Yol Diyorsan Gidilmeli

Ankara’dan yola çıktım, Yunus Emre’ye doğru döndüm. Yollar vardı, dağlar vardı. Bir Karadeniz türküsü söylüyordu İbrahim Can;
“Şu yaylanın çimenine,
Kuzu yayılır kuzu.
Gün de bugünkü gündür,
Sallan yosmanın kızı…”
Bir türkü de Erzurum’dan, Yavuz Değirmenci söylüyordu;
“Tutam yar elinden tutam,
Çıkam dağlara dağlara.
Olam bir yaralı bülbül,
İnem bağlara bağlara…”
Yollar sessiz, yollar yalnız.
Böyle yerlere giderken ya yalnız olunmalı ya da gittiklerinle aynı yere bakılmalı. Yalnızken de yanında götürdükleri oluyor insanın.
Türkünün ikinci kıtası da şöyleydi;
“Emrah eder bu günümdür,
Arşa çıkan tütünümdür,
Yâre gidecek günümdür,
Düşem yollara yollara…”
Yunus Emre’nin kabri epey kalabalıktı. Bir de ne çok kumru vardı daha önce fark etmediğim.
Dilaver Cebeci Ağabey’in de bir şiiri vardı içinde kumru geçen, aklına düşürdüğü sevdiği vardı;
“Bir çift kumru geldi kondu saçağa,
Gönlüm uçtu gitti o pembe çağa,
Bir aşık sazını çekti kucağa,
Sevdalı dillerin aklıma düştü.”
Şiirin birinci kıtası şöyleydi;
“Bir bahar rüzgârı değdi saçıma,
Yumuşak ellerin aklıma düştü.
Erguvan arzular doldu içime,
Katmerli güllerin aklıma düştü.”
Mevsim bahardı zaten, Nisan’ın yirmi yedisi idi. Gerçi bahar rüzgârı bahar olmayan zamanlarda da değerdi bazen.
Devamı da vardı şiirin;
“Sıcağın çözerdi katı buzları,
Dudağın dökerdi aşk yıldızları,
Yanak üzre sarı çiçek tozları,
Püskürme çillerin aklıma düştü.
Gün batanda gece ile yarışan,
Hançer çekip göz ucuyla vuruşan,
Ara sıra kirpiklere karışan,
Siyah kâküllerin aklıma düştü.
Bakarken gözlerin pınar gibiydi,
Bengisu doldurup sunar gibiydi,
İçinde ateşler yanar gibiydi,
O diri hallerin aklıma düştü.”
Yunus Emre’nin kabrinden fotoğraf çekip sevdiklerimize ve O’nu sevenlerden bir kaç kişiye gönderdim.
Türbe yakınlarında çay da vardı.
Yola çıktım. Gidilecek yer Taptuk Emre Türbesi idi.
Bir türkü vardı radyoda;
“Gafil gezme şaşkın bir gün ölürsün,
Dünya kadar malın olsa ne fayda.
Söyleyen dillerin söylemez olur,
Bülbül gibi dilin olsa ne fayda.”
Mehmet Özbek’in derlediği bir Kerkük türküsü çalınıyordu;
“Geceler zar geceler,
Mene zinhar geceler,
Ay battı ülker çıktı,
Gelmedi yar geceler…”
Yunus Emre’den sonra Taptuk Emre’ye idi yolumuz. Radyoda bir türkü vardı;
“Yollar seni gide gide usandım,
Ayağıma diken battı gül sandım.”
Yollar gide gide usanılacak yerler değildi ki. Yolda olmak, yolu bilmek, yolu sevmek de güzeldi. Yol, getirendi, götürendi, bekleyendi, beklenendi. Hele yol arkadaşın da kafa dengi ise daha ne istenirdi?
Belki bir Ağustos ayında geçecektik bu yollardan, Yetik Ozan’dan söyleyecektik;
“Olgun ekinlerin arasındaydık;
Yarısı biçilmiş, yarısı kalmış…
Dedim ki, ‘bu ekin neye benziyor?’
Gülüp dedi, ‘ekin ekindir işte…’
Dedim, ‘bu başka şeye benziyor;
Biraz dündür, biraz bugündür işte…’
Kilden bir kantarın darasındaydık;
Tarttığımız bereketi el çalmış.”
Mihalıççık’ın kili meşhurdu. Az sonra da çömlek yapılan köyden Sorkun’dan geçecektik. Ardından şelalesi ile meşhur Gürleyik gelecekti.
Geçen ay oradan geçerken dağ başında bir koyun sürüsü vardı. Çoban da bir koltuğa oturmuştu. Hani bazı köy kahvelerinde adam sandalyeye oturur, iki yanına da birer sandalye alır, kollarını koyar, ayak ayak üstüne atar. ‘Sanki bin koyunlu Mehmet Ağa’dır’ ya, tıpkı öyleydi. Önünde davarı vardı, çoban da koltuğa kurulmuştu. Fotoğrafını çekecektik hem geçmiş bulundum hem de ayıp olur gibi geldi.
