüyadan hiç uyanmak istemedi. “İnanamıyo‐rum.” dedi içinden. “Onu yüreğimden söküp atmak için gelmemiş miydim buralara? Ben bu kadar zayıf mıyım?”
Şaşkındı!
Aşk, Ferhat’ın gözlerinde kanayan bir karanfil;
Asya’nın kanatlarında bir ‘nakş-ı gül’dü.
Kolay değildi veda etmek.
Kolay değildi bir çırpıda bu sevdayı silip atmak!
Vedalar sessiz çığlıklardı, vedalar sessiz gözyaş‐ larıydı.
Her veda, bir hayal kırıklığı; her hayal kırıklığı, kendini yarım hissetmekti.
Kızıl lavlara düştüğü gündü bu gün.
Kendini çabuk toparladı.
Ferhat’ın yeşil gözlerine “Hüzün ve Hazan”ı yazıp sessizce bıraktı:
Ferhat, Asya’nın gözlerindeki mecazı okuyamadı. Suya düşen aksini göremedi. Hep düşlerini anlattı.
Asya, söylemedi hiç bir şey. Söyleyemedi. “Güneşi yüreğimde yitirdim.” diyemedi. Ferhat’a son defa baktı. Alevden bir masal oldu içindeki gelincik. Zordu vedâ cümleleri kurmak… Bu defa onun gözlerinden öptü. Ayrılık demekti gözlerden öpmek. Ferhat anla‐ madı. Gurup vaktini göremedi. Asya, gözlerini Ferhat‐
’ın gözlerine bıraktı. Aslında Ferhat’a bıraktığı gözleri değil, yüreği idi. “Yüreğimi sana bıraktım.” diyemedi. Hiç bir şey diyemedi. Ayrıldı, uçtu, gitti.
Bu bir turna göçüydü.
Asya’nın yanağında ateşten jâleler, âh-u zârını gökyüzüne püryan eyledi:
“Bu son gelişimdi…
Görmesen de gözlerimde son ağlayışımdı. Katıp önüme gururumu ilk gidişimdi,
Ama takıp koluma yalnızlığımı son gelişim, Ve yüreğimi sana bırakışımdı.”
Ferhat, nice sonra gerçeği acı bir idrakle soludu. Artık semalar öksüz; Turnalar yetimdi. Asya, gözlerin‐ de bir daüssıla, yüreğinde bir gurbet olarak kaldı ve içinde hüzünlü bir hazan.
***
Asya, nihayet bir haziran gecesi yalancı bir telaş içinde yüreğinde taşıdığı ceylanı vurdu. Bir değil, binlerce ceylan öldü.
Katili olmuştu yüreğinin.
Sevinçle haykırdı:
– Unuttum, unuttum artık seni! Öldürdüm bendeki seni! Ferhat diye bir şey yok artık!
Soğukkanlıydı.
Garip bir rahatlama içinde anlattı:
– Bugün, senden kalan eskimiş duygularımı astım, yatak odamın zifiri karanlığına. Sen, her şeyden
habersiz uyurken sıcak yatağında, ben, senin katilin oldum.
Geride boş bir yürek kaldı. Bir de gecenin kalın kabuğunu yırtan zafer çığlıkları…
– Kazandım, kazandım! Ben kazandım! Vurup yüzüne esaretimi, buldum kaybettiğim beni. Azat ettim yorgun yüreğimden seni.
Dağlar, virane bir gönlün âhu zârıyla dalgalandı. Renkler geceden sıyrıldı. Ay yaralandı.
O artık sevda çıkmazında, mutlu bir maral avcısıy‐ dı.
Sevinçliydi:
– Silkelenip çıkıyorum ya, en bahtlı benim. Dize geldi ya artık arsız sevdam, aşkın tufanında kopan benim serim!
…
Aradan kaç gül mevsimi geçti.
Artık beşinci mevsime gonca saklayan o eski Asya yoktu.
Aşk mı? Asya için yabancı bir kalp ağrısıydı. Yüre‐ ğinin sesi, “Kırlangıcın Mavi Türküsü” değildi. “Geçse de ömrünün yarısı, acımıyorum. Değiştim ben artık!” diyordu. Sonbahar olup gidiyordu.
