Yargı, Siyaset, Sistem ve Süreç Ekseninde Türkiye

Tam boy görmek için tıklayın.

Mehmet ÖZ[i]

“Türkiye, evlatlarına kendisinden başka bir şeyle meşgul olmak imkânını vermiyor.”

Ahmet Hamdi TANPINAR

Dijital çağ, yapay zekâ, su ve gıda meselesi, küresel egemenlik savaşı, nüfus ve göç meselesi vb. pek çok devasa gelişme ve meydan okumayla karşı karşıya bir dünyada Türkiye olarak kendi iç siyasi gündemimizin cenderesinde boğuşup duruyoruz. Acaba bu da, tıpkı çağımızdaki pek çok şey gibi sanal bir gerçeklik midir yoksa hakikaten siyasi kutuplaşma daha da sertleşmekte ve Türkiye, 21. yüzyılın ikinci çeyreğine, 20. yüzyıldan müdevver kuvvetler ayrılığına dayalı demokratik hukuk devletine veda ederek mi girmektedir?

Bu soruyu bir süredir kendime de soruyorum. Son dönemde ana muhalefet partisine mensup belediyelere yönelik soruşturmalarda bazı büyükşehir belediye başkanları da dahil pek çok belediye başkanı ve yöneticisinin tutuklanması, bazı avukatların hakkında yolsuzluk dolayısıyla soruşturma başlatılıp tutuklanan kişilerin vekaletini üstlenerek onlara rüşvet karşılığında serbest kalmaları vaadinde bulunabilmesi vb. bir dizi iddia ve olay yargı bağımsızlığı, hukukun üstünlüğü gibi temel konularda güvensizliğin artmasına sebebiyet vermektedir.

İşin tuhaf yanı (belki sadece bize öyle geliyor), bütün bunların, Ekim 2024’te başlatılan ve sonradan adına “Terörsüz Türkiye” denilen yeni “Çözüm Süreci”nde ve yine bu süreçte çok vurgulanan “iç cephenin tahkimi” söylemine rağmen yaşanmasıdır. Türkiye, zannettiğimiz manada bir hukuk devleti ise elbette her türlü usulsüzlük, yolsuzluk ve suçun üzerine gidilmelidir. Ancak bu “sizden-bizden” ayrımı yapılmadan olmalıdır. Soruşturma izni vermeye yetkili bakanlık ve diğer kamu mercileri hukuk devleti anlayışı çerçevesinde, tamamen kamunun çıkarını öne alarak işlem yapmak durumundadır. İç cepheyi tahkim etmenin yolu, siyasetin ve siyasilerin, ne pahasına olursa olsun makam ve mevkilerini, iktidar alanlarını korumak ve genişletmek yerine insan odaklı ve millî çıkarları önceleyen bir yaklaşımı benimsemelerinden geçer.

Bunun, söylendiği gibi kolay bir şey olmadığını elbette hepimiz biliyoruz. Temel mesele, her alanda olduğu gibi siyasi alanda da ahlaki ilkelere uymaktır. Maalesef kanunlarla bunu sağlamak, zannedildiği gibi kolay değildir. Yakın tarihimizden bir örnekle yetinelim: 12 Eylül Darbesinden sonra hazırlanan 1982 Anayasasının 84. maddesinde bir partiden istifa eden milletvekilinin o tarihte mevcut başka partiye geçmesi yasaklanmıştı. Ancak siyasilerimiz çok geçmeden, bizim geleneğimizde “hülle” denilen dolambaçlı bir yoldan bunun çözümünü buldular. Transfer yapmak isteyen tek kişi dahi olsa hemen bir parti kuruyor, sonra da o parti, zat-ı muhteremin geçmek istediği parti ile birleşme kararı alıyor ve mesele halloluyordu. Sonunda, müstafi milletvekilleri de, katılacakları partiler de 1995 yılındaki bir anayasa değişikliği ile bu zahmetten kurtarıldı.

Günümüzde, küçük bazı yerler başta olmak üzere, birtakım bağların etkili olduğu yerler hariç, belediye başkanlarının seçiminde adayların kişiliğinin önemi olsa da, seçmenlerin çoğunluğunun parti aidiyeti doğrultusunda oy verdiği herkesçe bilinen bir gerçektir. Milletvekili seçimlerinde oy tercihlerini ise parti aidiyeti ve liderlere duyulan güvenin belirlediği, adayların etkisinin son derecede sınırlı olduğu bir başka gerçektir. Böyle bir durumda, tercihini belirli bir parti istikametinde kullanan seçmenin iradesini, vekaleten temsil eden belediye başkanları, meclis üyeleri ve milletvekillerinin, bu iradeye aykırı tasarrufta bulunmalarının siyasi etikle bağdaştığı söylenemez. Her halükârda bu konunun ciddiyetle ele alınması, partisinden istifa edenlerin ya görevlerinden de istifa etmeleri veya en azından bağımsız kalmaları şeklinde bir yasal düzenleme yapılması düşünülmelidir.

Bu tür önlemlerin ne derecede sadra şifa olacağı tartışılabilir ama siyasette samimiyet, dürüstlük, seçmen iradesine saygı gibi özelliklerin mutlaka yeniden güçlendirilmesi gerekir. Bununla birlikte, Türkiye’nin yönetimle ilgili temel sorununun 2017 Anayasa değişikliği ile getirilen partili Cumhurbaşkanlığı Hükûmet Sisteminden kaynaklandığı kanaatindeyim. 15 Temmuz darbe girişiminin ardından, gerek içeride karşılaşılan problemler gerekse Suriye’nin kuzeyi merkezli Türkiye’yi kıskaca alma operasyonu karşısında, yürütmeyi güçlendirme düşüncesi ile tasarlanan bu sisteme o zaman da itiraz etmiş, çekincelerimizi açıklamış ve şayet anayasa değişikliği halk oylamasında kabul edilirse denge-denetleme mekanizmalarını güçlendirecek yasal düzenlemelerin yapılmasını, siyasi partiler ve seçim kanunlarının değiştirilmesini önermiştik. O günden bu yana bu yönde bir düzenleme yapılmadığı gibi mevcut Anayasa’da öngörülen kuvvetler ayrılığı da giderek zafiyete uğramış ve yürütmenin diğer erkleri tesir altına aldığı bir fiilî durum egemen hâle gelmiştir. Söz konusu yeni sistem; -muhalefet bir yana- atanmış bakanlar, bakan yardımcıları ile Cumhurbaşkanlığındaki birtakım kurulların başkan vekilleri ve bürokratlar karşısında iktidar ittifakının milletvekillerinin rol ve etkilerini bile sınırlandırmıştır.

Türkiye, şimdi böyle bir siyasi-idari yapılanma içinde, 40 yılı aşkın bir süredir enerjisinin büyük bölümünü heba eden terör ve bölücülük meselesine bir çözüm arayışı içinde. Ne var ki, bu konuda geçmişte yaşananlardan gereken dersleri çıkardığımızı söyleyemeyeceğiz. Al-ver yapılmadan, pazarlık söz konusu olmaksızın başlatıldığı ileri sürülen süreçte, sözde silah bırakma tiyatrosunda ele başlarından birinin ağzından çıkan hukuki düzenleme beklentisi, gerek uzantı parti temsilcileri gerekse terör örgütünün çeşitli yapılarının temsilcileri tarafından sıklıkla dile getirilmektedir. Yine, hem Teröristbaşı’nın açıklamalarında hem de örgüte müzahir çevrelerin beyanlarında, aslında hedeflerinden vazgeçmedikleri, mevcut şartlara göre yeni mücadele biçimlerini hayata geçirecekleri açıkça ifade edilmektedir. Bu gerçeklere rağmen bazı çevreler, çekince ve itirazlarını dile getirenleri, “Siz terörsüz Türkiye istemiyor musunuz?” şeklinde psikolojik baskı altına almaya çalışmaktadırlar. Terörsüz, teröristsiz, teröristlerin çeşitli mekanizmalarla toplumu baskı altına almadığı bir Türkiye, her vatanseverin talebidir. Ancak Suriye PKK’sı başta olmak üzere terör örgütünün bütün unsurları etkisiz hâle getirilmedikçe bu konu Türkiye’nin başında Demokles’in kılıcı gibi sallanmaya devam edecektir. Bir başka önemli nokta da, tıpkı sözde “Demokratik Açılım” ve “Çözüm Süreci”nde olduğu gibi, bu süreçte de Teröristbaşı başta olmak üzere PKK ve uzantılarının, Kürt yurttaşlarımızın meşru temsilcisi konumuna getirilmesidir. Bu da maalesef terör örgütünün tam da istediği, hedeflediği bir durumdur. Nitekim, kamuoyuna çok yansıtılmasa da, örgütün 1984’te ilk eylemlerini başlattığı zamana atfen, sözde silah bırakan PKK Terör Örgütü mensupları, 15 Ağustos’ta, “Diriliş Günü” adı altında kutlamalar yapmıştır.

Devlet yetkilileri, PKK’ya müzahir yapıların ve kişilerin, hendek-barikat olayları öncesinde sergiledikleri şımarıklık ve küstahlıkların benzerlerinin yaşanmasının önüne geçmeli, toplumun genelinin tepkilerini düşünerek gerekli tedbirleri almalıdır. Sosyal medya elbette toplum genelini yansıtmayabilir ama orada âdeta karşılıklı nefret duygularının kabardığına dair emareleri asla göz ardı etmemeliyiz. Türklüğe edilen hakaretler, Türk bayrağına ve İstiklâl Marşı’mıza yapılan saygısızlıkların yanında, büyük kentler ve sahil kentlerinde terör örgütünün yarattığı havayı da kullanarak çeteleşen unsurların pervasızlıkları duygusal tepkilere yol açmaktadır. Bu gibi manzaralar hayra alamet değildir. Türkiye’de Kürt etnisitesine mensup yurttaşlarımızın önemli bir bölümü batıda ve İstanbul’da yaşamakta olduğu gibi karışık evlilikler dolayısıyla iç içe geçmişlik kayda değer boyutlardadır. Bununla birlikte, Irak’ın kuzeyindeki yapının bir benzerini ABD-İsrail ikilisinin desteğiyle Suriye’nin kuzeydoğusunda da kurma girişiminin geldiği aşama, maalesef Türkiye’deki bölücü çevrelerde ayrılıkçı duyguları veya en azından şimdilik federasyon beklentisini tahrik etmektedir. Son dönemde Dışişleri Bakanı Sayın Hakan Fidan’ın SDG/YPG’ye yönelik eleştiri ve ikazları, ABD’nin bölgede yapılanmakla görevlendirdiği Barrack’ın bir gün SDG’yi ikaz edip ertesi gün İsrail’in bölgede güçlü üniter devlet istemediğini söylemesi ile birlikte el alındığında, önümüzdeki günlerde kritik gelişmelerin yaşanabileceğini ima etmektedir.

Böylesi bir ortamda Türk milletinin iradesini temsil eden TBMM’de kurulan Komisyon marifetiyle Türk milleti ikna edilmeye çalışılmaktadır. Her ne kadar bu komisyonun sadece silah bırakma süreciyle ilgili olduğu söylense de basına yansıyan açıklamalar, Sayın Cumhurbaşkanı ve TBMM Başkanı başta olmak üzere yetkililerin beyanları, mümkünse yeni Anayasa’nın, değilse bir anayasa değişikliğinin gündemde olduğunu açıkça gösteriyor. Toplumdan gelen tepkiler üzerine ilk 4 maddenin doğrudan gündeme gelmeyeceği ama diğer bazı maddelerde yapılabilecek değişikliklerle DEM Parti çevrelerini kısmen de olsa tatmin edecek düzenlemeler yapılacağı konuşulmakta ve yazılmaktadır. Son olarak gazeteci Talat Atilla, “Değişikliğin hangi maddeler üzerinden yapılacağı kesin olmasa da büyük bir ihtimalle 42 ve 66. madde olarak görünüyor. Fakat anayasa maddelerine konulacak kelimelerin seçimi ve dozu konusunda tartışmalar var.” diye yazdı. Anayasa’nın 66. maddesinin “Türk Devleti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıdır.” şeklinde revize edilmesi önerisi karşısında DEM Parti’nin “Kürt varlığı”nın Anayasa’da geçmesinde ısrarcı olduğunu belirten Atilla’nın yazısındaki en önemli husus, Öcalan’ın “polislerin belediyeye bağlanması”nı talep ettiği iddiasıdır.

Bu topraklarda kesintisiz bin yıldır yaşanan Türk siyasi hakimiyeti gerçeği karşısında, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesine ve kurucu ilkelerine açıkça aykırı olan bu gibi hususların tartışılması dahi kabul edilemez. Ancak 2000’lerin başında AB Uyum Sürecinde tartışılan ve Türkiye’nin şerh koyduğu “Yerel Yönetimler Özerklik Şartı”nın tekrar gündeme gelme ihtimali ortadadır. Esasen bugün Türkiye’de, mevcut sürecin “hatırı” için, tıpkı 2013-15 arasında olduğu gibi, pek çok yasa dışı ve Anayasa’ya aykırı uygulama ve tasarrufa göz yumulmaktadır. Mesela, bazı belediyelerde Türkçe konuşanlara müdahale edildiği haberleri basına yansımaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, fiilen bağımsızlığa veya en azından ayrılmaya giden yolun ilk aşaması olabilecek yasal düzenlemelere kesinlikle kapı aralamaması şart ve elzemdir. Eğer biz bu topraklarda barış ve huzur içinde millî varlığımızı sürdüreceksek bu ancak Türk milleti kimliği altında, Türkçenin resmî dil olduğu üniter yapı ile mümkündür.

Son olarak, özellikle bir konunun altını çizmek istiyorum: Türkiye’nin güvenliği, bütünlüğü ve bekası açısından baktığımızda; Türkiye’nin mevcut durumda meşgul olması gereken esas acil konuları ve ihtiyaçları; adalet, demokrasi, demografi, güçlü ekonomi ve nitelikli eğitimdir. Bunlara eklenebilecek başka hususlar da elbette vardır ama aile yapısı ve nüfus meselesi ile ekonomi, demokrasi, hukuk ve eğitim alanlarının hem kendi başlarına önemi hem de birbirleri ve diğer hususlarla ile olan sıkı bağlantıları dolayısıyla öncelikli olarak ele alınması ve bu konularda 1, 5, 10, 15 yıllık eylem planları hazırlanarak hayata geçirilmesi acil bir zorunluluk ve hayati bir sorumluluk olarak önümüzde durmaktadır.

[i] Prof. Dr., Hacettepe Üniversitesi. Türk Ocakları Genel Başkanı.

Yazar
Mehmet ÖZ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen