Yapay Zekâ Yapay Zihinler mi Yaratacak?

Tam boy görmek için tıklayın.

İnsanın varlık bütünlüğü, duygular, düşünceler, istekler, hisler şeklinde adlandırdığımız gibi parçalara ayrılabilir bir doğada değildir. Bir bütünlükten söz ediyoruz. YZ, bu parçalardan en önemlisidir. Öyle de olsa insanı, beyin ve insan olarak ayırmak mümkün müdür? Duygu ve düşünceleri birbirinden ayırmak tartışma götürürken, beyni insan varlık bütünlüğünü dikkate almadan kendi başına insanının bütününü temsil edercesine YZ’dan Yİ’ya nasıl gidebiliriz?

Düşünebilme ve düşünce, bilme ve bilgi bilinci içerir mi? İçeriyorsa, düşünen ve bilen bir YZ için en az insan kadar bilinçli varlık diyebilmemiz gerekir.

*****

Prof.Dr. Şahin FİLİZ

 

Yapay Zekâ Yapay Zihinler mi Yaratacak?

Yapay Zekâ Gelişmeleri Karşısında Bir Zihin Ontolojisi Çözümlemesi

Yapay zekâ ile saadet olur mu? sorusu, yapaylıktan ancak zekasından vazgeçerek kendini kurtarabileceği varsayılan insanın tarih boyunca aramakta olduğu mutluluğun imkanını sorgulamaktadır. Biyolojik varlığıyla öteki canlılarla ortak yeme, içme, üreme, dışkılama gibi doğal gereksinimlerini karşılasa da, insan, kültürel ve ahlaksal bir varlık olmak için yaşamı boyunca didinir. İlki doğal varlık yapısına, ikincisi de kendi yapımı olan, “insan elinden çıkma” varlık yapısına denk düşer. Şu halde ikinci varlık tarzı, “yapay”dır; erdemler, kötülükler, iyilikler, fenalıklar diye sınıflandırdığı bir ahlaksallık ve maddi-manevi öğelere ayrılabilen kültür fenomenlerini bizzat kendisi yapar. Biyolojik, doğal varlık yapısına, deneysel bilimlerin yardımıyla bazı müdahalelerde bulunur ama onu en azından şimdilik, tümüyle “kendi elinden çıkma” bir yapaylığa dönüştüremez. Oysa ahlaksallık ve kültürellik, baştanbaşa insanın kendi elinden çıkma, yapay ikinci ama asıl insani varlık tarzıdır. İşte bu kültürel yapısını ve onun formlarını doğaya uyarlamaya girişir.

Kültürel İnsandan Kültürel Doğaya

İnsan, başta kendi varlığı olmak üzere tüm varlık alanlarıyla ilişki kurar. Doğa ve doğal varlıklar alanı, toplumsal varlık alanı ve tinsel varlık alanı onu çepeçevre kuşatan doğadır. Doğadan kastettiğim tüm bu alanların toplamıdır. İnsan doğa ile üç şekilde ilişki kurar: Ona egemen olmak ister; zihinsel formları ve kategorileri doğrultusunda onu kendine benzetmeye çalışır. Kültür kavramının kök anlamı itibarıyla doğayı “eğitir”, “eker”, biçer, yıkıp yeniden inşa eder. Doğa böylece ilk durumunu yitirir, vahşiliği yerini insan yararına ehlileşmeye bırakır.

İlk ve vahşi haliyle doğa, kültürel insanın biyolojik varlık formuna bile hitap etmeyecektir. Yaşamını sürdürmesi ilk adımdır ancak sonrası, doğayı sonsuzca kendine benzetme çabası sökün eder. Çevre düzenlemesinden üretime elverişli topraklar edinmeye, yerleşik yaşamı kurmaktan mücessem şehirler yaratmaya kadar uzanan bu “eğitim”, doğayı da olabildiği ölçüde insana benzer yapay bir meta haline getirir. Musiki sanatı ile doğadaki sesleri notalarla ölçer, tanımlar ve sınırlandırır. Bu edimleriyle musiki diye bir yapay ses oluşturur. Peyzaj mimarisi ile çevreyi kültürleştirir; dışarıdaki vahşi çevrenin yerine zihnindeki yapay çevreyi koyar.

Toplumsal varlık alanı, sosyoloji, antropoloji, etnoloji, arkeoloji, siyaset ve hukuk bilimleri yoluyla eğitilir. Kültürel bir toplum yapısı yaratılır. Bunlar ya da başka yollarla hiç müdahale edilmeden öylece bırakılan bir insan toplumu düşünelim. Ortada, sürülmemiş, işlenmemiş, ekilmemiş ve düzenlenmemiş bir araziye benzer toplum olurdu. Demek ki toplumsal varlık alanını oluşturan bu tür doğa, yapaylaşmak zorunluluğu ile karşı karşıyadır. Kendi başına öylece bırakılan insan yığını ya da yığınları değil, düzenli ve kategorik bir toplum yapılmıştır. Toplumsal olaylar da bunun gibidir. Kalabalıklar olarak öylece bırakılan insan yığınlarının, salt biyolojik teklerden oluşan canlılar olarak çıkardıkları olay ya da olaylar da, aynı şekildedir. Hayvan sürüleri arasında çıkan olaylardan farksızlaşır; ne ki ahlak ve hukuk, siyaset ve yönetim-organizasyon bilimleri ile müdahale bu olayları kültürel teklerin oluşturduğu olaylar olarak yapaylaştırır; canlıların içgüdüsel devinimleri yerine, bireylerin rasyonel hareketlerine dönüştürür. Demek ki insanın toplumsal varlık olan bu ikinci varlık doğal varlık alanı ile ilişkisi, vahşi yığını insan toplumuna dönüştürerek yapaylaştırmaktadır.

Olaylar başka bir açıdan vahşi doğadakilerden sanatla farklılaştırılır. Milyonlarca yaşam öyküsü, irili-ufaklı toplumsal olaylar, insanlığın çoğunu ya da tümünü derinden etkileyen sevinç ya da felaketler salt kendi başlarına ele alındığında, ekim-dikime elverişli hale getirilmeyi bekleyen vahşi araziler gibidir. Ne var ki kültürel ve ahlaksal varlık olarak insan, sanatıyla işe müdahale eder; tiyatro, sinema, öykümle, edebi erserler yaratma yoluyla bu kendi halinde akıp giden olayları senaryoya, temaya, filme dönüştürerek yapaylaştırır. Gerçek dünyada dokunup deneyleyecek kadar içinde yaşadığımız acıları ve sevinçleri işte bu yüzden senaryolaştırılmış bir film karesi ya da bir tiyatro sahnesindeki kadar içten duyumsayamayız. Tıpkı doğadaki sesleri tüm yalınlığı ve gerçekliği ile duyduğumuz halde, müzik notasına dökülmüş halinden daha fazla etkilenmemiz gibi.

Peki, insan neden bütün bu doğaları kendi haline bırakmaz da, onlara kendi senaryosunu dayatır? Başka türlü denirse, ortada bu doğaların sahici varlıkları ve halleri durup dururken neden bir takım bilimsel yollarla onları zihnindeki formlarla yeniden kurar? Neden yapay doğalar yaratır?

Sokrates, insanın kendini bilmesini salık verir. Felsefe tarihi boyunca bütün filozoflar, doğrudan ya da dolaylı olarak kendini bilmeyi düşüncelerinin temeli kabul ederler. Böyle bir salık olmasa bile insan, doğanın her türlüsüyle ilişkisinde esasen hep kendini keşfetmek; kendi kültürel varlık tarzını her birinde temaşa etmek arzusundadır. İlişkide bulunduğu hiçbir nesneyi ya da şeyi, olduğu gibi bırakmaz, kendini yansıtan, kendine benzeyen ya da kendine yabancılaştıran yeni bir forma sokar. Yıkar ya da yeniden biçimlendirir. Dünyayı olduğu gibi değil, algıladığı gibi yorumlama eğilimindedir. Algıladığı her şeyi kendi yorumladığı kıvama getirir. Vahşi doğaları yapay doğalara dönüştürür.

Üçüncü ve sonuncu doğa, tinsel varlık alanıdır. Ruhundaki ve zihnindeki soyut formları, tıpkı ilk iki doğada yaptığı gibi, dış dünyaya uyarlayarak yeniden yaratır. İsteme, reddetme, sevme, nefret etme, sevinme, üzülme, atılma, geri çekilme, ağlama ya da gülme gibi bütün duygularını, ruh hallerini mitik ve majik sembollerle karşılayıp dinler düzeyinde sitemleştirir. Korkuları, umutları ve beklentileriyle dolu tinsel yapısını, sistemleştirdiği dinler, psikolojiler, mitolojiler, destanlar, masallar ve efsanelerle kendileştirir. Kendi tinselliğini bu semboller sistemiyle yeniden kurgulayıp vahşi tinselliğini eğitir, yapay tinselliğini kurar. Duygu, düşünce ve davranışlarının öylece doğal haliyle akıp gitmesi, onun bunlarla ilişki kurmasını mümkün kılmadığı için, “kendi elinden çıkan” duygu durumları ve formları yaratır ki benzetimiyle ilişki kurabilsin. Kendi benzetimine dönüştürmediği hiçbir duygusu ve davranışını, ilişkiye muhatap kabul etmez. Aşkınsal doğadaki dini bile insanlaştırıp kendine benzetir ki “ikili” ilişkisini kurabilsin.

O halde duyguları, ruh hallerini ve davranışlarını psikiyatri, psikoloji, psikanaliz, din ve mitoloji gibi, bilimsel ya da bilim-dışı yaratılarıyla eğitir; yapaylaştırır. Diğer kurgusal varlık alanlarında ve dolayısıyla yapay doğalarda olduğu gibi, tinsel varlık alanında da insan-benzeri doğayı yaratmış olur.

Bütün bu yapay doğalar, dıştan içe doğru seyir takip eder. İnsan kurguyu, dış doğadan iç dünyasına doğru ilerleyerek belirli bir düzeye getirmiştir. Bu düzey, Yapay Zekâdır. Yapay Zekâ, içten dışa doğru gelişen bir kurgudur. Kendi dışındaki vahşi doğaları değil, kendi içindeki, kendi parçası olan “vahşi” zekâ”yı yapaylaştırmaya girişmektedir. Çağımızda sıra, dördüncü aşamadaki beyin ve zekâ doğasına gelmiş görünmektedir.

İnsan beyni, diğer doğalar gibi vahşi ve el değmedik bir doğa mıdır? Neden insan, sahip olduğu, doğal bir parçası olan beyinin benzetimini yapma gereksinimi duyar? Terk edilmiş bir arazi, bakımsız bir toprak ya da kendi başına bırakılmış; keşfedilmeyi bekleyen bakir bir doğa gibi kabul edilebilir mi? İnsan kendi beyninden ne ister?

Neden Yapay Zekâ?

YZ, insanın bu kez de kendi doğasını keşfe yönelik girişimidir. Beyni keşfetmek, beyin üzerine düşünmek, düşünmeyi düşünmek, sonuçta kendini bilmektir. Tam da Sokrates’in dediği YZ çağında yeniden karşımıza çıkmaktadır. Beyin ile evrenin yapısı arasındaki benzerlik, hatta mantıksal örtüşme, İ.Ö. 4-3. Yüzyıllarda ilk kez Aristoteles tarafından dile getirilmişti. Beyinden evrene, içten dışa hareket eden benzetim, ikisinin akılcı davranış bakımından birbirine uyduğuna işaret ediyor.

İnsan doğa ve doğal, toplumsal olay ve tinsel alanlar olmak üzere her şeyden etkilenmektedir. Bunları yeniden kurgulayıp yapaylaştırırken kendisi de bunlardan etkilenmektedir. YZ çalışmalarında insanın beyin yoluyla doğa ve doğadaki her şeyden, etkilendiği vurgulanır. Dikkat edilirse insan bu noktada beyninden ibaret görülür.

