Yazmaya Dâir

 

Yazı, nefes kesen bir yazgıyı kelimelerin muntazam dizilişinde aramak mıdır? Yoksa cümlelerin dizilişine damıttığımız mânâların, görünen ve acziyet içindeki ifadeleri midir? Yahut kaderimizin üzerindeki hâkimiyetini her geçen gün daha da perçinleyen bir müstebit midir? Belki hepsi belki de değil. Fakat o, bizim kaderimizle kesişen bir yolun üzerinde duruyor. Bir yerden sonra hayâtın akışına iyiden iyiye dâhil oluyor. Yazgımıza pervasızca dokunuyor.

Yazıya emanet ettiğimiz hayatiyetin bizi nereye taşıyacağını bilmeden sokuluyoruz ona. Bir sonsuzluk nefhası taşıyan nefesini üzerimizde hissetmeyi seviyoruz galiba. Belki bu bakımdan her yazı, tatmak istediğimiz bir ebediyet iştiyakının bizi getirdiği istikametin adıdır. Yahut bize sunulan zamanı eserimizin üzerinde daha görünür ve daha tesirli bir hâle getirmenin ismidir.

Böylece insan onda, kendisi bir zevale erse bile kemâlini, hiç değilse varlığını dile getirecek bir güç bulmuş oluyor. Yazıya tutunuyor. Geride bıraktığı bir hatırlanma vesilesi ve varlık nişanesi olarak görüyor onu. Deveran edip duran şu ezelî yokluğa karşı en kuvvetli silahını yazıyla elde ediyor insan.

Bununla beraber yazı, arayışımıza yeni heyecanlar, peşinde olduğumuz manalara yeni istikametler, hayatımıza taze bir heyecan katmak için vardır. O, şahsi maceramızı insanlığın ortak kaderiyle buluşturan müthiş bir sihriyete sahiptir. Bu yüzden hiçbir yazı elimizden çıktığı andan itibaren bizim değildir.

Yazı, ait olduğu bir mecranın içinde zamanlar ve devirler boyunca akıp duracaktır. Kendini sunacağı arayış dolu gönüllere ve insaflı zihinlere, kadim tecrübeler takdim edecektir. İşte bu yüzden onu doğduğu kaynağın ve aktığı yatağın kendisiyle birlikte anlamalıyız. Aksi halde, yazının bize sunduğu imkânlar, aldanıştan başka bir şey olamayabilir. O halde, yazıyı kendi içinde hür ve bütün bağlarından koparılmış farz etmemek gerekir. O, ait olduğu muhitin varlığıyla beraber anlamlıdır ve en mühimi de her yazı mânâmızı beslediği ölçüde değerlidir.

Yazı, insanın kaderini meydana getiren bir ağ misali hayatımıza iyiden iyiye dâhil oldu artık. Çoktandır, anonim düşüncelerimiz bile yazının sükûn verici kucağına bırakıyor kendini. Söz, yazıya teslim oluyor. Her cümle, yeni bir forma bürünme istidadından bu sebeple vaz geçmiş görünmekte. Değişmeden, gelişmeden ve çeşitlenmeden geleceğe kalmayı dilemekte artık onlar. Yazı, sözü de teslim aldıktan sonra insan talihinin en fazla aşındırdığı bir nehir yatağı olmaya başladı bu yüzden. Onda arıyoruz artık kendimizi. Belki de nihayeti, ebediyeti veya yeni bir başlangıcı…

Kayalara, papirüslere, ağaç kabuklarına konulan işaretlerin ve şimdilerde bir ekranda varla yok arasına sığdırdığımız kelimelerin temsil ettiği şey, gönlümüzde kımıldanan ebediyet iştiyakı değil midir? Yazdığımız birçok şey, bizim yarını dert edinen endişelerimiz, istikbali tefekkür eden düşüncelerimiz değil midir? Ve sayfaların arasında izlediğimiz bütün duyguların ve düşüncelerin coşkun bir sel hâlinde bizi teslim alması ve kendine râm etmesi eserimizin muhtevasını yapan bir sonsuzluk arzusunun hususiyeti değil midir?

