Sabahtan beri hep aynı fotoğrafa bakıyorum. Ona bakınca zaman, mekân ve rüya birbirine karışıyor. Tanpınar’ı bir ömür başsız bir gövde gibi gezdiren o heyulanın tam karşısında… Hayır içinde, tam ortasındayım.
Fotoğraf geçmişime ait şefkatli bir anne. Şefkatli, vakur ve edepli. Baktıkça göğsünden kana kana içtiğim, âh kökenim, âh kendim! Kendim… şimdinin beşiğinde tıngır mıngır sallanan şımarık benliğim.
Şimdi, burada, şu ânda, o zamansızlıkta gövdesiz bir baş yahut başsız bir gövde gibi salınıyorum. Ekrana bakıyorum. Hâlâ başörtüsü üzerinden gündem… Bu durum artık midemi bulandırıyor.
Yıllardır bu böyleydi aslında. Biz başımızı kapamakla ahlâkı ve edebi muhafaza edeceğimizi, ettiğimizi sanırken bir yerlerimiz açıkta kaldı!
Tarih açıkta kaldı!
Gelenek açıkta kaldı!
Vicdan örtüldükçe örtüldü!
Saklandıkça saklandı!
Bu ülkede din de, rejim de “cilerin ve cıların” elinde sömürü olmaktan, malzeme olmaktan, üniforma olmaktan, korkutma ve sindirme olmaktan, balyoz olmaktan öteye gidemedi. Dîniyle devleti, devletiyle geleneği, geleneği ile ruhu arasında sıkışıp kaldı, bir adım öteye yol alamadı.
Yıllarca başımızı örtmedik biz. Ruhumuzu örttük. Ruhumuzu… O nefyedilen, kudretten kaynayan ruhumuzu. Şeytan en büyük oyununu sanırım şimdi bu çağda oynadı bize. Ruhun kendi kaynağını, o fokurdayan, coştukça coşan ruh ırmağımızı boğdu.
Teşhircilik değil burada savunduğum. Asla! Demek istediğim eşyânın, zamânın ve mekânın ruhuna bakmayı unuttuk biz. Dahası kendimizle temasımız kesildi. Kendimizle yani Hakk’la. Kendimizden uzakta bir yaratıcı var zannettik. Uzaklarda bir yerlerde bir tanrı iki dudağının arasından bizi bu tarafa üfleyip duruyor zannettik. Ruhu doğuranın kendimiz olduğunu, kendimizi inşâ etmekle mükellef olduğumuzu bilemedik. Oysa her nefis(bilinç) kendini bildiği ölçüde var. Kendini bildiği, oldurduğu, aklını, bilincini yükselttiği ve büyüttüğü nispette üstelik.
İnsan âlemde kendinde Hakk’ı ortaya çıkardığı, ruhunu doğurduğu ve ürettiği nispette var!
İşte bu sebepten “düşünüyorum/düşünüyorsam o hâlde varım demiş hakîm. Düşünebildiğim, ruhumu, özümü büyüttüğüm, açığa çıkardığım, açığa çıktığım kadarım.
Oysa düşünmenin hakkını verecek şuuru kaybedeli çok olmuş. İşte gelip geçmekte olan zamanda ve mekânda kalıcı olanı yakalamanın çocuğuydu Tanpınar. Bu yüzdendi câmi bahçelerinin çürümüş mâzi toprağında ân’ın/anla(yama)manın eşiğinde iki büklüm yerlere kapaklanması.
Fotoğraf ve ekranlar, ekranlardaki mahalle kavgaları arasında gidip geliyor zihnim. Bulunduğum yer bulunmak istediğim yer değil.
Fotoğrafa bakıyorum. Neslişah Sultan’a. Ân/la ve varlıkla bütünleşmeyi başarmış ve öldü sanılan ruhu kendinde üreten ve fışkırtan o ruhun önünde secde edesim var.
İnsana yani..
Dini ve siyasi simgelerle şeytanın elinde bu denli oyuncak olduğumuz için övünmeliyiz kendimizle! Namus üzerinden vurduklarımızla ne denli övünsek azdır! Öyle ya elde kalan tek sermayemiz!
Oysa asıl namus vicdandır, düşünmek, düşünmenin hakkını vermek ve anlamaktır bunu unuttuk. Bu yüzden arsızız artık toplum olarak. Her gün birbirimizin üzerine kova kova küfür boca etsek de utanan yok, kendini eksik gören yok! Mağdur da, mâlum da, katil de maktul de müsâvi! Zıtların çarpışması değil çağın savaşı; zıtlığın kaybolması, zifire boyanması çağın, kelimelerin ve kavramların!
En fazla da ahlâkın!
Oysa başka bir boyutta tanrı, başka bir boyutta din, başka bir boyutta ruh yok. Her şey her ân o varlıktan fışkırmakta ve yenilenmekte. Her ân anladıkça doğmakta. İnsan biyolojik olarak bir anneden doğsa da, ruhun doğumu ve büyümesi kendi çabası ve çalışması kadardır.
Fotoğraftaki anneye, anâneye bakarken düşünüyorum. Evet… biz aslında bir eşarpla başımızı örtmedik, ruhumuzu, vicdanımızı örttük. Aynada ne denli Araplaşırsak o denli dindarlaşacağız zannettik! Esma’ül Hüsna edebiyatı yaparken ahlâkımızı pis çaputların altına örtmeye çalıştık! Toplumda herkes birbirinin ne mal olduğunu bildiği halde “kulculuk” rolümüzü sonuna kadar oynadık! Hadi itiraf edelim; iftiralarla birbirinin üstüne çıkanları, çalanları, vuranları hep bu dincilik, bilmem necilik ve cılık örtüsü altına gizlenenleri görmezlikten gelmedik mi? Al gülüm ver gülüm dünyası değil mi yaşadığımız hayat? Kim neresinden yaralanmışsa oradan aşağı çekmiyor mu diğerini? Kepçeyle verip kaşıkla almayan, yaptığını bozmayan, sevip de terk etmeyen var mı?
Biz yıllarca başımızı örtmedik, ruhumuzu bedenimizden uzak tutmaya çalıştık yalnızca. Ruhumuz, bilincimiz ve aklımız özünden mahrum ve mahkûm!
Sıyrılmalıyız bu örtülerden, maskelerden, simgelerden. Özümüzle, gerçek kişiliğimiz ve ahlâkımızla yüzleşmeliyiz. Geçmişimiz geçmiş anlayış ve kavrayışımızla gövdemizi birleştirmeliyiz. Çünkü boğuluyoruz artık bu simgelerle, nefes alamıyoruz.
Bir son bulmalı artık bu ikilik hatta üçlük…
Geçmiş ve gelecek şimdide ân’ın ruh ırmağından kaynamalı.
Senelerdir hiç doğmayan ruhlarımız artık doğmalı!
Çünkü insanın ruhu an/ladıkça, anladığı ve kavradığı ölçüde yaratılır!
Saliha MALHUN