Ondan geriye kalan, acı çekmemek için yüreğine nefret kılanların kurusun diye dibine kan döktüğü bahtsız sevgileri; ya da yabancı bir sevdanın külleriy‐ di.
Unutmuştu Ferhat’ı… Her gece başını göğsüne koyan, o en güzel düşünü bölerek giden Ferhat, çok uzaklarda kalmıştı.
Öyle diyordu kendi.
Asya, bir gece kan-ter içinde uyandı.
Nefes nefeseydi. Rüyasında ilk defa Ferhat’ı gör‐ müştü. Şaşırdı. Senelerce yüreğiyle savaştığı; “Unut‐ tum!” Dediği Ferhat’ı… Hem de bunca yıl sonra! Nasıl olurdu? İçinde bir kor sağanağı, doğrulup otur‐ du yatağın içine.
Ferhat, çocuklara o ‘dağ masalını’ anlatıyordu. Peri ve çocuk, dizlerinin dibine oturmuşlar, onu dik‐ katle dinliyorlardı. Fakat Peri’nin kanatları yanmıştı. Çocuk ise yüreği ellerinde ağlıyordu. Şaşkınlığı daha da arttı.
Çocuk, Peri’ye sordu:
– Unutmak var mı?
Peri, cevap verdi:
– Unutmak diye bir şey yok, sadece alışmak var. Asya sarsıldı.
“Rüya…” dedi. “Her şey bir rüya!” Etkisinden kur‐ tulamadı. Aynada kendi suretini gördü. Tanıyamadı cemâlini. Güneş rengi saçlarını, acı poyrazlar alıp götürmüştü. Gözlerindeki nilüfer aydınlığını, masal‐ lardaki cadılar çalmıştı. Yüreğindeki gül cemrelerini, hüzünlü gül şafaklarında yitirmişti. Sanki deprem olmuş vicdanında, ejder yüreğini yutmuştu.
-Hayır hayır! Gönül iklimimde gül yok! dedi. Her şey bir rüya idi. Geçip gitti işte!
Nasıl bu kadar değiştiğine inanamadı. “Bu ben miyim?” dedi. Derin bir azap duydu. Gökyüzü, duydu‐ ğu azâbın hayret nidâlarıyla dalgalandı:
-Dur! Dur! diye bağıran benim ruhumun sesi. Rab‐ bim unutmuşum ben yüreğimdeki tertemiz sevgiyi!
Yıllar sonra ilk defa Ferhat’ı özlediğini anladı.
İnanamıyordu. Unutmak için yüreğine yaptığı bun‐ ca telkin, bunca çaba boşa mı gitmişti? Yıllar var ki hem Ferhat’la, hem kendisiyle savaşmamış mıydı? İçindeki ceylanı yıllar önce vurmamış mıydı?
– Yazık! dedi. Yazık içimdeki koca semaya! Yazık, yazık yüreğimdeki bahtsız sevdaya! O gece bin parçaya bölündü.
Balkona çıktı. Dışarıda yağmur yağıyordu. Karanlı‐ ğa sabahın gövel rengi henüz düşmüştü. “Sus kalbim!” dedi. “Ne olur sus!”
Yüreğiyle yüzleşmeye cesaret edemedi.
Bundan böyle hep susacaktı.
Susmak yavru bir ceylanın siyah gözlerinde ürkek bir kalp atışıydı. Susmak, yaralı bir turna yüreğinde mavi semaları özlemekti. Susmak, zifiri bir karanlığa inat, hiç doğmayacak günü, güneşi beklemekti.
Gecenin siyah kalbine bir masal yazdı. O masalı hiç kimse okuyamadı.
“Sanırım bu savaşı ben kaybettim!” dedi. İki dam‐ la yaş süzüldü yanaklarına. Yanaklarına süzülen gözyaşları, sanki söylenmemiş sözlerin sessiz şiirle‐ riydi:
İlk defa ruhuna dokunan ateşten cümleler kurdu:
“Gitmeliyim.
Ne seni ne kendimi sorgulamalıyım.
Alıp en güzel anlarını aşkımın,
Kimsenin bilmediği bir dille seni anlatmalıyım. Görmesinler seni, sevmesinler diye
Tutup göğsümün sol yanına saklamalıyım. Bin kez öpüp, bin kez koklamalıyım.”