Bu sorulara “evet” diye cevap vereceğim. Yarın için beslenen bütün kaygılarımız azıcık bile olsa yazının içinde kımıldanan bîçâre mânâlar üzerinden izlenebilir çünkü.  Öyleyse hayatımızı kuran bütün duygu ve fikirler, hâlden kâle (söze) dökülen bu ifadelere bürünüyor. Bu sebepten kalemi elimize aldığımızda kaderimize dokunmak için kımıldanan her yazı biraz da insanlığın yazgısına eğiliyor demektir.

Yazı, bulmayı istediğimiz şeyler için bir vasıta hem de mühim bir vasıtadır. O, ebedilik iştiyakımızı sakinleştiren bir ilaç, belki de insan ruhuna sunulmuş bir mâvera tesellisidir. Fakat aradığımız şey değildir yazı. Hele bulduğumuz hiç değil. O, bulmayı istediğimiz şey için çıktığımız bir yolculuktur. Onda gördüğümüz, gelip geçici menzillerden ibarettir sadece. Belki de kadim mânâlara giden yolların üzerine konulmuş işarettir her bir yazı.

Bazen bir ağaç kabuğunun üzerine yazılmış isimlere bakıyorum. Yahut duvarlara nakşedilmiş şiirlere, sokak yazılarına… Onlar yüreğimizden kabaran ve bin bir varlık endişesiyle dolu hislerimizin, görünmek ve bilinmek isteyen fiillerimizin ifadelerinden başka bir şey değildir. Bu çırpınışlar, var olmak kavgasının altına attığımız çaresiz imzalar gibidir. Bir bakıma, bir anlığına hatırlanma arzusunun eşyaya ödettiği bedeldir.

Peki, duvara yazdığımız, ağaca kazıdığımız, kâğıdın üzerine döktüğümüz ifadeler bizden başkası mıdır? Heyhat ki, onlar hem biziz hem de değil!  Çünkü yazı, hem anlattığımız hem de anlatamadığımız; hem bildiğimiz hem de bilemediğimizdir.

Bizler yazıya, bir anlığına görünen ve sonra kaybolan bir ışık emanet ediyoruz. Bizi rahatsız eden dâimî bir yok oluşu böylesi bir endişeyle perdeliyoruz. Yazıyla duruluyor ve onunla tatmin oluyoruz. Bir ihtiyaca tekabül eden her hareketimizin nihayetinde saklı duran şey, yazının kıvrımlarında görünen ve bizi ifade ettiği söylenen bu hapsedilmiş mânâlardır.

Gayesi ve zaafları ne olursa olsun yazı, zamana yenik düşmek istemeyen irademizin zaferidir. Bir zamanlar sevdiğimizi, hissettiğimizi ve yaşadığımızı hatta çaresizliğimizi ve öfkemizi eşyanın üzerine koyduğumuz işaretlerin eline teslim ediyor ve onlardan imdat dileniyoruz.

Varlığımızı sergilediğimiz bütün bu imkânlar, bir bakıma aramak denilen bir nasibin peşinden koşan kaderimizin ispatı ve yokluğa karşı bizim de var olduğumuzu söyleyen şahitleridir. En mühimi de kendini bulacağı bir mânâ ve kendini ifade edeceği bir söz arayan insanın timsalidir.

Şunu da söyleyelim ki, ebediyen var olmayı isteyen insan yüreğinin böylesi şeylerle teskin olması asla şaşılacak bir şey değil. İnsan kaybettiğini, yazdığında, söylediğinde, hareketlerinde ve arzularında arayan bir yolcuysa eğer, onun her fiili aslında hep istediği bir ebediyet hâlinden ve iştiyakından izler taşıyor.

Çıktığımız her yeni yolculuğun, sâhibi olduğumuz her yeni şeyin bizi biraz olsun sâkinleştirmesi, dur durak bilmeyen duygulara bir set çekmesi de bu yüzdendir. Galiba, dünyalara sahip olmak isteyenle onu elinin tersiyle itebilen kişilerin buluştuğu nihâî nokta da işte burasıdır.

İnsan denilen ve aldığı her nefesle yeni bir meçhule karışan bu yolcu, kendi yolunda yürürken bir davete doğru koşuyor. Belki nereye gittiğini bilmeden ve hiç durmadan… Her “kâl”i bir hâli arıyor onun. Kaybettiği ebedî diriliği bulmayı istiyor gönlü. Taşların üzerine kazıdığı da kâğıda döktüğü de ve nihayet bir ekranın içine hapsettiği dünyası da bu arayışın ifadelerinden ibarettir.

Yazar
Yasin ŞEN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen