Sözlüklerde düz anlamıyla “yemek yeme ihtiyacı olan” diye tanımlanan “aç” kelimesinin yapım eki “-lık” almasıyla türeyen “açlık”, “aç olma hâli” anlamına geliyor. Sözlükler bu iki kelimenin karşıtlarını ise “tok” ve “tokluk” olarak veriyor.
Aç; abartılmış biçimi “açlıktan nefesi kokmak” veya “açlıktan imanı gevremek” deyimlerinde karşımıza çıktığı şekliyle “yiyecek bulamayan” anlamına da geliyor. “Açlık sofuluğu bozar”, “açın gözü ekmek teknesinde olur”, “açın koynunda ekmek durmaz”, “aça dokuz yorgan örtmüşler yine uyuyamamış” veya “aç kurt aslana saldırır” gibi atasözleri, kıtlık, yokluk ve yoksulluk gibi nedenlerle yiyecek bulamama durumlarını anlatıyor olmalıdır.
Diğer yandan, “acıkan doymam, susayan kanmam sanır” ile “aç ne yemez, tok ne demez” atasözleri veya Kaşgarlı Mahmut’un “deve yükü aş olsa, aça az görünür” sözü, “aç gözlülük” deyiminden daha çok “açlıktan gözü kararmış” olmayı anlatır.
Aç aynı zamanda “sevgiye aç“, “sohbete aç”, “ilme aç” veya “barışa aç” gibi kullanımlarda olduğu gibi “çok arzulu, çok istekli” anlamlarına da geliyor ki keşke her yerde ve her zaman böylesi açlarla karşılaşsak.
Açlık, tok olmamak şeklindeki yalın anlamı yanında fakirlik, kıtlık, yokluk da demektir. Mahzunî Şerif böylesi bir açlığı meşhur “yiğit muhtaç olmuş kuru soğana” mısraıyla ifade ediyor. “Bir deri bir kemik kalmak” deyimi ile “bir dirhem et bin ayıp örter” atasözü de muhtemelen böylesi açlık, yokluk ve kıtlık günlerinden kalmadır.
Aç kalarak otoriteye sesini duyurma veya bir şeye karşı çıkma eylemi, yemek yemeyi reddetme anlamına gelen “açlık grevi” şeklinde karşımıza çıksa da, yönetenler bu eylemleri genellikle “aç ölmez gözü kararır, susuz ölmez benzi sararır” veya aç insanların gömüldüğü mezarlık anlamıyla “aç mezarı yoktur” diyerek fazla önemsemezler.
Atalar başka bir bağlamda “çok söyleme arsız edersin, aç bırakma hırsız edersin” veya “aç aman bilmez, çocuk zaman bilmez” dese de aç bırakmak, bir çeşit terbiye, boyun eğdirme veya diz çöktürme yöntemi olarak tarih boyunca eğitimden ülkelerin ve kalelerin düşürülmesine kadar pek çok yerde denenmiştir. Kim bilir nice kaleler, şehirler ve ülkeler bu yolla alınmıştır.
İnsanoğlunun yiyecek arama hikâyesi ve acıkma olgusu, bir rivayete göre yasak buğdayı, diğerine göre yasak elmayı yiyen Havva anamız ile başlamış, günümüze kadar sürüp gelmiştir.
Kur’an-ı Kerim’in Müddessir Suresinde açları doyurmamak, namazı terk etmek veya ahireti inkâr etmekle denk tutulmuştur. Peygamberimiz ise “İslam’da en hayırlı olan nedir” sorusuna “yemek yedirmeniz” cevabını vermiştir.
Asya’nın geniş bozkırlarında Bilge Kağan, yaklaşık 1300 yıl önceye tarihlenen kitabesinde gelecek kuşaklara açlık ve yokluğa karşı yaptığı mücadeleyle sesleniyor: “Açları doyurdum, çıplakları giydirdim, yoksul milleti zengin kıldım…”
Bayındır Han, yılda bir verdiği şölende oğlu olanı ak otağda, kızı olanı kızıl otağda ağırlarken, “oğlu kızı olmayana Tanrı Teala beddua etmiştir, biz dahi ederiz” diyerek Dirse Han’ı kara otağa konduruyor. Dirse Han bunu kendisine hakaret olarak görüyor ve şöleni terk ederek evine dönüyor. Karısının öğüdüyle “açları doyuruyor, çıplakları giydiriyor”, anlatıya göre bir ağzı dualının duasının kabulüyle Tanrı tarafından affedilmiş olmalı ki evlat sahibi oluyor.
Bilge Kağan ve Bayındır Han “açları doyurmak, çıplakları giydirmek” olarak özetlenen “devlet baba” veya bugünkü söylenişiyle “sosyal devlet” töresine sahip çıkarken, Dirse Han’a ihmal ettiği bu görev Dedem Korkut dilinden konuşan ozan tarafından hatırlatılıyor.
Tarihte savaşlar, salgınlar veya doğal afetler kıtlığa, kıtlık da açlığa yol açmıştır. Böylesi durumlarda eskiden “komşular arası” olan yardımlaşma, günümüzde “kıtalar arası” hâle gelmiştir. Atalarımız Peygamberimizin “komşusu açken tok yatan bizden değildir” hadisini, evlerin olduğu kadar ülkelerin ve kıtaların komşuluğu olarak da yorumlamıştır. Mesela, “Gorta Mor” denilen büyük kıtlıkta, İngiltere’nin engellemesine rağmen İrlandalılara yiyecek yardımı yapan Osmanlı Devleti, bugünkü Birleşmiş Milletlerin rolünü üstlenmiş, bir anlamda temelini atmıştır.
Günümüzde zengin Kuzey ülkelerinin fakir Güneye yardım etmesi uluslararası toplumun arzusudur. Bu nedenle 1-7 Haziran günleri “Dünya Açlıkla Mücadele Haftası”, 16 Ekim “Dünya Gıda Günü” olarak ilan edilmiş; 2015 yılında BM Genel Kurulunda kabul edilen Sürdürülebilir Kalkınma 2030 Hedeflerinin ikincisi “açlığa son” şeklinde sloganlaştırılmıştır. BM’nin açlıkla mücadele programı eğer tarihe referans yapacaksa Gorta Mor’u unutmamalıdır.
Yeme arzusunu yenemeyen, yediğini boğazına kaz tüyü sokarak kusup tekrar yemeye devam eden “gözü doymak bilmeyen” Pompeililer gibi “karnı tok, sırtı pek” olanlara karşı atalarımız “açın hâlini tok, hastanın hâlini sağ bilmez” diyerek zevk ü sefa içinde olanların değil “açlık çekenlerin” yanında yerini almıştır.
İslam felsefesinde açlık, atalarımızın “açlık ile tokluğun arası yarım yufka” sözünde ifadesini bulan kanaat, şükür ve sabır göstergesi sayılmıştır. Az yemek yiyenler, “sizin Allah’a en sevimli olanınız, yemesi en az ve bedenen en hafif olanınızdır” hadisi ile övülmüştür. Mevlana’nın “açlık, ilaçların padişahıdır, hekimler niye perhiz verir düşünsene” sözü bu hadise gönderme olmalıdır. Yani kültürümüzde “oburluk” ve “obezite” ile mücadelenin tarihi oldukça eskidir.
Ancak toklar için açlık çekenler her zaman tehlikeli bulunmuştur. “Aç it fırın yıkar”, “aç ile eceli gelen söyleşir”, “aç yanından kaç” veya “açın imanı olmaz” gibi atasözlerindeki süregelen korkuyu, günümüzün yüksek güvenlikli rezidansları ve özel güvenlik ekipleri kaldırmaya yetmiyor. Çünkü “tokun gözüne bakmakla aç doymuyor.”
Atalar, evlenmede sosyal statünün benzer olmasını “davul bile dengi dengine vurur” diye savunsa da fakirlikte “iki çıplak bir hamama yakışır”, açlıkta “aç açla yatarsa dilenci doğar” diyerek zengin-fakir kaynaşmasını öneriyor.
Açlık, pek çok edebî esere olduğu gibi fıkralara da yansımıştır: Nasreddin Hoca, misafir olduğu evde ağırlanacağını umarken, açlığının hiç sorulmayıp “susuz musun, uykusuz musun” denmesine “buraya gelmeden önce çeşme başında çok uyudum” diyerek verdiği “açım” cevabı malumdur.
Atalarımızın “sabanın tutağına yapışan el aç kalmaz” dediği gibi, insanlık henüz tarımsal ve hayvansal üretim dışında açlığa bir çözüm bulabilmiş değildir. Bu nedenle Bilge Kağan’ın Türk milletine söylediği “bir kere doysan açlığı düşünmezsin” uyarısını aslında bütün insanlık üstüne almalıdır.
Danimarka atasözündeki “vaatler ülkesinde insan açlıktan ölür” eleştirisi, Türk atasözünde “tıngır elek tıngır sac, elim hamur karnım aç” veya “çiftçinin karnını yarmışlar kırk tane gelecek yıl çıkmış” şeklinde karşılık bulur. Gene de atalar “aç at yol almaz, aç it av almaz” veya “aç ayı oynamaz” diyerek açlığın çaresi olan tarıma dört elle sarılmayı öğütlemişler.
Açlık günümüzde işsizlikle de gündeme geliyor. Hiçbir mesleği olmayanların veya mesleğine uygun iş bulamayanların “ne iş olsa yaparım” razılığı, “aç elini kora basar” atasözünü doğruluyor. Böylece “açlık sınırı”nın az da olsa üstüne çıkan kazancı olan “aza kanaat etmeyen çoğu bulamaz” deyip şükrediyor.
Türkçede “açlık”, “doymazlık” veya başka bir deyişle “kanaatsizlik” anlamına da geliyor. Atalar, “açın karnı doyar gözü doymaz” sözüyle “çok şükür” diyemeyenleri eleştiriyor ve böylelerine de “gözünü toprak doyursun” diye beddua ediyor.
Açlık, kanaat ve şükür sınavı olduğu kadar gurur sınavıdır da. Türk atasözündeki “aç kalmak borçlu kalmaktan iyidir” deneyimi, Hz. Ali’de “aç kalmak alçalmaktan yeğdir” olarak ifade ediliyor. Belki de Montaigne’nin “kral da dilenci de aynı iştahla acıkır” öğüdü dinlenmediği için ve “ekmek bulamıyorlarsa pasta yesinler” ilgisizliği yüzünden Fransız halkına ihtilal yaptıran açlık, Viktor Hugo’ya “öyle alçak bir kapıdır ki açlık, geçilmesi zaruri oldu mu, insan ne kadar büyükse, o kadar eğilir” dedirtiyor. Ataların “aç gezmektense tok ölmek yeğdir” veya “aç aslandan tok tilki yeğdir” sözü gibi…
Salgur Atabeyliği döneminde Şiraz’da yaşayan Sadi, açlığı doğal besin zinciri içinde yorumluyor ve “eğer açlık derdi olmasaydı, ne avcı tuzak kurardı, ne de kuş tuzağa düşerdi” diyor. Aynı açlık derdi, insana en kederli anlarda bile “acıyan yer başka, acıkan yer başka” dedirtiyor.
Atalarımızın açlıkla, kıtlıkla, yoklukla ilgili her sohbetin sonundaki ortak duası “Allah kimseyi açlıkla sınamasın” olmuştur. Elbette bu duanın arkasında Tanrı misafirliğinden yardımseverliğe uzanan güçlü bir töreye ve “az milleti çok ettim; aç milleti tok ettim” diyen devlet baba belleğine duyulan güven vardır.
BM 2016 yılında aldığı kararla 18 Haziran’ı “Dünya Sürdürülebilir Gastronomi Günü” ilan etmiştir; aynı gün “Uluslararası Piknik Günü” olarak da kutlanıyor. UNESCO Yaratıcı Şehirler Ağı Programında 2025 yılı itibariyle dünyada 56 şehir “Gastronomi Şehri” ilan edilmiştir. Ataların “biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar” sözünü hatırlayarak bu ilanlarının ve programların da “açlıkla mücadele”ye katkısı olmasını dileyelim.
[i] Prof.Dr., Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Öğretim Üyesi.