YZ projesi beynin yaratıcı ve keşfedici refleksi hissedilerek fark edilmiş bir projedir. YZ fikri insanın nöronlarında saklı şifrelerin dışavurumudur. İnsanın yapamadıklarını yapabilmek ve farkındalık gücünü hissettirmek duygusundan kaynaklanır. İnsan beyni yasaklara karşı içsel bir tepki duyar. Çünkü beyin özgürlük duygusuna bağlı olarak yaratılmıştır. Bu açıdan YZ, insan demektir. Tüm zamanların en karmaşık, en gizemli, en heyecanlı ve en riskli projesi olması bu nedenden dolayıdır. (Aydın-Değirmenci, 2018: 19, 20, 28) Şu halde beyin, nasılsa öyle olduğu gibi durduğunda, vahşi bir doğadır. Onun yaratıcı ve keşfedici refleksi, bir benzetimi kurgulanarak yeni bir doğa halinde yaratılmaktadır. YZ, beynin kültürleşmiş doğasıdır. Biçime, formata ve düzene, kısacası algoritmik sisteme uyarlanmış yapay bir beyindir. İnsan kendi beyninin “eğitilmiş”, “kültürlenmiş” benzetimini, yarattığı yapay zekâ doğası ile gerçekleştirmektedir.

Özgürlük duygusu, beynin benzetiminin tam olarak yapılabilmesi önündeki şu anki en ciddi nedenleri arasında yer alır. Başka bir deyişle, insan tümüyle beyinden ibaret değildir. YZ, önünde sonunda yapay insanı doğuracaktır şeklinde öne sürülen tezlerin, hayata geçmek için uzun bir zamana ihtiyacı vardır. Eğer insanı, kurgulanabilen beyninden ibaret sayarsak, zekâdan başlayan yapaylık insanın tüm varlığını kapsayacaktır. Özgürlük sorunu, salt zekânın kurgusallığından insanın tüm varoluşuna uzanan ve daha da büyüyen soruna dönüşecektir. Ancak YZ projesinin kendisi bile doğrudan doğruya özgürlük duygusu ve bilme merakının eseridir. Bu duygu ve merak, YZ’nın yaratıcısıdır. Buna göre özgürlük ve bilme merakı hep tüm bir varlık olarak yaratıcısında, bu merak ve duygudan doğan işlemler de kurgulanan yapay zekâya kalacak gibi görünmektedir.

İnsan beyni, YZ projesi yoluyla insanın kendi kendini keşfetmesi ve bilmesi merakına bir yanıt olma peşindedir. Beyin YZ ile işlenmekte, sınırları genişletilmekte ve sorunsuz nasıl işleyebilir sorusunun yanıtı aranmaktadır. Beyin doğal haliyle, sorunlu, sınırlı, işlenmemiş ve hala binlerce yıldır keşfedilmemiş öylece durmaktadır. Kendi başına gelişmesi yavaş, işlemesi sorunlu, çözümleme yeteneğinin gücü meçhuldür. YZ, beynin benzetimini gerçekleştirerek onu makine şeklinde yapay bir doğa olarak yeniden yaratmaktadır. İçten dışa bu hareket, insanın bu kez kendi doğasına yönelmiş bir kültürlenme hareketidir. Eğitilmiş beyini YZ olacaktır. Hatasız, sorunsuz ve aslının yaşadığı olumsuzlukları yinelemeyen YZ, insanın kendi beyni üzerine yazdığı bir senaryoyu andırır.

YZ’dan amaç, dünyayı olduğu gibi mi yoksa algılandığı gibi mi keşfetmektir? Dünya, insan beynine göre nasıl, YZ’ya göre nasıl algılanmaktadır?

AMAÇ

Bu çalışmanın amacı, Yapay Zekâ gelişmeleri karşısında insan beyninin giderek daha ileri teknoloji ile matematiksel modellemesinin mümkün olacağına ilişkin güçlü savlar ileri sürülürken insanın tercümanı olan felsefenin geleceğini tartışmaktır.

Zihin ve Dünya

Zihin, beynin çalışma ve etkileşme sürecidir. Beyin organ, zihin süreçtir.

Zihinler tıpkı kuleler gibi, yapı bloklarından meydana gelir. Tek farkı, yapı blokları yerine süreçlerden oluşmasıdır. (Minsky, 1988: 21)

Dünya neye benzer ve biz onu nasıl algılarız? Yanılsamalar, sanrılar, rüyalar ve algıyı yanıltan uyuşturucu, hastalık ya da benzeri etmenler, dünyayı olduğu gibi mi yoksa algıladığımız gibi mi gördüğümüz sorununu ortaya çıkarır.

Modern felsefenin kurucusu olarak görülen Rene Descartes (1596-1650) Meditasyonlar adlı yapıtında (1641) bu tür bir düşünceye işaret eder: “Dünyada hiçbir şeyin ne gökyüzü, ne yerküre, ne akıl, ne de bedenin var olmadığı konusunda ikna olmadım. Öyleyse ben de aynı şekilde yok değil miyim?” Hayır der, Descartes, bunlardan kuşku duyarsam, o zaman kuşkucu olarak en azından ben var olmak zorundayım. Kuşku duyacak biri olmaksızın kuşku nasıl var olabilir? Kuşku birinin onu gerçekleştirmesi için ortalıkta gezinmez. Dolayısıyla eğer kuşku duyuyorsam kuşkucu olarak ben, en azından kuşkulanırken varım demektir. (Hospers 2017: 97-98). Descartes, zihin-dünya ilişkisini insanın dünyada var oluşu ile kurduğunu söyler. Modern sinirbilimcilerden Riccardo Manzotti de bilinci dünyada oluşumuza eşlik eden duygu olarak tanımlamaktadır. (Manzotti-Parks, 2018: 16-20).

Kuşku duyduğumun bilincindeyim: “Bilinç vardır ve yalnızca bundan yoksun bırakılamam. Ben varım; bu kesin. Ne kadar süredir? Tecrübe ettiğim sürece… Var olduğumu kesin olarak biliyorum ve aynı zamanda bütün bu görüntüler ve genel anlamda varlığa ait her şeyin yalnızca hayal olması da mümkün… O zaman ben neyim? Bilinçli bir varlık. Bu ne demektir? Kuşku duyan, anlayan, savunan, yadsıyan, istekli olan, istekli olmayan bir varlık… uyurken bile ben varsam, Yaratıcım beni yanıltmak için yapabileceği her şeyi yapıyorsa; bütün bunlar benim varlığımdan nasıl daha az gerek olabilir?” (Descartes, 1997: 165 vd.)

Yaşamlarımızı birkaç alanda geçiririz. İlki, uzay ve zamanın var olduğu “objeler”in alışılmış fiziksel dünyası. Objeler basit yasalara boyun eğer. Herhangi bir obje devinir veya değişirse, biz onu genellikle, kendisini iten diğer objeler yoluyla, yerçekimi ya da rüzgâr yoluyla açıklarız. Sosyal alanda da yaşarız. İnsanlar, aileler, şirketler. Tüm bunlar birbirinden farklı nedenler ve yasalarca yönetilir. Herhangi bir insan hareket etiğinde veya değiştiğinde niyetler, duygular, vaadler, tehditler vb. dair işaretler ararız. Bunların hiçbir bir tuğlayı bile etkileyen etmen değildir. (Minsky, 1988: 287).

Arkeolojik alanda da yaşarız. Anlamlar, fikirler ve bellekler gibi adlandırdığımız varlıkların oluşturduğu alandır. Bunlar da farklı kurallara uymak zorundadır. Zihne gelince: Zihinler beyinlerin yaptığını yalınlaştırır. Bir zihinden söz etmek, beynimizi durumdan duruma taşıyan süreçlerden söz etmemiz demektir. (Minsky, 1988:287).

Algılama sırasında beyin etkindir ama ortaya çıkan algılanmış fenomenler zihnin eseridir, yorumudur. Zihin, beynin bu algı faaliyetini inanca, bilgiye veya sanıya dönüştürür. Bu edimlere beyin belki ihtiyaç duymaz ama zihin, durumdan duruma geçen bir süreç olduğu için, hepsini üretir, hepsine ihtiyaç duyar.

Beyin, YZ projesiyle bilme gücünü arıtması düşünülen bir merkezdir. Beyin öğrendiği, bildiği kadar vardır, yaratıcıdır, güç sahibidir. Öğrenme iki aşamada gerçekleşir: başkalarından öğrenme, kendi kendine öğrenme. Asıl olan ikincisidir. Zaten YZ, kendi kendine öğrenen bir kurgusal beyin yapmanın başka bir adıdır. Yapıldığı aşamaları geçecek ve kendini zaman içinde geliştirecektir.

Beyin, belki insanın tümü değil ama yönetici organdır. Kendini, dünyayı ve duyguları yönetir. En zor yönettiği de duygulardır. Bu zorluk, beynin kurgulandığında tamamen insanın bütün varoluşunu temsil edemeyeceği kanaatini güçlendirmeye yarar.

İnsan beyni nasıl çalışır?

Nörologlar ve iletişimsel (cognitive) yetenekler üzerinde çalışan uzmanlar, insan beyninin iki farklı çalışma modu olduğunu söylerler: sistem1: İlkel otopilot sistemi: İnsanın araba sürmek, bisiklete binmek, koşmak gibi birçok rutin etkinliği yapmasını sağlar, verilen komutları hızla yapan bu makinelere aptal makineler denir. Sistem 2: Yeni durumlara uyum sağlamamızı gerçekleştiren sitemdir. İnsan beyni sürekli yeni durumları değerlendirir ve yorumlar. (Koç, 2018: 51)

İşte YZ’nın temelinde insanın sistem2’deki yetkinliklerini taklit ederek makinelerin ve programların öğrenmesini sağlamak olmaktadır. Makine öğrenimi ve derin sinir ağları (deep neural network) programlara öğrenmeyi öğretmekte kullandığımız, son yıllarda çok gelişen iki yöntemdir. (Koç, 2018: 52). Ancak burada Descartes’in zihin ya da algımızın dünya ile ilişkisini, insanın dünyada bulunuşunu tecrübe etmeye bağladığı fikrinden yola çıkarsak, insanın sistem2’deki yetkinlikleri bir makinenin taklit etmesi, o makinenin kendi tecrübesinin farkına, bilincine varabileceğini öne sürebilir miyiz? Ya da öğrenmeyi öğrenen bir makine, tecrübe etmekle bu dünyada bulunuşunun da aynı zamanda bilincinde olabilecek midir? Manzotti’nin deyimiyle, makinelerin öğrenmesi, onların dünyada var bulunuşuna eşlik eden duyguyu da yaratabilecek midir?

Beynin çalışma sistemi, makinelere olduğu gibi uyarlanabilecek mi? Uyarlanabilirse, makineler insan-benzeri olur mu? Eğer yanıt evetse, insan beyni-benzeri makineler, insan-benzeri makinelere dönüşecek kadar gelişir mi? Kısaca söylerse, YZ çalışmaları, önlenemez şekilde makine beyinden makine insan doğru mu ilerlemektedir?

Minsky, “insan-benzeri makineler kavramını kullanır. Ona göre insan-benzeri makinelerin genel zekâ çalışmalarında 1940’larda icat edilen bilgisayarlardan bu yana, sağduyuya, etkili bir öğrenme yetisine, akla ve karmaşık planlar yapma yetkinliklerine sahip oldukları, doğal ve soyut etki alanlarında geniş bir meydan okuyucu enformasyon sürecini başlattıkları bilinmektedir, der. Ve ekler, önümüzdeki birkaç on yıl içinde YZ’nın daha çok gelişeceğini kaydeder. (Minsky, 1988): 3-4).

Minsky Yapay Zekânın birkaç on yıl sonra yapay insan düzeyine kadar gelişeceğini öngörmektedir. Bu görüş, Minsky gibi uzun yıllardır YZ projeleri geliştiren başka uzmanlar tarafından da dile getirilmekle birlikte şu an için bir öngörüdür. Öte yandan, YZ’yı duygusal zekânın eseri olarak gören uzmanlar vardır. Duygusal zekânın çıkış merkezi beynin sağ lobudur. EQ( Emotional Quotient), en son karar veren merkezdir. Müzikten mimariye, sezgicilikten bütünsel düşünceye kadar birçok özellikleri bulunur. EQ, en ince araştırma yaptıktan sonra karar verir. Bizi yöneten beynimiz, beynimizi yöneten EQ’dir. (Aydın-Değirmenci, 2018: 255-284). Duygusal Zekâ, bu saptamaya göre beyni yönetiyorsa, YZ, insanımsı bir modelleme olacaktır. Beynin matematiksel modellemesi gerçekleştirilmesi, insanın makinemsi varlığa dönüşmesi anlamına gelmez. Kaldı ki duygusal zekâ beyni yönettiğine göre, YZ’nın ne denli gelişirse gelişsin salt insan varoluşuna özgü EQ’nın sezgisel, sanatsal ve ruhsal komutuna muhtaç olacaktır. Başka bir deyişle, EQ olmadan, IQ olmazsa, YZ de hep ilkine bağlı olacaktır diyebilir miyiz?

