1447. Hicrî yılın; bütün insanlığa hidâyet, hayır ve bereket getirmesi niyazıyla…
On dört asır önce “Kâfirler tarafından Mekke’den çıkartılan”[1]; bütün dünyaya Hakk’ı tebliğ edip adâleti hâkim kılmak, gönül çöllerini yeşertip Tevhid sancağını yükseltmek ve İslâm’a yeni bir ivme kazandırıp insanlığı îman çağına ulaştırmak için; Yüce Rabbimizin izni ve inâyetiyle yola çıkıp uçsuz bucaksız kızgın çölleri 13 günde aşıp dünya tarihinin en önemli inkılâbını oluşturan ve “yatay bir Mîr’ac” diye tesmiye olunan “Hicret”in 1442. yıl dönümünde; Varlık Sebebbimiz, İki Cihan Serverimiz, Efendimiz Aleyhisselâtü Vesselâm’ı ve Mekke’den Medîne’ye muhâcir olarak giden Ashâb-ı Kirâmı salât ü selâm, rahmet, minnet, hürmet ve muhabbetle yâd ediyoruz.
“Hicret”i yâd ederken, İslâm’ın “Mekke Dönemi” olarak bilinen; 13 yıllık o çok meşakkatli, ezâ ve cefâ dolu zaman dilimini düşünüyor; Kur’ân-ı Kerîm’de “ümmü’l-kurâ”[2]* diye ifâde buyurulan Mekke’de Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in Hakk’ı tebliğ vazîfesini yerine getirmek için, her türlü menfî şarta, engellemeye ve hüznün sıradağlar misâli yükselmesine rağmen, bütün sıkıntılara, saldırılara, boykotlara, engellemelere göğüs germesini ve Sahâbe-i Kirâm’ın yaşadığı çileleri, zorlukları, tahammül ettikleri tecritleri, boykotları, zulümleri, işkenceleri hatırımıza getiriyoruz…
Allah Resûlü (s.a.v.)’nün, nübüvvet gülzârında eşsiz bir “Gül” olarak açılmasının 10. senesinde, en sevdiklerine hazan rüzgârları değmesini; çok büyük muhabbet duyduğu ve sayısız iyiliklerini gördüğü amcası Ebû Tâlib’i yitirmesini; bunun hemen akabinde îmanla ilk şereflenen, kadınların en hayırlısı ve en üstünü olan Hz. Hatîce (r.aa.) Vâlidemiz’in de dünya misâfirliğine elvedâ demesini, en büyük destekçisi, en yakını ve en çok sevdiği iki insanı kaybedip yürekten yaralandığı zaman dilimini yâni “Hüzün Yılı”nı da tahayyül etmeye çalışıyoruz.
Kâinâtın Solmayan Gülü’nü himâye etmek için bütün Mekkeli müşrikleri karşısına alan Ebû Tâlib’in ölümünden sonra Mekke’de Müslümanlara yapılan zulüm ve baskıların dayanılmaz bir hâl almasını, tebliğ yapmanın her geçen gün daha fazla güçleştiği günleri, Mekkeli müşriklerin küfre ve saldırganlığa her geçen gün daha çok ivme kazandırmasını, bu şartlar altında Mekke’de Müslüman olarak yaşamanın ve İslâm’ı yaymanın neredeyse imkânsız hâle gelmesini; Kâinâtın Solmayan Gülü’nün, dîni tebliğ için Tâif’e gitmesini, Tâif’teki bahtı karaların, bahtına çıkan ebedî kurtuluş fırsatını tepmesini ve hatta “Gül”ü yaralayan diken olma bedbahtlığında ısrar etmesini düşünüyoruz…
İnsanlığa hidâyet nasîp olması için her türlü güçlüğe katlanan, dayanılmaz çilelere tahammül eden ve peygamberlik vazîfesini muazzam bir sabır, mücessem bir teslîmiyet, müthiş bir tevekkül, muhteşem bir azim ve çelikleşmiş bir irâdeyle yerine getiren Efendimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın emsâlsiz îmânını, inancını, tevekkülünü ve teslimiyetini, tefekkür etmeye çalışıyoruz… O’nun kalbi kırık ve çok üzgün olarak döndüğü Tâif yolculuğunun akabinde, eşsiz bir mükâfâta ve emsâlsiz bir mazhâriyete ulaşarak Rabbânî bir dâvet ve hiçbir insana nasîp olmayan İlâhî bir mazhariyetle “dikey bir Hicret” olan Mî’rac’a yükselmesini de yâd ediyoruz…