Bu gidişimde de koltuk öyle duruyordu, onun fotoğrafını çektim.
Dağlar vardı, dereler vardı… Yetik Ozan da şiirine devam ediyordu;
“Menekşe dağının yöresindeydik;
Morun en alımlı süresindeydik…
Bakışların ikiz deresindeydik;
Dedim ki, ‘bu dere neye benziyor?’
Gülüp dedi, ‘dere, deredir işte…’
Dedim, ‘bu başka bir şeye benziyor;
İkiliğin yönü biredir işte,
Çatal çatal yüreklerden yol almış.”
Türküde “Yollar seni gide gide usandım” diyordu ama ardından Neşet Ertaş söyledi;
“Şu gârip halimden bilen işveli nazlım,
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?
Tatlı dillim güler yüzlüm ey ceylân gözlüm,
Gönlüm hep seni arıyor neredesin sen?”
İnsan, aradığı idi. Arayan da bulurdu zaten.
Gideceğim ufuklar karaydı. Demek ki yağmur yağıyordu oralara “Kara gökler kül rengi bulutlarla kapanık” idi. Yağmura doğru gidiyordum. Toprak mazi kokuyordu.
Telefon direğinin tepesinde bir yalnız kuş vardı. Uzaktan da olsa fotoğrafını çektim. “Neden yalnız?” dedim ama az ötede eşi varmış, o bırakıp gitti geldiğimi görünce. İnsan eşini bırakıp gidermi idi? Giderdi demek ya da gidenler de vardı.
“Çaya indim daşı yok,
Yüzük buldum gaşı yok,
Havada bir kuş gördüm oğul
Benim gibi eşi yok..”
Bu bir türkü sözü idi. Bu kuşun eşi vardı da yoktu işte.
Taptuk Emre’nin orada Yunus Emre şiirlerinden dörtlükler vardı.
“Yunus Emre der hoca,
Gerekse var bin hacca,
Hepisinden eyice,
Bir gönüle girmektir.”
Bahaeddin Veled de demişti ya; “Gönüle girmek, gönül sahibine yâr olmak gerek. Ve insan kendini bildi mi, her şeyi bildi demektir.”
Adile Kurt Karatepe’den bir türkü vardı sonra;
“Meclisinde mayil oldum ben bir kaşı karaya,
Yok mu tabip semtinizde merhem eder yaraya,
Benim bir efendim vardır merhem eder yaraya…”
Nallıhan’dan Sarıcakaya’ya doğru döndüm. Yeşillikler içinde, yağmur altında, toprak kokularıyla, dağların arasından bir yolculuk…
Sakarya Nehri’nin kenarında durdum, biraz Necip Fazıl Kısakürek’in Sakarya Türküsü’nden okudum;
“İnsan bu, su misali, kıvrım kıvrım akar ya;
Bir yanda akan benim, öbür yanda Sakarya.
Su iner yokuşlardan, hep basamak basamak;
Benimse alın yazım, yokuşlarda susamak.
Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;
Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.
Akışta demetlenmiş, büyük, küçük, kâinat;
Şu çıkan buluta bak, bu inen suya inat!
Fakat Sakarya başka, yokuş mu çıkıyor ne,
Kurşundan bir yük binmiş, köpükten gövdesine;
Çatlıyor, yırtınıyor yokuşu sökmek için.
Hey Sakarya, kim demiş suya vurulmaz perçin?
Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur,
Sırtına Sakarya’nın, Türk tarihi vurulur.”
Eskişehir’e döndüğümde yolculuğun yaklaşık yedi saat sürdüğünü gördüm.
Yetik Ozan’ın şiirinin son kıtası şöyleydi;
“Başakla çiçektik, dedim ya demin…
Birden belleğime battı bir yemin;
Artık her yar, yarasıydı dedemin…
Dedim ki, ‘bu yara neye benziyor?’
Gülüp dedi, ‘yara, yaradır işte…’
Dedim, ‘bu başka bir şeye benziyor;
Varlığın tarlası töredir işte,
Ölenler bir avuç var- oluş salmış.”
Söz dediğin de ölüden diriye kalırdı zaten…
Yazar
Mehmet Ali KALKAN

Eskişehir'de doğdu. Eskişehir Gazi İlkokulunu, Tunalı Ortaokulunu, Motor Sanat Enstitüsünü ve Çukurova Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi (1980). Bir müddet Eskişehir Belediyesinde ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2025

medyagen