Beynin çalışma düzeni ve süreci için zihin kavramını kullanırsak, YZ’nin önde gelen uzmanlarından Minsky’e göre zihin hangi güçlere sahiptir ve bu güçlerini nasıl kullanır?

1.Etkililik: Zihnin güçlerinin; nasıl çalıştığı,

2.Somutlaşma: Nelerden oluştuğu ya da yapıldığı,

Etkileşim: Nasıl iletişim kurdukları,

Kökleri: Başlangıcı oluşturan gücün nerden geldiği,

Kalıtım: Hepimizin aynı güçlerle doğup doğmadığımız,

Öğrenme: Yeni güçleri nasıl yaratacağımız ve eskilerinin yerine koyacağımız,

Karakter: En önemli güçlerin hangileri olduğu,

Otorite: Güçler anlaşamadığı zaman ne olduğu,

Niyet: Böyle ağların nasıl istediği ya da arzu ettiği,

Yeterlilik: Güç gurubun, ayrı güçlerin yapamadığını nasıl yaptığı,

11.Benlik: Onlara birliği veya kişiliği verenin ne olduğu,

Anlam: Onların herhangi bir şeyi nasıl anlayabildiği (Minsky, 1975: 18).

Soruları, zihnin belli başlı güçlerinin ne olduğu ve nasıl çalıştıklarını araştırmaktadır. YZ’nin yaratımı ve gelişimi bu sorulara verilecek yanıtlarla doğrudan ilintilidir. Gazali (ö.1111)’nin Farabi ve İbn Sina’ya “Tanrı’nın cüz’ileri bilmediğini söylediklerine” yönelik eleştirisinde, aksine Tanrı’nın cüzileri de küllileri de bildiğini; “evrende olup biten her şeyin Levh-i mahfuz’da korunduğunu” (Kur’an, 85:22) hatırlatır. (Al-Ghazali, 1997:156-163) Tehafüt’ün ana sorunlardan biri olarak ele aldığı bu tartışmanın Tanrı ve O’nun neyi-nasıl bileceği ile sınırlı olmadığını belirtmek gerekir. Ömrünün sonunda sufiyane bir düşünüş ve yaşayışa bütün benliği ile sarılmış Gazali için, insan da tıpkı Tanrı gibi “her şeyi hem parçalı hem bütünsel olarak bilecek bir düzeye gelebilir. O halde sorun, insanın bilme edimine ve bu edimi gerçekleştiren zihnine kadar uzanıyor demektir. “Parçalı bilmek” bilimsel bir bilginin koşuludur. “Külli yani bütünsel olarak bilmek “ ise daha çok irfani bilgi türüdür. Tanrı için nasıl bildiği sorunu bir yana, O’nun zihinsel işleyişini ve zihin ontolojisini kestirmek yalnız fideist bir kabule bağlı olarak söz konusu edilebilir. Bilmeyi, “her şeyi, hem parçasal hem bütünsel olarak kuşatmak ve saklamak” ile açıkladığımızda, inançsal olarak bunu Tanrı için söylemekle birlikte, insan zihni için böyle bir genellemeyi yapmamız insanın zihinsel yapısı hakkında kolay ileri sürülmeyecek afakî bir sav olur. Oysa insan parçalardan bütüne doğru işleyen bir zihne sahiptir. Gazali, Farabi ve İbni Ssina’ya yönelttiği eleştiride, “parçalı bilme”yi Tanrı’ya uygun görmemekle aslında insan zihni için bilimsel bilginin olanaklarına, inanma edimini öne sürerek kısıtlama getirmiş bulunmaktadır.

Sıralanan sorgulamada belirlenen bu bir takım zihin güçlerine ve çalışma yöntemine baktığımızda YZ’nın oluşturulması ve gelişimi konusunda insan varoluşunun tümü bakımından önemli ipuçlarına rastlarız. Matematiksel modellemesi yapılma projesi olmasa da, insan beyni, bedenin salt biyolojik bir parçasından ibaret olduğunu savunan fizikalist bir yaklaşımla açıklanabilecek yalınlıkta değildir. Fizikalizm beyni anlamada, felsefi yaklaşıma ihtiyaç duymaz. Ancak beynin tümü, fizikalizmin bütünsel deneyimiyle de açıklanabilir görüşü tartışma götürür. Kaldı ki beyni tam olarak algoritmik sistemle açıklamak bile en azından şimdilik uzmanlarınca çok zor görünmektedir. YZ araştırmalarında şimdiye kadar gelinen düzey, deneysel yöntemin genelleştirilmesini tartışmalı kılarken, beyni zihin ve hatta insanın bütünsel varoluşu ile özdeşleştirmek, bütünü parça ile açıklamak, dahası bütünü parçaya eklemlemek, duygusal zekâyı hiçe saymaktır; zihni süreçten yapı bloklarına indirgemektir.

Minksy’nin örneklendirdiği zihinsel güçler bunlarla sınırlı değildir. Kaldı ki yalnız bunlar bile insan beyni-benzetiminin sanıldığından daha güç olduğunu göstermektedir. Örneğin “karakter”, “otorite”, “niyet”, “benlik” “anlam”, başka hiçbir canlıda olmayan, insana özgü güçlerdir. Makinelerde ya da robotlarda olabilir mi sorusunun yanıtı en azından şimdilik zor görünüyor. Ancak bu güçlerin benzetimi makinelerin yapılma olasılığı demek, yapay zekâdan yapay insana giden süreç demektir. Teknik açıdan işin ne denli güçlükler taşıdığı bir yana, asıl güçlük, insan eş bir makinenin gerçekten insanın benzetimi olup olmayacağı; ahlaksal, kültürel ve benlik sahibi olup olamayacağı sorularına verilecek yanıttır.

Öte yandan tüm bu zihinsel güç ve süreçlerin aynı anda ve eksiksiz olarak işletilmesi de ayır bir sorundur. Çünkü niyet, anlam, otorite, benlik kavramları ahlaksal ve kültürel bir varlık olan insanda kusursuz işlemez; her zaman beklendiği gibi sonuç vermez. Bunları bir otomatonda ya da bir makinede kusursuz ve sonuç verici formata sokmak daha sorunlu bir durum ortaya çıkarır. Bir bardak suyu içmek için insan vücudunda binlerce kas birbiriyle eşzamanlı ve uyum içerisinde çalışmak zorundadır. Örneğin içmek isteği, kavrama, dengeleme, harekete geçme eylemlerini gerektirir. Her biri hem kendi içinde bağımsız, hem de diğer hareketlere bağımlı olarak çalışır. Biyolojik canlılıktaki bu eylemler bütünü ilk bakışta bedenin salt mekanik hareketler sistemi içinde olup bitmekte sanısını uyandırır. Oysa su içme isteği ve bu isteğe iten ve nedenlerini sadece öznenin bildiği süreçler, bedenin bile mekanik benzetiminin kolay olmadığını göstermektedir.

Zekânın yapayı, insanın yapayına götürecek kadar zeki midir? Zekâ nedir? Zeki makine olur mu?

Yapay zekâ bir insan zekâsı benzetimi varlık olarak, zekânın tanımında ileri sürülen temel özellik ve koşulları taşıyabilir mi?

YZ’nın özerkliğinden söz eden uzmanlar, insan ya da başka varlıkların doğrudan ya da dolaylı kontrol olmaksızın kendi algılarına göre akıl yürütebilen ve karar verebilen şeklinde bir tanım yaparlar. Onlara göre fiziki bir varlık olarak YZ, içinde bulunduğu çevreyi etkileyebilecek kimi eylemleri gerçekleştirebilir. İhtiyaç duyduğunda sosyal bir şekilde kimi eylemleri yapabilir. Kendi tutum ve davranışlarını değiştirebilecek kadar algılarının, kararlarının ve eylemlerinin sonuçlarını idrak ederek öğrenebilen bir varlık olarak YZ, kendi ihtiyaçlar hiyerarşisi doğrultusunda güdülenebilir ve ikinci-derece yönelimli sistem olarak ihtiyaçları doğrultusunda güdülenmiş yönelimleriyle eylem gerçekleştirebilir. (Aydın, 2013: 18-19)

YZ’nın özellikleri olarak sayılan bu güdülenme ve eyleme geçme biçimleri, yapay insanın alt yapısını oluşturuyor görünmektedir. YZ konusunda, belirlenen bilimsel hedeflere, 1950’li yıllardan beri tam olarak ulaşılmamış olduğu; elde edilen bir takım başarıların, bu hedefleri tutturmak için en az 40 yıllık zorlu bir çalışmayı gerektirdiği göz önüne alınırsa, YZ’dan Yİ(Yapay İnsan)’a sandığımızdan daha uzun ve zahmetli yol var demektir.

Makinenin zekâsı, insanın beynini modellemekse, insanın tümünü modellemeye, bedenin bu “parça”sı yetecek mi?

Önce YZ’nın kısa biyografisine göz atmakta yarar vardır.

YZ’nın Kısa Biyografisi

Biyografi ya da biyografisi sadece insanlar içindir, diyebilirsiniz. “Sadece insan için” varoluşsal tüm özelliklere talip olan YZ çalışmalara bakılırsa YZ’yı şimdilik ironik olarak “insan teki” saydığım için bu başlığı koydum.

İnsan zekâsının anlama merakı İ.Ö. 4. Yüzyıla kadar dayansa da zekânın bir benzetiminin makineler üzerinde sağlanması fikri 17. Yüzyıla kadar geri gider.

18. yüzyıla gelindiğinde yani 1796’da Wolfgabg von Kempelon “Türk”ü icat etmiştir. Türk, mekanik bir satranç oyuncusu olan otomatondur. Böyle olsa da zekânın makineler üzerinde bir benzetimini sağlamaya yönelik ilk girişimdir. (Aydın, 2013: 17)

YZ’nin biyografisi 17. Yüzyılın ilk yarısında hesaplayabilme yeteneğinin benzetimi üzerinde yoğunlaşmakla netleşmeye başlar. Blaise Pascal (ö. 1662) toplama ve çıkarma işlemlerini yapabilen ilk mekanik hesap makinesini icat ederken henüz bir bebek olan Leibniz (ö.1716), 25 yaşına geldiğinde dört aritmetik işlemin dördünü de yapabilecek bir makine geliştirmek için harekete geçti. “En basit kişinin bile makine kullanarak kesinlikle yapabileceği hesaplar için mükemmel insanların saatlerce köleler gibi uğraşmasına değmez!” diyordu. 1673’te diplomatik bir görev için gittiği İngiltere’de makinesini Londra’daki Kraliyet Akademisi’ne sundu. Bu başarısı Akademi üyeliğine kabul edilmesini sağladı. (Say, 2018: 16)

Çek yazar Karel Capek 1920’de ‘Rossom’un Evrensel Robotları’ adlı kitabında ilk defa robot sözcüğünü zeki insansı (humanoid) makineleri nitelemek amacıyla kullanmıştır. (Aydın, 2013: 17).

Leibniz şöyle diyordu:

“Muhakemelerimizi düzeltmenin tek yolu, onları matematikçilerinkiler kadar elle tutulur hale getirmektir, öyle ki hatalarımızı bir bakışta bulabilelim ve kişiler arasında anlaşmazlıklar olduğunda hemencecik ‘hesaplayalım, kimin haklı olduğunu görelim’ diyebilelim.” (Say, 2018:16)

Leibniz, düşünme işlerimizi bizim için yapabilecek bir makine hayal ediyordu. Bu sistme “calculus ratiocinator” adını vermişti. Bunun için ilk adım olarak, nasıl kendi hesap makinesi sayıları temsil edebiliyorsa, düşüncelerimizde geçen türlü kavramların matematiksel olarak temsil edilebileceği bir tür sembolik dile ihtiyaç olduğunu görmüştü. (Say, 2018:16).

YZ, Pascal ve Leibniz’in dediği gibi, “yerimize düşünebilir mi”?

İnsan yerine düşünen ve düşündüğü doğrultusunda eylemde bulunan bir YZ, bu iki filozofun yaşadığı 17. Yüzyıldan beri sürekli yeni bulgularla geliştirilmektedir. Ancak düşünme kavramının anlamı ve kapsamı, “hesaplayabilmek” ve dil ya da başka araçlarla “semboleştirebilmek” ile sınırlı değildir. Düşünmeyi bu ve benzeri zihinsel süreçlerin elle tutulur sonuçlarıyla tanımlamak, eksik kalacaktır. Hesap ve sembol, düşüncenin elle tutulur sonuçlarındandır; ancak düşünce çok yönlü, değişken ve süreklidir. Sonuçları ile belirlenmez. YZ, bilgiyi “yığabilir”, “toplayabilir”, “sınıflandırabilir”, gerektiğinde “değiştirebilir”, “yanlışlayabilir”, “doğrulayabilir”, “düzeltebilir”; vb benzeri tüm teknik işçiliği yapabilir. Hatta bunlardan daha fazlasını da yapabilecektir. Ancak Herakleitos’un değdi gibi, “bilge” olmak yine insanda kalacak gibi görünmektedir. Herakleitos’un deyimiyle çok şey bilmek makinelerin mahareti olabilir, bilgelik ise “tek bir şey” bilip tüm bilgileri ona bağlayabilmektir.

YZ kavramı, “makineler düşünebilir mi?” sorusu ile çağımızda ilk kez Alan Turing tarafından 1950’lerde gündeme getirildi. Turing “Computing Machinery and Intelligence” adlı makalesinde ilk kez tüm dünyada ‘Turing Test’ olarak bilinen bir kavramı ortaya koydu. (Koç, 2018:41). Alan Turing’in sorusuna ilk ciddi yanıt 1956 yılında Marvin Minsky, John McCharty, Nathaniel Rochester ve Claude Shannon’un düzenlediği Dartmouth konferansında verilmiştir. (Aydın-Değirmenci, 2018:15). YZ kavramı konferansta ilk kez John McCharty tarafından ortaya atılmıştır. Bu konferansa yapılan çağrı, YZ kavramına ilk çerçeve sağlayan metin niteliğindedir:

“Bu çalışmanın amacı, öğrenme ve/veya zekânın diğer özellikleri prensipte her açıdan o kadar açık bir şekilde tanımlanabilir ki makineler bunun benzetimini sağlayacak şekilde tasarlanabilir varsayımı temelinde ilerlemektedir.” (Aydın, 2013: 9). YZ çalışmaları 1970-1990, 1996-1997, 2016-2017’lere kadar kesintili ama son tarihten itibaren kesintisiz ve yoğun bir şekilde sürmektedir. YZ, herhangi bir canlı organizmadan yararlanılmaksızın tamamen yapay araçlar ile oluşturulan, insan gibi davranışlar sergileyebilen makinelerin geliştirilmesi teknolojisinin genel adı (Aydın-Değirmenci, 2018: 20) olarak tanımlanmaktadır. Ancak burada birbiriyle çelişen bir nokta vardır: YZ, bir yandan hiçbir canlı organizma kullanılmadan yapay araçlarla oluşturulacak, ama diğer yandan insan gibi davranışlar sergileyebilecek denmektedir. “İnsan” kavramı felsefede çok geniş ve karmaşık bir kavramdır. Öğretilen ve programlanan bir takım davranışlarda bulunmanın ötesinde bir öznedir. YZ, insan gibi davranan yapay araçlardan oluştuğuna göre en fazla insan bedeni gibi

O da hiç olmazsa şimdilik-davranışlar sergileyebilen bir makine olmalıdır. İnsan, ahlaksal ve kültürel bir kavramdır ve canlı bir organizmadan çok daha fazlasıdır.

Üstelik bazı araştırıcılar ileri gider ve derler ki: “idealist olarak bakıldığında tamamen insana özgü hissetme, davranışları öngörme, karar verme gibi şeyleri gerçekleştirebilen YZ ürünleri genel olarak robot adını alır.” (Aydın-Değirmenci, 2018: 21). Bu öngörü düzeyi için bu değerlendirmeler son derece genellemeci ve robotu insan-ötesine taşınabilen insan-üstü bir yaratıya vardırmaktadır. Kaldı ki kendileri de bu tanımların maksadını aştığını düşünmüş olmalılar ki şöyle diyerek düzeltme yoluna gitmektedirler: “ İnsan beyni hem dijital hem de analog bir sistem olarak çalıştığı için robot bilimciler buna ıslak donanım derler. Bu yüzden insan beyni yalnız algoritmalarla çalışmamaktadır. İnsan duygularını yalnız algoritmalarla kodlamak ve bu yazılım kodlarını robota yükleyerek insan gibi düşünen robot yapmak mümkün değildir. İnsani özellikler algoritmalardan daha üst düzeyde ortaya çıkmaktadır. (Aydın-Değirmenci, 2018: 69-70).

İnsan beyninin benzetimi aşamasında bile ıslak donanımın beyin düzeyinde eşdeğer yapayı gerçekleştirilememişken, gerçekleştirilemeyen bu aşamada YZ’dan Yİ’ye giden kusursuz bir teknolojik sürecin işleyeceğini, sonunda Yİ’da zirveye ulaşılacağını söylemek çok erken ve tartışmalı bir sav olacaktır. Japon robot insana hizmet etmek için yapılmış insansı bir YZ’dır, ama insan, yaptığı zekâya hizmet için var edilmiş değildir. Minsky, insan düşüncesi kavramı ile zeki bir makine yapma taslağı arasına herhangi bir sınır konulamayacağını, YZ üzerinde çalışanların ne bilginin yapısına, ne de özellikle prosedürsel bilgiye gerekli dikkati gösterdiklerini (Minsky, 1975: 1-70) söylerken, benzetimin gelişme potansiyelinin bile olasılıklar zinciri ifade ettiğini vurgulamaktadır.

YZ’nın kendi biyoğrafisi henüz oluşma aşamasındadır. Salt canlı olarak görülse bile insan bedeninin yönetici parçası olan beynin bile tam benzetimi gerçekleştirilebilmiş değildir. Öngörüler, şu an gelinen noktanın çok gerisindedir. Vurgulamak istediğim nokta, YZ teknolojisinin gelişmesinin önlenebileceği değil, insan gibi bir YZ’nın bu teknolojiyle yapılabileceği savının realitenin çok önünde seyrettiği meselesidir.

YZ’nın insan beyni hatta insan gibi bir benzetim olabileceğine ilişkin bu tartışmalar bir yana, onun yapımına öncülük eden düşünsel temelleri, felsefi açıdan aydınlatıcı olacaktır.

YÖNTEM

YZ gelişmelerini tarihsel süreç içinde izlemek ve bu gelişmeler karşsında felsefenin nasıl bir tutum takınacağını, felsefenin iki bin beşyüz yıllık birikimini göz önüne alarak analizler yapmak, YZ hakkındaki sav ve karşı savları karşılaştırmak ve bu karşılaştırmadan yararlanarak felsefenin YZ gelişmelerine hangi yanıtları verebileceğini tartışmak yöntemi benimsenecektir. Betimsel, analitik ve sentetik yöntemler uygulanacaktır.

Yapay Zekâ’nın Düşünsel Temelleri

Modern felsefe ve bilimin kökleri, Antikçağa hatta çok daha önceki çağlara dayanır. Rönesans ve reform, Aydınlanma ve bilimin teknolojiye uygulandığı Sanayi devrimi çağının fikri kökleri Ortaçağ’da saklıdır. Bilimsel buluşlar, teknolojik gelişmeler ve bunları yaratan olgucu-deneysel yöntem varlığını, geçmişteki mitik-majik, hatta dinsel, hayali ve söylencesel itkilerin gerek rastlantısal gerekse bazen sistematik olarak insan zihninde yer bulmasına borçludur. Başka bir deyişle bu günkü bilim ve teknolojinin temeli, aynı düzey ve bilinçteki bilim ve teknolojinin ürünü değildi.

Aynı durum YZ konusundaki gelişmeler için de geçerlidir. YZ fikri, YZ’nın somut ürünleri ortaya çıkmadan önce vardı. Yani önce felsefi düşünüş, sonra olgusal gelişmelerden insanlık tarihinin yasasıdır. Yoksa önce olgusal ürünler sonra onlara ait fikirler gelmemiştir. YZ’da bu gün gelinen aşama filozof Dennett’e aittir. Etkileşimde bulunan sistemlerin anlaşılabilmesi için fiziksel tavır, tasarım tavrı ve yönelimli tavır (intentional stance) olmak üzere üç yaklaşım ileri sürmüştür. YZ’nın kuramsal altyapısının temel taşı ise, yönelimli sistemlerdir. Dennett, zeki varlıkların anlaşılabilmesi için yönelimli tavrın uygun olduğunu vurgulamıştır. Bunu gerçekleştirebilmek için zeki varlıkların kanaatlerine, amaçlarına, yönelimlerine, hoşlandıklarına, hoşlanmadıklarına ve diğer zihinsel niteliklerine atıfta bulunmaktadır. (Aydın, 2013: 21,22). Genel YZ (singularity) kapsamına giren bu çeşit YZ, Endüstriyel YZ’dan farklı olarak, YZ tabanlı çözümlerin tüm hayatımıza girdiği, teknolojik gelişimin çok hızlı ve takip edilemez olduğu bir gelecekte her alanda insandan çok daha hızlı düşünebilen bir YZ’nın oluşması ve bizlerle birlikte hayat bulması olarak basitçe tanımlanabiliyor. (Koç, 2018:24). YZ’nin düşünsel temellerinde en çok vurgulanan noktanın “bizim gibi düşünebilen özellikte” olmasıdır. Biz insanlar, bizim gibi düşünebilen bir makineyi neden yaratmaya kalkarız? Biz düşünüyorsak en fazla bizim kadar düşünebilecek bir yapay varlığı neden dünyaya getiririz? Neyimiz eksiktir? YZ, o eksik her neyse, nasıl tamamlayacaktır? Mademki düşüncemizdeki eksikliğin, kusur ya da yetmezliğin farkındayız, o halde neden kendimiz giderme yolunu seçmiyoruz? Yoksa farkına vardığımız halde, kendimiz yapmak istediğimiz halde, yapamıyor muyuz?

İnsan, kendi zekâsının üstüne çıkan, normal zekâsıyla yapamadığını ya da yapamayacağını düşündüğü zihinsel etkinlikleri süper zekâ ile yapacağını düşünmekte ve bu konuda çalışmalarını yürütmektedir. Nick Bostrom YZ’dan kastın işte bu süper zekâ olduğunu belirtir ve formlarından söz eder:

“Süper zekâdan neyi kastediyoruz? Önce kavramsal temelini açıklığa kavuşturmalıyız. Burada üç farklı süper zekâdan söz etmek mümkündür. Bunlar pratikte birbirine bağlı, eşit formlardır. Bir makine altyapısında zekânın potansiyeli, biyolojik bir altyapıdakinden geniş ölçüde daha büyüktür. Makineler, kendilerine karşı konulmaz üstünlük bahşedecek olan bir takım temel avantajlara sahiptir. Biyolojik insan, geliştirilmiş olsa bile, yenilecektir.

Hızlı Süper zekâ: Bir insan zekâsının yapabildiği her şeyi yapabilen ama çok daha hızlı yapabilen bir sistem.

Müşterek Süper zekâ: Çok sayıda daha küçük zekâlardan oluşan bir sistem. Öyle bir şey ki, bu sistemin bir uçtan bir uca performansı, geçerli herhangi bir bilişsel sistemin performansını büyük ölçüde aşan pek çok genel alanları belirler.

Nitelikli Süper zekâ: En azından insan zihni kadar hızlı ve büyük ölçüde niteliksel olarak daha akıllı bir istem. (Bostrom, 2014: 52, 53, 54).

Bostrom’a bakılırsa normal koşullarda ve normal yapıda ortalama insan zekası, düşünsel açıdan sayılan Süper zeka formlarından geride kalmaktadır. Bunların yaptığı şeyleri yapamamaktadır. Örnek verecek olursak şöyle diyebiliriz:

Normal insan zekâsı çok şeyi, daha hızlı ve sistematik olarak yapma kapasitesine sahip değildir. Bilişsel sistemini aşan donanım YZ için sürekli geliştirilebilir. Bunlar bir yana bırakılsa bile, en az insan zihni kadar niteliksel olarak akıllı bir sistemdir. Bostrom YZ zekânın insan zekâsını aşabilen kapasitelerini böylece özetlemektedir.

Peki, acaba insan zekâsı nedir? Ne yapabilir?

Bir bütün olarak, insanların düşünme, akıl yürütme, algılama, yargılama ve nesnel olguları kavrama ve uygulama becerisi olarak temel özellikleri belirtilerek tanımlanan insan zekâsı, YZ ile aynı şeyleri yapabiliyor demektir. Düşünmekten düşündüğünü uygulamaya kadar uzanan zihinsel süreçler, YZ sayesinde tasarlanabilen, ölçülebilen ve tanımlanabilen olgusallıklara dönüştürülebilmektedir. Bu zihinsel eylemler, zihinsel süreçlerin altında yatan bilinç durumlarını vermemektedir. İnsan zekâsı, sonuç olarak yapabildikleri ile tanımlanmakta, YZ da, onun yapabildikleri esas alınarak meydana getirilmektedir. Aradaki fark, iş gücü yoğunluğu, hız, kapasite yüksekliği ve geliştirilebilirlik özellikleridir. Oysa bunlardan önce insan zekâsı, bilincinde karmaşık bir yığın süreçleri yaşar. Düşünmek için, onu düşünmeye iten nedenler, algılamak için yönelimlerindeki karmaşıklık, yargılama için yalnız epistemolojik değil aynı zamanda ahlaksal koşullar hesaba katıldığında YZ bunları yapamaz. Yapabildiğini hatta daha fazlasını yapabileceği ileri sürülürken, kopyası olduğu ıslak donanım yerine YZ’yı esas, insanınkini kopya saymak gerekir. Bu ise mümkün görünmemektedir.

İnsanın yeryüzündeki baskın konumunun esaslı nedeni, beyinlerimizin diğer canlılara göre belli belirsiz biçimde güç kümesine yayılmış olmasıdır. Daha büyük zekâmız bize, kültürü, bilgi ve teknolojinin sonuçlarıyla birlikte, biriktirerek nesilden nesile aktarmamızı sağlar. Şimdiye kadar uzayda uçuşu, hidrojen bombasını, genetik mühendisliğini, bilgisayarları, fabrika çiftliklerini, böcek öldürücü ilaçları, uluslararası barış hareketini ve modern uygarlığın bütün ekipmanlarını mümkün kılacak yeterli içerik biriktirilmiştir. Bu gözlemler, insan zekâsının düzeyinin son krtede potansiyel olarak ulaşabileceği güçten çok daha fazlasını geliştiren bir varlık türünü rasyonel hale getirmektedir. (Bostrom, 2014: 91) Şu halde Bostrom’a göre insan zekâsı, modern uygarlığın bu gün ulaştığı düzeyde elde ettiği söz konusu sonuçlara bakılınca, gelişebileceği noktaya gelip dayanmış, sonrasını ise ondan daha donanımlı ve hızlı YZ getirecektir. Oysa YZ’yı da yaratan insan zekâsıdır. Bostrom’un dediği gibi olsaydı, yani insan zekâsı, gelişme düzeyini bu gün geldiği noktada sonlandırmış olsaydı bir kere YZ’yı yaratmaya kalkabilecek çok daha ileri bir gelişme aşamasına geçmezdi. Demek ki insan zekâsı, kendinden daha ilerisini düşünecek kadar gelişme eğilimini hızlandırmıştır. İnsan zekâsını tam anlamıyla düşünen makine olarak gören Searl, bu yaklaşımıyla Bostrom’u hatırlatmaktadır. Fizikselci (physicalist) bakış açısı da denilen bu yaklaşım insan beyninin kimyasal ilkelerinin taklit edildiğini öne sürer. İnsan zekâsının benzetimi konusunda öne sürülen ikinci görüş, işlevselci yaklaşımdır. Beynin işlevleri araştırılarak insan beyninin benzetimini sağlamaya çalışır. Zeki davranışı açıklarken, kanaatlere ve isteklere odaklanır. Bu, etik açıdan daha rasyoneldir. (Aydın, 2013: 9,10). İşlevselci anlayış, beynin en büyük özelliğinin akılcı olması gerektiği tezini yadsımaz. Akılcılığa odaklı şifreler barındıran beyin aksini yaparsa doğal dengesinden olur. O evren üstüdür. İnsan ve kâinata ait şifreler topluluğudur.

Kısacası insan beyni, tasarımlanan YZ’ya göre daha karmaşık; işlevi sadece düşünüp hesap yapmak olmayan; akılcı, kanaatleri ve istekleri olan bir şifreler topluluğudur. Üstelik beyin, herhangi bir canlının değil, düşünce, duygu, istek, kanaat ve yargılarını karmaşık bilinç süreçleriyle oluşturan ıslak donanımdır.

YZ proje, tasarım ve çalışmaları, insan beynini duygu ve bilinci hesaba katmadan salt ‘düşünce’ merkezi olarak görmektedir. Duygu düşüncenin neresindedir? Duygusuz düşünce olur mu? Olursa, YZ, ‘duygusuz’ bir düşünen olacağına göre, insanın ne hükmü kalacaktır?

BULGULAR

YZ gelişmeleri, tahmin edilen ve tasarlanan aşamanın henüz çok gerisindedir. Korku ve kaygılar, YZ gelişmelerinden daha ileridedir. YZ’nın gelecekte hangi noktayı yakalayacağı henüz tahminler düzeyindedir. Ancak bu hız, tahminleri güçlendirmektedir. İnsanın ve felsefenin geleceğini tehdit edici olduğunu öne sürenlerle, tam tersine, insan yaşamını daha kolaylaştıracağı; insanın kendi dönüp düşünmeye eskisinden fazla zaman ve imkân bulabileceğini savlayanlar iki karşıt grubu oluşturmaktadır. Her iki tarafın savları ancak karşılaştırmalı olarak görüldüğünde değer kazanmaktadır. İşte felsefenin geleceği bu karşıtlıklar arasındaki gerilimden yola çıkılarak ön görülebilmektedir.

Karmaşık Varlık Olan İnsanda Duygu ve Düşüncenin Birliği

İnsanın varlık bütünlüğü, duygular, düşünceler, istekler, hisler şeklinde adlandırdığımız gibi parçalara ayrılabilir bir doğada değildir. Bir bütünlükten söz ediyoruz. YZ, bu parçalardan en önemlisidir. Öyle de olsa insanı, beyin ve insan olarak ayırmak mümkün müdür? Duygu ve düşünceleri birbirinden ayırmak tartışma götürürken, beyni insan varlık bütünlüğünü dikkate almadan kendi başına insanının bütününü temsil edercesine YZ’dan Yİ’ya nasıl gidebiliriz?

Düşünebilme ve düşünce, bilme ve bilgi bilinci içerir mi? İçeriyorsa, düşünen ve bilen bir YZ için en az insan kadar bilinçli varlık diyebilmemiz gerekir.

O halde bilinç nedir?

Bilinç, bir duyguya veya bilgiye (birinin duyumlarına, duygularına ya da dış şeylere) sahip olmak, bilmek veya hissetmek (olan şeyi, var olan şeyi bilmek ya da hissetmek). Düşünen bir varlık olarak kendinin farkında olmak, ne ve niçin yaptığını bilmek. Bilinç akında bunları söylemek yeterlidir.

Gerçek yaşamda, tamamen anlamadığınız şeylerle sıklıkla ilgilenirsiniz. Araba kullanır, ama motorun nasıl çalıştığını bilmezsiniz. Birinin arabasına biner, ama sürücünün nasıl kullandığını bilmezsiniz. Tüm bunlar içinde ne tuhaf olanı, bedeninizi ve zihninizi yönetmeniz, ama kendi benliğinizin nasıl çalıştığını bilmemenizdir. Düşünürken düşünmenin ne anlama geldiğini bilmemek ne kadar şaşırtıcı? Fikirlere sahip olmak ile fikirlerin ne olduğunu bilmemek dikkate değer değil mi? (Minsky, 2014: 56)

Bilinçli düşüncelerimiz, bizim asla çok fazla farkında olmadığımız sayısız süreçleri kontrol ederek zihnimizdeki makineleri harekete geçirmek için sinyaller kullanır. Nasıl çalıştığını anlamaksızın, o büyük makinelere sinyaller göndererek amacımıza ulaşmayı öğreniriz. (Minsky, 2014: 56).

Bilincimizin karmaşık süreçlerinin nasıl çalıştığını anlamamamız, bilincin mekanik bir sistem olduğunu gösterir mi? YZ, bilinçli mi olacaktır? Eğer bilinçli olacaksa, kendi bilincinin karmaşık süreçlerini o, anlayabilecek midir? Öyleyse, insandan daha üstün bir varlık olduğunu kabul etmek zorunda kalacağız.

Pratik yaşamımızda etrafımızdaki nesneleri belli bir sıraya dizer, düzenler ve yerleştiririz. Zihnimiz de benzer şeyleri yapar. Sayısız işaret ve sembolleri hem de yapay olarak zihnimiz belli bir sıraya koyar. Trafik işaretleri, yasal düzenlemeler, gramer kuralları bunlardan bir kaçıdır. Bu doğal dünyalar gerçekte felsefenin teknik dünyasından daha karmaşıktır. (Minsky, 2014: 65).

Eğer bizim kendi zihnimizle yarattığımız bu yapay işaretler ve semboller dünyası felsefenin teknik dünyasından daha karmaşık ise, YZ bu karmaşıklığı felsefeden daha iyi bir şekilde nasıl kendine adapte edebilecektir? Dikkat ederseniz YZ ‘yla ilgili her açıklama ve karşılaştırma, felsefede yeni soruları ve sorunları doğurmaktadır. Felsefe, YZ ile ortaya çıkan bu soru ve sorunlara karşı sonuç verici çözümler sunmakla yükümlü olmamakla birlikte, onları çözümleme ve ortaya çıkan yeni problemlere dikkat çekme görevi ile karşı karşıya kalmaktadır. Felsefe, YZ’nın gelişimi karşısında şaşkınlıktan öte, YZ yaratıcılarının ve ona maruz kalacakların üstünde durmadığı sorunları ele almak durumundadır. Çünkü felsefe her zaman olduğu gibi YZ konusunda da insan varoluşun yanında yer alır.

İnsan beyni ve onun çalışma süreçlerini ifade eden zihin, mantıksal karşıtlıklar ve diyalektik yönteme göre işlemektedir. Tek düze bir çalışma sistemi, hesaplanabilen bir aygıtın verilerinden oluşan bir kalkülüsten ötededir.

Karl Jaspers’a (ö. 1969) göre genel bir kalkış noktasına gereksinim duyacağımız çeşitli karşıtlıkları değerlendirmek için biyolojik ve psikolojik gerçeklikleri ve entelektüel olarak ruhsal olasılıkları mantığın ayrı kategorileri şeklinde düşünebiliriz. Sırf başkalığın veya farklılığın (örneğin renk ve ton farklılığı) karşıtlıklarının mantıksal kategorilerini ayrıştırmak zorundayız. İkincisinde yeniden çift kutupluluğu (kırmızı ve yeşil) çelişkiden (doğru ve yanlış) ayırmak zorundayız. Burada biri ve diğeri olmadan ilerleyemeyeceğimiz evrensel bir düşünme formu ortaya koyuyoruz. (Jaspers,1997: 40). Karl Jaspers’ın mantıksal çelişkilerden ve mantıksal ayrı kategorilerden kalkarak evrensel düşünme formu koyma çabasına girişmesi, doğrudan doğruya hem zihnin karmaşıklığı hem de YZ’nın insanlık için evrensel bir ahlak ve hukuk ile denetimine dikkat çekmeleri ile ilintilendirilebilir.

Minsky, insan beyninin karmaşık yapısına, duygu ve düşünceleri birbirinden ayırmanın yanlış olduğu savıyla dikkatleri çekmektedir. Ona göre her fırsatta kültürümüz yanlış bir şekilde bize düşünce duyguların neredeyse birbirinden ayrı dünyalarda yer aldığını öğretir. Genel olarak duygular düşüncelerden ayrı değildir. Ancak düşünce türleri ya da çeşitlerinden her biri, belirli bir takım düşünce alanlarına özgü farklı bir beyin makinesini temel alır. Duyguları akıldan daha güvenli ve güçlü saymamızın önemli bir nedeni de, aklın yaptıklarını duygulara nispet etmemizdir. Soru, zeki makinelerin herhangi bir duyguya sahip olup olmadıkları değil, makinelerin bir duygu olmaksızın zeki olup olamadıklarıdır. (Minsky, 2014: 163). Öyleyse biz insanlar, duyguya sahip olduğumuz için mi zekiyiz? Minsky’e bakılırsa zekâ, duygu sayesinde keskinleşmektedir. Duygusuz makineler, akıllı ve zeki olabilir mi sorusu, insan felsefesi açısından önemlidir. Nitekim Jaspers, diyalektik süreçlerin salt biyolojik ve akılsal değil ruhsal da olduğunu vurgulamaktadır:

“Ruhsal yaşam ve onun içerikleri, karşıtlar halinde ayrışırlar. Bununla birlikte her şeyin bir kere daha yeniden birleşmesi bu karşıtlıklar yoluyla gerçekleşir. Karşıt imgeyi yönelişler, sonraki imge, sonraki karşıt yönelişleri ve duygular, diğer çelişik duyguları davet eder. Bazı durumlarda üzüntü kendiliğinden veya bir şey aracılığıyla ama küçük bir kışkırtmayla neşeye dönüşür. Bilindik bir eğilim, tam tersinden abartılı bir vurguya götürür. Anlamlı anlama her zaman böyle karşıtlıklarla yönetilmelidir ve hepsini saymaya kalksak, psikolojisinin bütün alanını gözden geçiriyor olacaktık. (Jaspers, 1997: 340).

Duygu ve düşüncelerin diyalektik işleyişi insan varoluşundaki diyalektik karmaşıklığın dışa vurumudur. Gelişmiş ve daha da gelişecek olan YZ, böyle bir diyalektik özelliğe sahip olmayacaktır. Aksi takdirde bu ürüne biz YZ veya Yİ değil, doğrudan süper insan adını vermemiz gerekir. Oysa düşünen ve hesaplayabilen makinelerde insani özellikler aramak veya onları insanlaştırmak konusunda bu projenin sayılı uzmanlarından Minsky uyarılarda bulunmaktadır.

O halde YZ ile bölünmüş varlığa karşı insan, benliği ve bilinciyle; biyolojik, zihinsel ve ruhsal diyalektik süreçleriyle bütünlüklü bir varlıktır.

Etik varlık olarak etik bütünlük, varoluşsal bütünlüğü tamamlar mı? Tamamlıyorsa, nasıl?

YZ ile Bölünmüşlüğe Karşı Etik Bütünlük

Islak donanım diye adlandırılan insan beyninin makine ve robot benzetimleri yoluyla matematiksel modellemesinin yapılmasına dayalı YZ ve Yİ, ilkinde modellemesi yapılan beyin ile insan bütünü; Yİ ile de insan bütünün yerini alması olası görülen insanımsıyı eşleştirmekte, hatta özdeşleştirmektedir. Daha anlaşılır biçimde söyleyeyim. YZ ile, insanın yalnız biyolojik bütünlüğü eşitlenmekle kalmaz; ruhsal ve zihinsel işleyiş süreçleri de YZ ile eşitlenmektedir. Yİ’ya giden süreçte insan bütünlüğü YZ sayesinde daha başlangıçta kendisini tümden temsil ettiği varsayılan YZ’ya bırakmaktadır. Beyin modellemesi ile başlayan araştırmalar, insan modellemesiyle sonuçlamaya kadar varma yolundadır. Bilimsel ve teknolojik gelişmeler doğaldır ki ne durdurulabilir ne de engellenebilir, ancak YZ ve Yİ’ya ait ürünler hakkındaki yargılarımızı gözden geçirebiliriz. Bunlar mekanik doğadır. Stoalılar, insanı ne fazla mutsuz kılan şey, doğa hakkında verdiği yargılardır dedikleri gibi, aslında modern çağın insanlarını da en fazla mutsuz edecek olan şey, YZ ve Yİ’la ulaşılan sonuçları aşan yargılar kurulmasıdır. İronik biçimde bu konudaki elde edilen başarılar, başarılar hakkında verilen yargıların gölgesinde ve gerisinde kalmaktadır. Aydınlanma çağı ve devamında da benzer durumlara tanık olmuştuk. Bilginin teknolojiye başarı ile uygulanması ve bu uygulamanın somut sonuçlarının elde edilmesi, bilimin Ortaçağ’ın paradigması olan dinin yerine geçeceği inancını aşılamıştı. YZ çalışmalarının önünde giden tahmine ve olasılıklara dayalı yargılar da YZ’nın yaşadığımız çağın din benzeri bir paradigmasını oluşturmakta olduğu kaygısını körükleyebilir.

İnsan beyni ve belleğinin bilgi elde etme, toplama, depolama ve gerektiğinde hiçbir unutma zaafına düşmeden kullanabilme kapasitesi bakımından YZ’nın gerisinde kaldığı bir kanıtlanmış somut bir gerçekliktir. Düşünmeyi algoritmik sistemlerle daha verimli, daha hızlı ve daha sonuç alıcı bir şekilde geliştirme süreci artık bilimsel rüşdünü ispatlamıştır. YZ çok şeyi, en kısa zamanda, en kestirme yoldan ve en ekonomik yöntemle bilebilir. Bu doğrudur. Günlük hayatımızdan en çetrefilli bürokratik işlerimize, en girift bilimsel araştırmalarımıza kadar her alanda işimizi bu gün sandığımızdan daha fazla kolaylaştıracağı açıkça görülmektedir. YZ, bu gün geldiği gelişme düzeyi bakımından bile artık bilimsel somut bir gerçektir.

Çok şey bilen, bildiğini daha hızlı artıran, hatta her şeyi bilmesi yolunda sürekli geliştirilen ve bu ilerleyişini sürdürecek olan YZ, bilgi sahibi olurken, Uğur Mumcu’nun dediği gibi fikir sahibi de olabilecek midir? Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan bazı ıslak donanımların aksine, YZ “çokbilmiş” ve “çok daha bilecek olmakla, doğal olarak fikir ve kanaat sahibi de olacak mıdır?

Herakleitos (İ.Ö. IV) diyordu ki:

“Çok şey öğrenmek, anlayışı öğretmez. Öğretebilseydi Hesiod’a, Pythagoras’a ve ayrıca Xenophanes’e ve Hekaitaios’a öğretirdi. Bilgelik tektir. Her şeyin her şeyle yönlendirildiğini bilmektir” (Herakletitos; 2016: 49, 50)

Herakleitos, çok şey bilmekle bilgeliği, bilgi ile anlayışı öğrenmeyi birbirinden ayırmaktadır. Çok şey bilmek veya çok şeyin bilgisini edinmek, bilgelik değildir. Ayrıca anlayış da çok şey bilmekle gelişmez. Herakleitos, bu gün de hala geçerliliğini koruyan bir saptamada daha bulunur. Ruh (veya zihin) uçsuz bucaksızdır. Tanımlanıp sınırlandırılamaz.

“Bütün yollarını yürüseniz de ruhun sınırlarını asla bulamazsınız. Öyle derindir ruhun logos’u.” (Herakleitos, 2016: 54)

“Bana değil logos’a kulak vermek bilgeliktir. Ve her şeyin bir olduğunu kabul etmek. (Herakleitos, 2016: 60)

“İnsanlar, apaçık görünenin bilgisine adanırlar. Yunanlıların en bilgesi olan Homeros bile aldandı. Homeros bitlerini ayıklayan çocuklar tarafından bile aldatılmıştır. Çocuklar, ‘görüp yakaladıklarımızı bırakıyoruz. Görmeyip yakalayamadıklarımızı ise taşıyoruz’, der.” (Herakleitos, 2016: 66).

“Ölçülü davranabilmek, en yüksek değerdir ve bilgelik, doğruyu söylemek, doğaya uygun hareket etmektir.” (Herakleitos, 2016:126).

YZ, insanın aksine kültürel bir varlık olmadığı için ahlaksal bir varlık da değildir. “Düşünüp eyledikleri” iyi ya da kötü, özgür ya da değil, mutlu ya da mutsuz gibi etiğin temel kavramlarıyla değerlendirilemez. Buna karşılık, onun düşündükleri ve yaptıkları “doğru” veya “yanlış” kategorilerine göre değerlendirilirse, bu kategorilere etiğe değil bilime aittir. Bilimde doğru-yanlış ölçütleri, etikte ise iyi-kötü değerleri vardır. Peki, YZ’nin eylemleri yanlışsa bu insanlar için “kötü” olmayacak mıdır? Sonuçları itibarıyla “iyi” veya “kötü” olarak yansıyacaktır. O halde sorun başka bir boyuta taşınmaktadır. YZ’nın düşünce ve eylemleri, salt makine olması itibarıyla, kendisi bakımından doğru ya da yanlıştır; ama insanlara yansıması bakımından iyi veya kötüye verilebilir.

Şu halde algoritmik sorumluluğa insan mı yoksa YZ mı muhataptır? Eğer YZ muhataptır dersek, YZ, Yİ aşamasını da geçip büsbütün insanlaşmıştır yargısını kurmalıyız. O zaman da kültür, etik, antropoloji ve bilumum beşeri ve sanatsal bilimlerin, hümanizmanın, inanç ve duygunun odağı, öznesi olan insanla YZ arasında her türlü fark ortadan kalkmış olur. Başka bir deyişle biz kendimizi kusursuz bir şekilde yaratabiliyoruz demektir.

Algoritmik sorumluluğa insan muhataptır dersek, YZ ve Yİ, sadece etik olarak değil aynı zamanda bilimsel olarak da insanın ancak araçlarından-kullandığımız kazma-kürek düzeyinde- öteye geçmez, geçemez demektir. Sorun iki açıdan da ciddidir.

Anlaşılan etik alan bizde, bilimsel alan YZ’da kalacak gibi görünüyor.

Neden?

İnsan, YZ gibi mutlaka sonuç odaklı düşünüp eylemeyebilir. Tam da bu yüzden, YZ’ya ihtiyaç duyulur. Ama yine tam da bu yüzden, insan etik varlık bütünlüğündeki ruhsal ve zihinsel karmaşıklığıyla aradaki farkı belirginleştirir. Bence, gittikçe belirginleşecek bu fark yüzünden insan, YZ çalışmalarıyla makineleşme arzunu daha çok dışsallaştıracak; insanlaşma arzusunu hatta iradesini buna karşılık, daha fazla hissedecek, buna mahkûm olacaktır. Yapıp yarattığına yabancılaşacak, kendine daha çok yaklaşacaktır. Sanki varoluşunda ruhuna yabancı gelen; varlık bütünlüğüne katılamayan, böylece karşı koyamadığı makineleşme arzusunu, YZ sayesinde doğasının dışına taşıyacak; ya onunla bütünleşecek ya da ona yabancılaşacaktır. Bunların hepsi şimdilik varsayım sayılabilir.

Günümüzde YZ ve Yİ çalışmaları erişilemez hıza ulaşırken, 19. Yüzyılda bilimin felsefeyi yalnız dil ve edebiyat alnına sıkıştırdığı gibi, ruh kavramı da bu gün dinler, mitolojiler, hadi olmadı psikoloji ve psikiyatri gibi bilimlerin alanına sürülmüş görünmektedir. Öyle ki bazı çağdaş filozoflar bile, insan beyni ve YZ tartışmalarında ruh, duygu, zihin gibi kavramlara yer verilmesini bile yadırgarlar. (Manzotti-Parks, 2018: 10-36).