Mekkeli müşriklerin Mi’rac mûcizesine de inanmamasını, ebedî saâdete sırt çevirip küfürde inat etmesini, kin ve düşmanlığı son haddine getirerek mü’minlere kan kusturmasını ve Şanlı Peygamberimiz(s.a.v.)’in bir gecede Mekke’den Kudüs’e oradan Sidretü’l Münteha’ya gittiği İsrâ ve Mî’rac hâdisesini duyan müsrikler bunu Hz. Ebû Bekir(r.a.)’e istihzâ ile anlattıkları zaman; “İkiden biri”nin[3] “O dediyse doğrudur!” diyerek “Sıddîk” sıfatıyla anılmasını da hatırımıza getiriyoruz…
Îman edenlere akla hayâle gelmeyen bedellerin ödetildiği ve müşriklerin yaptığı baskı, zulüm ve işkenceler karşısında Sahâbe Efendilerimiz’in artık dayanacak tâkâtinin kalmadığı, sabır taşını çatlatan sabırlarının da tükendiği bir dönemde Ashâb-ı Kirâm için, emniyet ve huzur beldesi olan Yesrib’e gitme müsâadesinin çıkmasını, vatanda gurbeti yaşayan kalbi yaralıların kâfileler hâlinde Mekke’den Medîne’ye göç etmesini, Akabe’de yapılan bîatleri, Kâinâtın Solmayan Gülü’nün Yüce Rabb’imizin izniyle tebliğ vazîfesini tamamlamak ve zaferle yeniden dönmek için, sıla-i rahimden ayrılmasını, 10 Eylül 622 gecesi Hz. Ebû Bekir(r.a.)’in Mesfele semtinde bulunan evinden yola çıkan “İki Azîz Yolcu”nun Cebel-i Sevr’in ön yüzünden tırmanarak Athal Mağarası’na gelişlerini, “Lâ Tahzen Makâmı” diye vasfedilen “Gâr-ı Athal”(Athal Mağarası) diye de bilinen Sevr Mağarası da üç gece kalışlarını (10-11-12 Eylül), Mağara’nı önüne gelen müşrikleri gördüklerinde Sevgili Peygamberimiz(s.a.v.)’in Hz. Ebû Bekir (r.a.) Efendimiz’i; “Üzülme! Allah bizimle berâberdir.”[4]diye tesellî etmesini, Allah Resûlü (s.a.v.) ve Sıddîk-ı Ekber’in, 13 Eylül’de Sevr Mağarası’nın arka yüzünden aşağı inmelerini, burada kendilerini bekleyen Hz. Ebû Bekir(r.a.)’in yardımcısı Amir b. Fuheyre (r.a.) ve kılavuz olan Abdullah b. Uraykıt’ın getirdiği develere binerek 13 Eylül günü sâhil istikametinden Yesrib’e doğru yola çıkmalarını ve “Hicret Yolu” diye bilinen güzergâh üzerinden Medîne’ye doğru hareket ederek 8 günlük yorucu bir yolculuktan sonra Yesrib’e bir saatlik mesâfedeki Kuba’ya 23 Eylül günü ulaşmalarını, yani 13 gün süren bu yolculuğu, yâni ismi “Hicret” olan ve çöle serpilen sayısız mûcizeleri kendi içinde saklayan bir kutlu seferi hayâlhânemizde canlandırmaya çalışıyoruz.
“Gül Devri”nden bâkî kalan, çölün yüreğinde mütebessim güller açtıran, “Peygamber ikliminden mahrem mânâlar fısıldayan”[5] ve adı “Hicret” olan insanlığın bu en kutlu yürüyüşünün sene-i devriyesinde yâdımıza Ârif Nihad Asya’nın “Seccâden kumlardı…” diye başlayan o muhteşem nât-ı şerifinin bu mübârek yolculuğu şiir diliyle tasvîr ederken;
“Ne oldu ey bulut,
Gölgelediğin başlar?
Hatırladın mı ey yol,
Bir Azîz Yolcu’yla
Aşarak dağlar, taşlar,
Kafile kafile, kervan kervan
Şimâle giden yoldaşlar?
Uçsuz bucaksız çöllerde,
Yine, izler gelenlerin,
Yollar gideceklerindir.
Şu Tekbir getiren mağara,
Örümceklerin değil;
Peygamberlerindir, meleklerindir…
Örümcek ne havada
Ne suda, ne yerdeydi…
Hakkı göremiyen
Gözlerdeydi!”[6]
diyen dizelerini terennüm ve tefekkür ediyoruz…
İslâm Tarihi’nin en önemli hâdiselerinden birisi olan ve nübüvvetin 13. yılında gerçekleşen “Hicret” hakkında -kendi tefefkkür dünyamızda- âcizâne şu yorumları yapıyoruz:
“Hicret”; sâdece bir mekân değişikliği değil, insanlığın hayat takviminde dönüm noktası olan büyük bir kıyâm, yeni bir başlangıç ve muazzam bir inkılâptır.
“Hicret”; Mekke’deki 13 yılın hâtırasını yüklenmiş ve Medîne’de “Gül” Medeniyeti’nin sırlarını yüreğinde saklamış olan Muhammedî bir “İz” ve peygamberî bir sancaktır.
“Hicret”; Câhiliyye karanlığını nûrâ tebdîl eden, Mekke’deki dayanılmaz çileyi kendi içinde Muhammedî bir aşka tenvîr eyleyen ve îmânı teslîmiyete, teslîmiyeti tevekküle, tevekkülü de “Hasbünallâhü ve ni’melvekîl”[7] şuuruna eriştirip, kâmil bir îmana tedvîr eyleyen müjdeli bir şafaktır.
“Hicret”; Allah (c.c.) için yola çıkmanın, Allah(c.c.)’ın nizâmını bütün insanlığa duyurmak ve gönülleri İlâhî aşkla doyurmak için yapılan bir yönelişin “Gül” kokulu besmelesidir…
“Hicret”; “..Kâfirler istemeseler de Allah nûrunu tamamlayacaktır.”[8] Âyeti’yle İslâm’ın kıyâmete kadar bâkî kalacağı müjdesinin vahiyle tescillenmiş mukaddimesidir…
“Hicret”; Hakk’a bağlılığın ifâdesi, Allah(c.c.)’a yöneliş ve İslâm’ı doya doya yaşama özleminin bir netîcesi, günâhlardan kaçış ve mâsivâdan uzaklaşmanın bir göstergesidir…
“Hicret”; dünyanın hayat takviminde bir dönüm noktası olmasının yanında; İslâm şafağının bütün dünya üzerinde tulû etmesi için başlatılan bir kutlu yolculuğun ayak sesidir…
“Hicret”; terk etmeden gidilemeyeceğini; inanmadan varılamayacağını; ayrılmadan kavuşulamayacağını; yola çıkmadan buluşulamayacağını; fedâ etmeden nâil olunamayacağını; çile çekmeden, ter dökmeden, bedel ödemeden, sa’y ü gayret göstermeden hedefe ulaşılamayacağını bütün cihana gösteren mukaddes bir yolculuktur.
“Hicret”; aslâ bir ricat olmayıp, bu muazzez seferin arka plânını oluşturan ve sarsılmaz temellerini Efendimiz’in Mekke’deki İslâm’ı ilk tebliğ dönemlerinden îtibaren büyük bir cesâretle ikmâl ettiği “Îman en büyük imkândır.”Nebevî ölçüsünün hayat bulduğunu eşsiz bir kıyâmdır.
“Hicret”; aslâ küffardan “kaçmak” değil; kutsî değerler uğruna müspet şartlar oluşturabilmek, hayırlı bir faaliyet yapabilme imkânlarının tükendiği yerden, yeni imkânların üretileceği bir bölgeye intikâl etmek, yeni bir güç ve enerji elde edebilmek, yeni bir hamle yapabilmek ve yeni bir yükselme rampasına ulaşabilmek gâyesiyle “şartlara teslim olmayıp, şartların teslim alınacağı” bir bölgeye “göçmek”tir.
“Hicret”; hayat suyunun kaynağı olan Mekke-i Mükerreme’den; îmana susamış dudakları suya kandırabilmek ve risâlet ırmağının en mübârek pınarının Medîne-i Münevvere’den çağlayıp bütün insanlığa âb-ı hayat sunabilmek için, İlâhî müsâadeyle yapılan muazzez ve mübârek bir cihattır.
“Hicret”; İslâm’a dar gelen yerleri bırakıp, Allah(c.c.)’ın arzındaki her bölgeye Hakk’ı tebliğ etmek için yeni bir mekânda kürsü kurmak gâyesiyle yola çıkmak; İbrâhimî bir îman ile Hâcer(r.aa.)’den İsmâil(a.s.)’e, İsmâil(a.s.)’den Zemzem’e ulaşmak, Muhammedî bir inançla Yesrib’i Medîne yapmak ve Medîne-i Münevvere’den cihâna yayılan îman nûruyla beşeriyeti “Gül” Medeniyeti’ne kavuşturmaktır.
“Hicret”; tedbirin aslâ takdiri bozamayacağını bilmesine rağmen, esbâba tevessülün her türlü gereğini eksiksiz olarak yerine getiren ve muhafızı Allah (c.c.) olanların aslâ mağlup edilemeyeceğini bütün cihâna bildiren ve tarihin akışını kökünden değiştiren bir ulu fermandır.
“Hicret”; anlatması kolay, fakat anlaşılması ve yaşanması çok zor olan, içinde sayısız sırlar, kutlu mesajlar ve nice hikmetler saklayan, dünden yarını kucaklayan, ebedî saâdet kapılarını aralayan ve “Gül Devri”ne köprüler kurup kapılar aralayan bir tayy-i mekândır.
“Hicret”; mü’minlerin îman ettikleri gibi yaşamak ve hayatlarıyla temsil edip, hâlleriyle tebliğ ettikleri İslâm ile insanları müşerref kılmak için mâllarını, mülklerini, yurtlarını, yuvalarını terk ederek, maddî servetlerini Mekke’de bırakıp, inandıkları değerleri yanlarında götürenlerin ve “Yesrib”i “Medîne-i Münevvere” hâline getirenlerin “Bir Hilâl uğruna” yazdığı “Gül” kokulu bir destandır.
“Hicret”; vatan sâhibi olmak için değil, gittiği toprakları îman nûruyla yoğurarak o yerleri de vatan kılmak ve “İslâm Yurdu”na dönüştürmek için yapılan bir kutlu yürüyüştür. Bu sebeple Mekke’den Medîne’ye göçen Ashâb-ı Kirâm orada ilâ-nihâye kalmamış, İ’lâ-yı Kelîmetullah Sancağı’nı daha da yükseklere taşımak ve Allah (c.c.) ve Resûlü(s.a.v.)’nün ismini güneşin doğduğu her yere duyurabilmek aşkı ve cehdiyle sefer etmiştir…
“Hicret”; İlâhî aşkla yapılan ve gittiği her yere îman, ihlâs, hidâyet, muhabbet, umut ve hayat taşıyan “bir mübârek sefer”dir. Böyle olduğu için de İslâm Târihi’nde her zaman ‘hayatla hicret, hicretle hayat’ hep iç içe olmuş; “tebdil-i mekân” hiç durmamış ve “Hicret” hep devam etmiştir. Bu sebeple Vedâ Hutbesi’ni dinleyen yüz yirmi dört bin sahâbîden sâdece on bini Medîne’deki Bakî’ Kabristanı’nda medfundur. Sahâbe-i Kirâm; İslâm’ı tebliğ için Şam’dan Yemen’e, Belh’ten Bizans’a, İran’dan Tûran’a, Şimâlî Afrika’dan Uluğ Türkistan’a, Kıbrıs’tan Anadolu’ya kadar çok geniş bir coğrafyaya hicret ederek gönül fethine çıkmış, ayak bastıkları her yeri îmanın âsûde iklimiyle buluşturmuş, gittikleri beldelerde “Muhammedî Güller”i goncaya durdurmuş ve en çorak toprakları bile gülistâna döndürmüşlerdir…
“Hicret”, Sevr Dağı ile Yesrib Şehri arasında yapılmış olan sıradan bir yolculuk aslâ değildir. Zîrâ Âdemoğlunun en mükerrem, en muazzez ve en muhteşem kıyâmı olan bu kutlu yürüyüşün ayak izleri sâdece Mekke-Medîne arasındaki dağ yollarında ve kum tepelerinde kalmamış, dünyanın dört bir yanına ulaşmış ve “Kadem-i Resûl” sultanların başına tâc, ölü gönüllere ilâç olmuştur.
“Hicret”; İslâm Güneşi’nin insanlık ufkunda bütün ihtişâmıyla parlayarak arzın dört bir yanını aydınlatması için Yesrib semâlarında irtifâ kazanmaya başlayan, umuda hayat katan ve hayatı umutlandıran münevver bir seferin; “Yolları göklere bağlayan perçin”idir[9]…
“Hicret”; insanlığı îman çağına ulaştıracak İlâhî bir çağrının bütün dünyada mâkes bulması için, Rabbanî emirle başlayan bir sa’ydan yansıyan semâvî güzelliklerin gönüllere en gümrah bir biçimde aksetmesidir…
“Hicret”; beşeriyete âb-ı hayat sunabilmek için; göz, gönül ve akıl teri dökenlere; “Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya” diyerek yola çıkanlara bahşedilen bir zafer gülümsemesidir…
“Hicret” şafağının gurûbu hiç olmayacak, aydınlığı kıyâmete kadar devam edecek, Medîne semâlarından başlayıp bütün dünyayı baştanbaşa kuşatacak ve insanlık ufkunda ebedîyen parlayacak olan ve yüreklerini aşka getiren bir nur şûlesidir…
Hâsıl-ı kelâm “Hicret”; Hakk’a inanç ve teslîmiyetin, kul olma şuurundaki samîmiyetin, ferâgat ve fedâkârlıktaki fazîletin, tarihin hiç görmediği ve göremeyeceği inanç birliği ufkundaki uhuvvetin, karanlığı nûra tebdîl etmedeki gayret ve izzetin oluşturduğu değerler manzûmesinden meydana gelen ve insanlığı îman çağına ulaştıran “Gül” yüzlü bir medeniyettir…
Ve Allah Resûlü(s.a.v.)’nün Hicreti’nin; hem insanlık, hem de İslâm tarihi açısından bir dönüm noktası olduğunu, emsâli olmayan bir mânâ, hikmet, keyfiyet ve ehemmiyet arzettiğini çok iyi bilen Hz. Ömer (r.a.) Efendimiz; kendi hilâfet döneminde bu kutlu yolculuğun ‘resmî bir takvim ve yeni bir tarihin başlangıcı’ olarak kabûl edilmesini sağlamış; Müslümanlar da İslâm’ın ikinci halîfesinden îtibâren “Hicret”i ümmet-i Muhammed için yeni bir mîlat olarak görmüş ve o günden bugüne de “Hicrî Takvim” kullanılmaya başlanmıştır.[10]
Bu duygu ve düşüncelerle; garip, sessiz, sedâsız ve pek çok kişinin haberi dahi olmadan gelen Hicrî 1442 senesinin;
Kur’ân ve Sünnet merkezli yeni tefekkürlere,
Kalbimizi itminâna erdirecek yeni tezekkürlere,
Nîmetin Asıl Sâhibi’ne hamd ü senâ ile en samîmî teşekkürlere,
Seyyiâtımız için tevbe-i nâsûha ve “Lâle”ye müştak “Gül” aşkıyla taakkula
Şahıslarımız, ana babamız, evlatlarımız ve âilemiz için en hayırlı niyetlere ve nîmetlere,
Türk milleti için birlik, dirlik ve beraberliğe, târihî mefahirimizin yeniden ihyasıyla Ay Yıldızlı zaferler getirmesine ve Türk Dünyasının “Dilde, fikirde, işte birlik” yolunda yeni bir diriliş için kutlu bir çerağ uyandırmasına,
Âlem-i İslâm’ın; ihtilaftan ittifaka yol bulmasına, adavetten uhuvvete ulaşmasına, gerçek anlamda ümmet şuuruna erişmesine, Kâinâtın Solmayan Gülü’nü hakkıyla anlamasına ve örnek almasına,
İnsanlığı îman çağına ulaştıracak “Gül Devri”nden günümüze hidâyet nûru taşıyacak ve mazlumların gözyaşını dindirecek yeni muştulara, fiilî duâlara ve her alandaki terakkî ve güzelliklere zemin hazırlayacak gelişmelere
Vesîle olmasını temenni ediyorum…
1447. senesinin ve Muharrem-i Şerîf’in cümlemizi Rızâ-yı Bârî’ye erdirecek amellere ev sahipliği yapması duâ ve niyâzıyla Hicrî yılbaşınızı tebrik ediyor; Ehl-i Beyt-i Mustafâ aşkından feyz alan hayırlı ve bereketli bir yıl diliyorum.
Dr. Mehmet GÜNEŞ
[1] Tevbe, 9/40
[2] En’âm, 6/92; Şûrâ, 42/7; *“Şehirlerin anası…”
[3] Tevbe, 9/40
[4] Ahmet Cevdet Paşa-Mahir İz, Peygamber Efendimiz, 81
[5] Necip Fâzıl Kısakürek, İman ve İslâm Atlası, 151
[6] Ârif Nihad Asya, Duâlar ve Âminler, Naat, 62-69
[7] Âl-i İmrân, 3/173
[8] Sâff, 61/8
[9] Necip Fâzıl Kısakürek, Esselâm, Hicret, 72
[10] TDV İslâm Ansiklopedisi, XVII, 462