Onlar yadırgayadursunlar, psikiyatri ve psikopatolojinin bu yüzyılın başında klasikleşmiş metnini kaleme alan Jaspers, ruh ve onun içi işleyişi hakkında yadırgayıcı bir tutum sergilemez “Benlik karşıtlar arasında karar verir. Karşıtlar arasında sürekli bir savaş vardır. İki durum da ruh için belirli bir risk taşır. Bütünü amaçlarken, sadece buna bakarken ve sadece bunu duyumsarken, ruh kendi zeminini kaybettiğini fark etmeksizin hoş genellemelere kapılabilir ve ‘bu kadar iyi’nin diyalektiğini kullanarak kimliksiz, güvenilmez ve pişkin bir ruh olur. Diğer taraftan ruhun, karşıtlardan birini kurban ederek sağlam karar zeminine varmaya çabaladığı yerde ruh, yapay, doğal olmayan (unnatural) hale gelebilir, psişik olarak yoksullaşır, çoraklaşır, cansız bir tek taraflı sessizlikten hoşlanmaya başlar. Üstelik ruh ne olduğuna dikkat etmeden ve ruhu yeniden güçlendiren şeyi kurban ederek dışarıda bırakarak kurban haline getirir. Bu iki diyalektik durumun olumlu yönleri vardır. ‘Onun kadar iyi’yi görmek, karşıtlıkların daha büyük bütünlükler için birlikte birbirine bağlanabildiği yerde orta bir yol önerir. (Jaspers, 1997: 341). Aynı diyalektik süreç Jaspers için biyolojik karşıtlıklar için de geçerlidir. Ona göre biyolojide gerçek kutuplulukları gözlemleriz. Esin ve sonlanma, kalp kasılması ve kalbin ritmik genişlemesi, metabolizmanın özümsemesi ve özümseyememesi onların karşıt ritimlerinin muhalif fonksiyonları hep birliktedir. (Jaspers, 2016: 341).

Biyolojik karşıtlıklar ve bu karşıtlıkların ürettiği diyalektik, yapay benzetiminde başarılı sonuçlar verebilir. Ancak ruhun diyalektiği Yİ benzetimini başarısız kılacaktır. Biyolojik yapı, belirlidir ve doğa biliminin ‘nedir?” sorusuna yanıt verebilecek bir olgusallıkta ve yalınlıktadır. Belirlidir; örneğin kalbin kasılıp gevşemesi mekanik benzetimi kolayca gerçekleştirilebilir, kasılıp gevşeme dışında üçüncü bir seçenek beklenmez. Oysa ruhun ve zihnin veya başka türlü dersek, insanın iç dünyasının istemek-istememek, aşk-nefret, hüzün-neşe vb. diyalektik duygusal-düşünsel süreçleri “ne olmalı?” sorusunun muhatabıdır. Nedir sorusu da sorulabilir ama yanıtı, deneysel-olgusal-bilimsel olmaz. Alan, etiktir; bilinç alanında insan varoluşunun belirsizliği, bilimin ‘açıklama’ bekleyen nedir sorusuna değil, etiğin, anlama bekleyen ‘ne olmalı’ sorusuna daha yakındır. İnsan karmaşık ve bu nedenle belirsiz varlıktır. YZ ise, belirli, belirlenmiş; programlanmış, kendisinden beklenilenin somut olarak vermeye hazır şekilde düzenlenmiştir. Zaten onun belirsiz olması mantığa ve yapılan çalışmaların ruhuna aykırıdır. İnsan neden kendisi gibi ‘belirsiz’ bir yapay beyin ve yapay insan yaratsın? Kendisi yeterince belirsizdir, bu yüzden insandır. YZ gibi ne zaman, neyi, nasıl ve hangi kodlamalara göre yapacağı belli olsaydı, makineler değil, insanlar yapaylaştırılırdı. Jaspers, insan olmamızı birbirine zıt duygu ve düşüncelerin iç dünyamızdaki çatışmasına borçlu olduğumuzu imlemektedir. Dışarıdan müdahalelerle ve etkilerle örneğin yazılım, algoritmik sistem, kodlama gibi müdahalelerle yaratılmış YZ, bu müdahale ve etkiler aracılığıyla beklenen sonuçları vermek zorundadır. Sürprizlere, belirsizliğe ve karmaşıklığa maruz değildir. Zaten YZ belirgin programa bağlıdır.

İnsan böyle değildir. Dışarıdan ve içerden gelen her türlü etki ve müdahalelere maruzdur. Etkilenir ama iç dünyasını her gelen etki ya da müdahaleye göre belirlemez. Tam belirledi sanılır, ama tersi bir duygunun eseri olarak başka bir davranışta bulunabilir. Karşı konulamaz bir sevgi duygusunu, nefrete dönüştürebilir, ya da tersi doğabilir. Onun belirsizliği, özgürlüğünü doğurur. Özgürlük etiğin temel bir kavramı olarak doğrudan iyi-kötü değerlemelerine, sorumluluğa ve nihai amaç olan mutluluğa bağlıdır. Bu kavramlar birbirini tamamlar. YZ ve Yİ için etiğin bu kavramları geçerli değildir.

Karl Jaspers, zihnin ve ruhun kendi içinde yaşadığı diyalektik süreçleri detaylandırmaya devam eder:

“Psikolojide karşıtlar kutbu büsbütün yaygındır. Etkilik-pasiflik,, bilinçlilik-bilinçsizlik, zevklilik-zevksizlik, aşk-nefret gibi bütün ruhsal durum ve dürtülerin kutuplarını oluşturur…Somut ruhsal realitede karşıtların hareketi üç şekilde yer alır: 1. Tersine çevirme: ilhamın sönüşe, acının neşeye, sezgiselliğin can sıkıntısına, aşkın nefrete vb. evrildiği durum, belirsizlik boyunca devam eder. 2. Karşıtların savaşı: İki karşıt şey ruhta hazır bulunur. Biri diğeri karşısında savrulur. 3. Diğerinin lehinde olan birini içeren karşıtlıklar arasında benliğin (self) karar vermesi: şahsi olmayan bir olayla ilgilendiğimiz karşıtlıkların tersine döndüğü, karşıtlıklar arasında mücadelenin olduğu yerde, bizi daha içsel bir etkinlik ilgilendirir ve onlar arasında bir karara varmak son seçime kadar uzanır.

Son iki durum köklü olarak farklı diyalektik hareketlere götürür; birinde ‘bu kadar iyi’nin bir sentezi vardır. Diğer seçenekte ‘veya’ sentezi vardır. (Jaspers, 1997: 341, 342). Jaspers, ruh dünyamızda düşünce ve duyguların, öznenin bile tahmin edemeyeceği tercihler ya da kararları doğurabileceğine işaret etmektedir. Karşıtların hareketi, insan ruhunun mekanik bir benzetimini imkânsız kılmaktadır. İnsanı yapayından ayıran en önemli neden de budur.

‘Karara varmak ya da bir tercihte karar kılmak’, çok uzun ve karmaşık süreçlerin ürünü olarak ortaya çıkmaktadır. İnsan, bu noktada da mutluluğa kavuştuğuna emin değildir. Çünkü karar ve tercih, seçeneklerden birini alıp diğerlerini saf dışı bırakmayı zorunlu kılmaktadır. Her karar, sonuçta karar dışı bırakılan diğer tüm seçenekleri kurban etmek zorunluluğu ile karşı karşıya bırakmaktadır. Oysa karar veya tercihten önceki ruhsal ve zihinsel çatışmaları üreten diyalektik hareketin sağladığı seçenekler zenginliği ve her bir seçeneği tercih edebilme özgürlüğü artık ortadan kalkmış olmaktadır. Oysa YZ ve Yİ, hep karar verme ve tercih etme sonucuna odaklıdır. Önceki insani diyalektik süreçler yaşanmasın ve karmaşık duygu ve düşünce karşıtlıkları, belirlenen hedefe geciktirmesin diye hep elde edilecek somut verilere programlanmıştır. Özgürlük talebi ve mutluluk hedefi olamaz. İşte insan tam da özgürlük ve mutluluğu, karar ve tercihle beliren sonuçlardan önceki diyalektik aşamalarda bulur.

“Kararın ‘veya’ seçenekleri, mutlak bir geçerlilik önerir. Bu iki durumun aynı zamanda olumsuz yönleri de vardır. Biz birinde niteliksizlik ve diğerinde kısıtlayıcılık görüyoruz. Her biri kendi içinde belirli bir hata/yanlışlık barındırıyor. Biz olumlu ya da olumsuz yönleri seçmek yerine her iki olumluyu çelişki içinde tutarız. Peki, o zaman ruh bu iki temel diyalektik olanaklar/olasılıklar karşısında ne yapacaktır? Ruh birini diğerine karşı destekler mi? Ya da, bütünü muhafaza eden ve alternatifleri seçen sentez ve antitezin biraz daha mümkün sentezini yapabilir mi?

Böyle bir sentezi yerine getiremeyişimiz, bizim geçici insani durumumuzun temel bir karakteristiğidir. Bütün doğru karar ve çözümler, trajedinin sınırlarında ve başka üstün olanakların hazır bulunuşunda görünmez olurken, hayatta biz şanslar ve riskler arasında kendi kaderimizi seçer ve gerçekleştiririz. Diyalektik dönüşüm, düşüncenin evrensel ve temel bir formudur. Bu dönüşüm, kullandığı ve baskın çıktığı rasyonel anlamayla çelişki içindedir. Bu dönüşüm, ruhun anlayışı için kaçınılmazdır ve bizim insani durumlar, insani olgular ve hareketler gibi kavramlarımıza kendine ait tatmin edici bir nitelik bağışlar.” (Jaspers, 1997: 341, 342, 343).

İşte Jaspers’ın ruh çelişkileri ve diyalektiği ile ilgili tüm bu durumlar YZ veya Yİ’da görülmez; çünkü sadece belirsiz ve karmaşık varlık olan insana aittir.Nick Bostrom, bu nedenle süper zekânın yeteneklerini insanileştirmeye girişmenin doğru olmadığı vurgular: “ Bir süper zekânın yeteneklerini insanileştirmeye karşı sürekli uyarılmaktayız. Bu uyarı aynı şekilde onun motivasyonları için de geçerlidir. Örneğin, nöral mimari açısından aynı olan birbirine zıt iki kişi düşünün. Nöral mimarileri aynı olmasına rağmen kişilik özellikleri birbirine taban tabana aykırıdır. (Bostrom, 2014: 105,106). Bostrom’un deyimiyle nöral mimari veriye dayalı karar verme kültürümüzün temelinde matematik ve fen bilimleri yatıyor. Ama aynı mimaride kişilik farklılıkları, yaratıcılığın temellerinde yatan sosyal bilimlerden ve sanattan kaynaklanıyor. (Koç, 2018: 67). Genel olarak sosyal bilimlere ve özellikle felsefeye bu konuda çok iş düşecektir.

YZ’da ve onu yapanda insanı bulmak işte felsefenin görevi olacaktır. Bu görev, doğrudan etik ve onun uygulamalı alanı olan biyoetikte yoğunlaşacaktır.

Devletler klonlama ile kök hücre tedavisi geliştirilmeden önce yani 1970-80’lerde insanları korkutan bu araştırmaları kontrol etmek için biyoetik düzenlemeler yaptı ve araştırmacıları etik kurallara uymaya çağırdı. YZ konusunda etik araştırmalara yön vermek, kuralsız davranışları yeni düzenlemelerle sınırlamak ve riskleri değerlendirmek gerekir. (Aydın-Değirmenci, 2018: 62).

Biyoetik düzenlemeler ve etik kurallar, YZ’yı t-yaratan insana nasıl hitap edecektir? Benzetimi yapılan, algoritmik sistemin uyarlandığı beynini mi yoksa varoluşundaki yönetici ilke diyebileceğimiz benliğine mi? O halde benlik nedir?

Benlik, ‘kimlik’, ‘karakter’ veya ‘’herhangi bir kimsenin ya da şeyin temel nitelikleri’dir. Başka bir deyişle kimlik, kişilik, bireylik vs. anlamlarına gelir. Kişiyi diğer bütün insanlardan ayıran kendi özellikleridir.

Benlik gerçekten zihnin bir parçasıdır, dahası, o benim parçamdır, yani zihnimin bir parçasıdır. Düşünen, isteyen, karar veren, hoşlanan ve acı çeken parçamdır. Hem de en önemli parçamdır. Her durumda ve olayda aynı kalır. Her şeyi birbirine bağlar. İster bilimsel isterse bilimsel olmayan yolla incelesek de o benimdir. Belki de o, bilimin açıklayamadığı bir çeşit şeydir. (Minksy, 2014: 39).

Öyleyse benlik, insan varoluşunun hep aynı kalan; diğerlerinden onu ayıran en önemli yanıdır. YZ, böyle olmayacağı için, buradan Yİ’ya gitmek sanıldığı gibi kolay değildir. Çünkü insan her şeyden önce özgür bir varlıktır. Ahlaksal ve kültürel bir kimlik ve kişiliğe sahiptir.

YZ, gelişmeden önce bile sanal âlem insanı gerçek âlemden koparıp toplum düzenini bozabilir. Ama aynı zamanda zihinlerini bilgisayara yükleyen insanların bilgisayarlarda evrim geçirerek kısa sürede ilk süper zekâ örneklerine dönüşmeleri mümkündür. YZ’da en büyük sorun ahlak sorunudur. Bostrom’a göre YZ’yı bir takım kurallarla sınırlandırmak gerekir. Ancak bu YZ’nın görevini yerine getirmek için her tülü yolu deneyleyebileceği anlamını gelir. Bostrom, insani değerlere sahip bir robot yapılabilir mi, evet, ama aynı zamanda seri katil de olabilir. Çünkü bütün bunlar insanların yaptıkları şeylerdir.

YZ, onu kontrol altında tutmak için kullandığımız sanal zincirleri kırmak amacıyla insanoğluna savaş açabilir. En iyi olasılıkla kendilerini insanlardan korumak için diktatörlük kurabilirler. Süper zekâyı yalnızca insanlık yararına ve genel olarak paylaşılan etik değerlere göre geliştirmek harika olurdu. Oysa mevcut uluslararası ve ticari rekabet ortamında belirli bir kişi, zümre veya devlete değil de tüm insanlığa hizmet eden evrensel süper zeka geliştirmek zordur. (Bostrom, 2014: 182-185). Minsky, insan beyni için de benzer zorluklardan söz eder. Ona göre her şey, ya belirli kurallara ya da tamamen rastlantısal olaylara göre meydana gelir. İnsan beyni bu iki şeye de maruzdur, tıpkı YZ’nın maruz kalacağı gibi.(Minsky,1988: 306).

Bostrom, süper zekânın bu risklerine karşı ‘sonsuz etik’i önerir. Ayrıntılarını uzun uzun tartışır. (Bostrom, 2011:9-59).

Acaba, YZ’ya sözü edilen etik değerler, insani özellikler yüklenebilir mi?

Süper zekânın hangi durumda nasıl davranacağına ilişkin muhtemel bütün pozisyonları sayıp dökmek mümkün değildir. Aynı şekilde, hangi dünya için hangi etik kuralların ortaya konulacağını kestirmek de o derece imkânsızdır. En nihai amaçlarımızı belirlemek ve kodlamak zordur, çünkü insani amaçların temsilleri çok karmaşıktır. Karmaşıklık büyük ölçüde belirlenmesi zor olan bir süreçtir. (Bostrom, 2014: 185, 186). Eğer insani değerleri YZ’ya yükleyemezsek ne yapacağız?

Bu, gelecek nesiller için matematiksel bir öykü olacaktır. Ama bu sorunla yüzyüze gelmekten kaçınamayız. YZ geliştikçe bu sorunla karşı karşıya geleceğiz. Ancak şimdilik imkânsız göründüğünü söylemek gerekir. Çünkü bu sorun, insan benliyle doğrudan ilgilidir. Gerçekleşirse, YZ’dan Yİ’ya geçiş işte o zaman hayalden gerçeğe dönüşecektir. Ancak biz insanları YZ ve TI’dan ayıracak en önemli şeyler sevgi, sanat, Herakleitos’un dediği gibi bilgelik, aşk gibi insani niteliklerimiz olacaktır.

SONUÇ

Yarattığımız YZ Karşısında Biz İnsanların Hali Ne Olacak?

Zekânın yapayı insanın yapayına götürür mü sorusu insanın sonunun ne olacağına dair kaygıları artırmaktadır. Düşünme, bilgi toplama, verileri depolama, gerektiğinde bunu kullanabilme, her şeyi hızlı, istenilen zamanda ve verimde gerçekleştirebilme yetenekleri YZ’ya aktarılabilmektedir. Duygularla düşünce arasında ayırt edilemez karmaşık bir ilişki olduğu; bunların iç içe bulunduğu Minksy tarafından vurgulanmıştı. Eğer Minsky’nin saptamaları doğru ise, YZ sadece düşünce ve bilginin değil, duygu ve heyecanların; benlik ve kişiliğin de matematiksel modellemesine doğru gelişip Yapay İnsanın yaratımı ile sonuçlanabilecektir. Başka bir deyişle, YZ çalışmaları beynin modellemesinden tümüyle insanın varoluşsal modellemesine varıp dayanacaktır.

Bununla birlikte, bence insan, düşünce ve eylemlerinden bir kısmı dışında tamamen modellenemeyecek karmaşık bir varlıktır. Yalnız duyguları değil düşünceleri ve düşünme biçimi bile neredeyse yüz elli yıllık YZ çalışmalarında tartışmasız bir başarı göstermiş değildir. Kaldı ki Minsky haklı olsa bile düşünceler duygularla iç içe ise, daha başlangıçta YZ çalışmaları bunu başarmış olmalıdır. Oysa YZ ancak beynin belli fonksiyonlarının matematiksel modelleri üzerinde henüz yolun başında sayılır. Benlik, kişilik, kendilik, karakter ve buna bağlı etik ilkeler sadece duygularla değil düşüncelerle doğrudan ilintilidir. Eğer duygularla düşünceler birlikte ise, YZ’dan değil doğrudan Yİ’dan başlanmış olurdu. Düşünme ve bilme işlevleri, duygulanma ve heyecanlanma ile birlikte olduğu için etik değerlerden hiç olmazsa bir kısmı şimdiye kadar matematiksel modellemenin örnekleri olarak sunulurdu.

O zaman burada iki sorun bulunmaktadır. İlki, ya duygularla düşünceler ayrıdır şeklindeki geleneksel öğreti hala haklılığını korumaktadır. İkinci olarak, ya da düşünme sistemi benzetimi yapıldığı halde değerler yüklemesi-hala tartışıldığı halde-denemesi bile yapılamamaktadır. Son seçenekte, Yİ, mümkün olmaz. İlkini düşündüğümüzde, ikinci sav güçlenir. Yani insanın yapayı, zekâsının yapayı kadar kolay olmayacaktır.

YZ’nın riskleri, YZ çalışmalarındaki yoğunluğa paralel hızda tartışılmaktadır. İnsan nedir sorusu etrafında yoğunlaşan sözünü ettiğim iki temel sorun üzerinde yeterinde durulmamakta; konu insanın varoluş tarzı üzerinden değil, onun yaratısı olan YZ üzerinden sürdürülmektedir. ‘YZ teknolojilerinin tüm dünyanın değil sadece küçük bir gurup insanın elinde olması ve YZ’nın insanın sahip olduğu önyargılardan nasibini alması’ (Koç, 2018: 61) gibi sorun yine insana rağmen YZ açısından tartışılmaktadır. Hatta şu an için insan benzeri zekanın modellenmesindeki en büyük engelin insan beyninin tüm işleyişlerinin anlaşılamamış olduğu sabitken, çok yakın bir tarihte olmasa da gelecekte, insan beyni üzerinde gerçekleştirilecek araştırmalar yardımıyla felsefe, psikoloji ve nöroloji bilim dallarının ışığı altında tam anlamıyla zeki insansı robotların doğuşunun mümkün (Aydın, 2018?: 40) olduğu tarzında bilimsel kehanetlere üretmekten geri kalınmamaktadır. Bu yolla nüfusun bir trilyonu aşabileceği, ömür süresinin 500 yılı geçebileceği, insanın şu anki en yüksek bilişsel kapasitesinin aşılabileceği, tamamlanmış kontrolün duyusal veri girdisi üzerinden gerçekleştirilebileceği, insanın psikolojik acısının seyrekleşeceği (Bostrom, 2014: 20) ve benzeri tahminler üretilmektedir.

İnsanlığın ‘en son ve en riskli teknolojik devrimi’ olarak nitelendirilen YZ teknolojilerinin insanlık için taşıdığı riskler yine bu teknolojiler bağlamında dile getirilmektedir.

İnsanlığın geleceği hakkında büyük resme işaret eden sorular sorulmalı, gelecekçi düşüncenin realist yanını pekiştirmelidir. Bostrom, YZ gelişmeleri bağlamında insanlığın geleceğine ilişkin dört senaryodan söz edilebileceğini söylemektedir: Bunlar tükenme, Tekrarlayan çöküş, durgunluk ve İnsanlık sonrasının kestirilemeyen durumu. ( Bostrom, 2009: 1). Risklerin neler olduğu ve bunun nasıl aşılabileceği sorununun salt YZ teknolojileri perspektifinden ele alındığını daha somut olarak gösteren örnek de Asimov’un yazdığı üç robot yasasıdır. Bu yasalar, 1. Bir robot, bir insana zarar veremez veya hareketsiz kalarak bir insanın zarar görmesine göz yumamaz. 2. Bir robot, insanların verdiği emirlere uymak zorundadır, birinci yasa ile çelişmediği sürece. 3. Bir robot birinci ve ikinci yasayla çelişmediği sürece kendi varlığını korumak zorundadır.

Görüldüğü gibi insan, yarattığı ve geliştirmekte olduğu YZ’nın insafına bırakılmış gibidir. İnsan felsefesi felsefe tarihinde insanın varoluş bütünlüğünü sorgulamaya başlayalı henüz yüzyılı bile tamamlamış değildir. Başka türlü söylersem, felsefe ve bilim tarihinde insan kendi dışındaki şeyleri keşfetmeye ayırdığı yüzlerce yıl karşısında kendini keşfetmeye ancak son bir yüz yıldır başlamıştır. Gelin görün ki dikkati yine kendinden çok yarattığı makineye odaklayıp kendini keşfetmeye tekrar ara vermiştir. Bu ise insanın değil YZ’nın mutluluğunu öncelemek gibi ironiyi resmeder. Hele YZ’dan Yİ’a geçmeyi cesaretlendirecek teknolojiler ortaya çıkarsa, kumamızın varlığını ve mutluluğunu kendimizinkine tercih edeceğiz.

Kaynakça

Aydın, İ.H-Değirmenci, C.H. (2018). Yapay Zekâ. İstanbul: Girdap Kitap.

Aydın,O (2013). Yapay Zekâ: Bütünleşik Bilişe Doğru. İstanbul: Gelişim Üniversitesi Yayınları.

Bostrom, N (2009). “The Future of Humanity, New Waves in Philosophy of Technology”.Eds. Jan-Kyree Berg Olsen, Evanselinger, Soren Riis. New York: Palgrave McMillan.

Bostrom, N (2011) “Infinite Ethics”.Analysis and Metaphysics. . Vol. 10. pp. 9-59. Boston:Mc Graw Hill.

Bostrom, N (2014). Superintelligence. Oxford: Oxford Press.

Descartes, R (1997). Metafizik Düşünceler. İstanbul: Milli Eğitim Basımevi.

Al-Ghazali (1997). Tehafutü’l Felasife-The Incoherence of the Philosophers. Binghampton University.

Herakleitos (2016). Fragmanlar. İstanbul: Kabalcı Yayınları.

Jaspers, K (1997). General Psychopathology. Baltimore: John Hopkins University Press.

Koç, O (2018). Daha İyi Bir Dünya. İstanbul: Doğan Kitap.

Manzotti, R-Parks, T (2018). Zihnin Ucu Bucağı. İstanbul: Metis.

Minsky, M (1975). “ A Framework for Presenting Knowledge, The Psychology of Computer Vision”. pp. 1-70.Ed. P. Winston. Boston: Mc Graw-Hill.

Minsky, M (1988). The Society of Mind. New York: A Touchstone Book.

Say, C (2018). 50 Soruda Yapay Zekâ. İstanbul: Bilim ve Gelecek Kitaplığı.

———————————-

Kaynak:

https://www.akademikakil.com/yapay-zeka-yapay-zihinler-mi-yaratacak/sahinfiliz/

 

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen