Mustafa ERGÜN[i]
ÖZ
İnsanlık jeolojik zamanlar boyunca ve iklim değişimleri ile boğuşarak bugünlere gelmiştir. Buzul çağlarında 35º-40° K enlemleri arasına sıkışan canlı varlıkları daha sonra iklim ılımanlaştıkça daha kuzeye ve daha güneye kaymışlardır. Son 400 bin yılda dört buzul çağı yaşamıştır. Buzul çağlarında dar kuşak içinde Hazar-Turan bölgesine sıkışan insanoğlu, günümüzden 15 bin yıl önce geçirdiği Khavalyan Yükselimi (Nuh Tufanı; su seviyesi -150 metrelerde +50 metrelere yükselmiştir) ile bir şok yaşamışlardır. Bu felaket ile dünyanın ilk uygarlığı oluşmuştu. Burada yayılan insanları bir kolu Altay Dağları eteklerinden Sibirya düzlüklerinde ilerlemişlerdir. Buzul çağı sona ererken ve daha başlarında Bering Boğazı’na ulaşmışlardır. Bu devirlerde daha Amerikan kıtasında insan yaşamıyordu. Bu nedenle Amerikan yerli halkının Orta Asya ile hem genetik ve hem de dilsel bağlantıları vardır (özellikle Kazaklar ve Kırgızlarla). Sonuç olarak, Kızılderililerle Türkler arasında doğrudan bir genetik veya kültürel akrabalık olduğu konusunda kesin bir kanıt yoktur. Ancak, her iki halkın da benzer göç yollarını takip etmiş olması ve Orta Asya’nın steplerinde yaşayan atalarının izlerinin takip edilmesi, bu iki halk arasında tarihsel olarak bazı ortak noktaların olabileceğini gösteriyor. Bu durum, iki halkın kökenleri hakkında daha fazla araştırma yapılmasını gerektiren bir konu olarak kalmaktadır.
Anahtar Sözcükler: Sibirya; Bering Boğazı, Hazar-Turan, Kızılderililer
HUMANITY’S MARCH OF PEOPLE FROM TURAN THROUGH SIBERIA TO AMERICA
ABSTRACT
Humanity has survived geological time and climatic changes to this day. During the ice ages, living beings confined between latitudes 35°-40°N later shifted further north and further south as the climate warmed. It has experienced four ice ages in the last 400,000 years. During the ice ages, humanity, confined to the narrow Caspian-Turanian region, experienced a shock 15,000 years ago with the Khavalyan Uplift (Noah’s Flood; water levels rose from -150 meters to +50 meters). This catastrophe gave rise to the world’s first civilization. One branch of the people who spread here advanced from the foothills of the Altai Mountains to the Siberian plains. They reached the Bering Strait at the end of the ice age and at its very beginning. At this time, the American continent was not yet inhabited. Therefore, Native American people have both genetic and linguistic connections with Central Asia (especially with the Kazakhs and Kyrgyz). Ultimately, there is no definitive evidence of a direct genetic or cultural relationship between Native Americans and Turks. However, the fact that both peoples followed similar migration routes and traced their ancestors to the steppes of Central Asia suggests that they may have some historical commonalities. This remains a topic requiring further research into the origins of these two peoples.
Keywods: Siberia; Bering Strait, Caspian-Turan, Red Indians
GİRİŞ
Araştırmacılar, ilk insanların 5-7 milyon yıl önce insansı (hominid) varlıkların ortaya çıktığı kabul gören bir varsayımdır. 2,5 milyon yıl öncesine gittiğimizde avlanma, yiyeceklerin kabuklarını kırma gibi işler için sivriltilebilen taş aletler yapan ve kullanan ilk insansıları görüyoruz. İşte ilk alet yapımlarının başladığı 2,5 milyon yıl öncesi ile MÖ 10 bin arasındaki dönemi Paleolitik Dönem olarak kabul edebiliriz. Homo-erektus aynı zamanda ilk avcı olan insansı tür olarak bilinir. Ondan önceki türler sadece toplayıcıdır. Bu nedenle hayatta kalmaları çok daha zordu.
Coğrafik koşullar; sulak alanlar, kurak bölgeler, çöl ve orman dokusunun zengin olduğu bölgelerde kendine özgü yaşam biçimlerinin ortaya çıkmasına, buna sonucunda da insan eliyle yoğrulmuş uygarlıkların doğmasına neden olmaktadır. Uygarlığın aşamalar: Toplayıcılık; Avcılık; Tarım. Bir bölgede uygarlığının gelişmesi için şu olguların beraberce bulunmasına bağlıdır: Uygun iklim kuşakları (35º-40° K enlemleri arası); Zengin su kaynakları; Tarım; Metaller. Doğadaki “Evrim Yasası” gereğince, yalnızca “Değişen Koşullara ve Çevreye Uyum Sağlama” yeteneğine sahip olanlar ayakta kalmıştır.
Yerküremiz son dört yüz bin yılda dört Buzul Çağına girmiştir. Sun Buzul Çağı 12-120 bin arasında olmuştur. Dünya sıcaklıkları çoğunlukla 0°C altındadır. Buzul arası çağlar çok kısadır. İşte bu kısa sürelerde insanlar günümüzde olduğu gibi kutup bölgelerinde bile yaşam ortamı bulmuşlardır. 20 bin yıl önce oluşan Son Buzul Maksimumu zamanında tüm dünya insan sayısı 5 milyondur. Bununda çok büyük bölümü derinliği -150 metrelerde olan Güney Hazar derinlikleridir. Batı, Ortadoğu, Güney Asya ve Doğu Asya. Hazar-Turan bölgesi türlerin hem miktarı hem de kalitesi açısından olağanüstü bir evcil bitki ve hayvan varlığına sahiptir. Bu bağlamda, “kalite” insanlar için yararlılığı ifade eder. İnsan, sadece biyolojik değil; düşünsel, teknolojik ve toplumsal olarak da sürekli evrimleşen bir türdür. Bu evrim, hem doğayla ilişkilerimizi hem de birbirimizle olan bağlarımızı yeniden tanımlar.
Güneş enerjisinin tüm yönlere Güneş’ten eşit olarak aktığı düşünülür. Bu astronomik değişimler Yerkürenin güneş radyasyonunu düzenler ve Yerkürenin iklimindeki uzun-dönemli periyodik değişimler sonuçlanır. Yerkürenin dönme ve yörünge parametrelerinde iklimsel etkileri Milankoviç iklimsel değişimleri olarak bilinen 21 bin yıl, 41 bin yıl, 100 bin yıl ve 400 bin yıllık dönemsellikleri ile tanımlanmıştır. Son 400 bin yılda, Dünya dört buzul çağı geçirmiştir (Şekil 1).

Şekil 1. Antarktika Buzulunda son 400,000 yıldan fazla süre içindeki sıcaklık, CO2 ve toz yoğunluğu değişimleri.
Homo sapiens: Modern insan, yaklaşık 300.000 yıl önce Afrika’da ortaya çıktığı varsayılmaktadır. Homo neanderthalensis: Avrupa ve Batı Asya’da yaşayan, ölü gömme gibi kültürel pratikleri olan insan türüdür (Şekil 2). Bu insanlar son Buzul Çağı öncesi (130-140 bin yıl öncesi) ara buzul döneminde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Fakat aynı insan türleri Altay’da Denisova (Ayı Taşı) Mağarası’nda da bulunmaktadır. Burada bu son buluntu yerinin önemi ve coğrafik koşullarının sürekliliği açısından irdelenecektir (Ergün, 2025).
Şekil 2. Neanderthal-Denisova İnsanlarının Coğrafik Dağılımı.
Denisova Mağarası (Ayı Dağı Mağarası), Rusya Sibirya’daki, Altay Dağları’nda bulunan bir mağaradır. Mağara büyük paleoarkeolojik ve paleontolojik öneme sahiptir. Denisova insanın kemik parçaları ve yaklaşık günümüzden 40.000’e tarihlenen kalıntılar mağarada bulunmuştur. Mağarada 32.000 yıllık bir tarih öncesi at türü de keşfedilmiştir.
Bazı yayınlarda var olduğu yazılan, bazılarında ise uydurma olduğu öne sürülen Orta Asya’daki hayat kaynağı tatlı sulu içdenizlerin varlığı ve sonradan kuruyarak çoraklaştığı, çölleştiği jeolojik bir gerçektir. Henüz yeterince bilinmeyen husus, bu ortamlarda insanoğlunun nasıl bir hayat sürdürmüş olduğudur (Gerey, 2003). Daha önceki buzul ve buzul arası çağlarda görülmeyen ve bundan 15 bin yıl önce Hazar-Aral kapalı havzasının kuzeydeki buzul kütlesine çok büyük bir meteorun çarpması sonucu Hazar Taşkınları (Tufan) dünya uygarlığını değiştirmiştir. Yoksa daha önceki buzul çağlarında olduğu gibi hiçbir uygarlık yaratmamış olacaklardı. Bu olgulardan hareketle “ALTAY AKILLI İNSAN” kavramı iklim ve coğrafik koşullara bağlı olarak ele alınacaktır Adji, 2019). İşte bu insanların Sibirya üzerinden ve Bering Boğazını aşarak Amerika’ya geçişleri bu taşkınlardan sonra olacaktır.
İnsanların ilk defa Amerika’ya ne zaman yerleştiği konusu günümüzde hala bir çözülmesi gereken bir sorun olarak ortada durmaktadır. Bu olguya katkı yapmak amacıyla da Sibirya’da bu insanları geçebilme olasılığı irdelenecektir. Jeoloji, klimatoloji, antropoloji, tarih ve dilbilim gibi farklı disiplinleri tek bir büyük anlatıda birleştirerek insanlık tarihinin en önemli göç yollarından biri olan Bering Boğazı üzerinden insanları Amerika’ya ulaşımı irdelenecektir. Bu geniş kapsamlı olan konular üzerinde ayrıntılı bilgiler üzerinde derinlemesine girilmesi ise yukarıda belirtilen bilimsel konularda uzmanların derinlemesine araştırma yapması gerekmektedir.
HAZAR-TURAN HAVZASI
Hazar Denizi ve Turan havzası dünyanın en büyük kıta içi kapalı havzasıdır ve su toplama havzasıdır. Hazar ekosistemi, dünya okyanuslarına ait deniz seviye değişimlerinden bağımsız olarak kendine has su seviyesi değişimlerine sahip dünyanın en büyük kapalı bir havzadır. Batısında Hazar Denizi, kuzeyinde Kazakistan ve Tanrı Dağları, doğusunda Pamirler ve güneyinde ise Kopet Dağları ve Hindukuş Dağları bulunmaktadır (Şekil 3).
Hazar Denizi’nin doğusunda Türkmenistan yer almaktadır. Türkmenistan topoğrafik olarak daha çukur bir arazi üzerinde bulunmaktadır. Türkmenistan topraklarının beşte dördünü Karakum Çölü kaplar. Karakum Çölü Türkmenistan‘da 350,000 km2 bir alan kaplar. Biruni, 10. yüzyılda çölün eskiden deniz olduğunu ileri sürmüştür. Günümüz bilim adamları çölün kumlarının güneyde bulunan dağlardan akarsular tarafından taşındığı ileri sürülmüştür. Bu konu Hazar Denizi su seviye değişimlerinde incelenecektir; MS 1000’li yıllarda Hazar Denizi aniden yükselmiş bu da kuzeydeki Hazar Hanlığı üzerinde çok olumsuz etkileri olmuştur. Başkentleri İtil su altında kalmıştır.

Şekil 3. Orta Asya Turan Bölgesi.
Hazar Denizi taşkınların merkezi ve ilişkili olayların (deniz-seviye yükselimi, kıyısal değişimler ve kıyısal düz alanları su basması) paleocoğrafya için çok hassas bir göstergesidir. Bu havzadaki su miktarı aşırı bir şekilde artmış ve bu arada da fazla su ise Karadeniz’e akmıştır. Taşkın sırasında, Hazar Denizi yaklaşık bir milyon km2‘ye (günümüzde 371.000 km2) ve eğer Aral-Sarıkamış havzası da eklendiğinde 1,1 milyon km2‘ye ulaşmıştır. Karadeniz-Hazar Taşkınlarını yansıtan jeolojik, litolojik, paleontolojik ve jeomorfolojik bulguları Chepalyga (2007) tartışmıştır. Bu taşkın olayları (17 ila 10 bin yıl günümüzden önce) kıyısal düzlükler (denizel yükselimler), ırmak vadilerine (aşırı arası taşkınlar), ırmak boşalım alanları (buzul gölleri; termokarst) ve yamaçlarda üzerine izlerini bırakmıştır. Bu Hazar Taşkınları (Khavalyan Yükselimi) olarak bilinmektedir (Şekil 4).

Şekil 4. Hazar denizi’nin15 bin yıl öncesi TAŞKINLARI (-150m’den +50m) ve günümüze değişimi (Dolukhanov ve diğ. 2000) (NUH TUFANI). Tüm Taş Devri ören yerleri bundan 15 bin yıl önceki deniz seviyesi kenarlarındadır (Gobustan; Belek; Mankışlık; Manas-Ozen; Sukhaya Mecehetka).
Önce Sümer çivi yazılı metinlerde okunan TUFAN söylentisi daha sonra da din kitaplarına geçmiştir. TUFAN olayının nerede olduğu veya olabileceği hakkında birçok varsayım yapılmıştır. Hazar Denizi’nde su seviyesi 15 bin yıl öncesi aniden -150 metreden +50 metreye çıkmıştır. Su seviyesi günümüzde -28 metredir. Yaşam için su çok önemlidir. Onun için, tatlı suyun tedariki uygarlığın yaratılması ve sürdürülebilirliğinin olmazsa olmazlarındandır. Kazak Tufan Efsanesi şöyle der, Turan ovasında yerleşen TÜRÜ-İLKLER (belki de TÜRK sözcüğü kökeni olabilir mi?) mutlu yaşarken insanoğlunun bazıları işledikleri günahlar yüzünden buraları su basıyor.
Büyük Tufan esasında sadece üç büyük dinde değil, Kızılderililer, Çinliler, Hintliler, Avustralyalılar, Sümerler, Akadlar ve Babil kayıtları içeriğinde birçok uygarlığın kayıtlarında büyük bir tufan yaşandığından bahsediyor. Fakat bazılarının bahsettiği tufan eğer Nuh tufanı ise bunların insanlar tarafından yazıya kaydedilmesi hemen olmayıp kuşaktan kuşağa anlatılarak aktarıldıktan sonra olduğu için, tek Tanrılı dinlerle aynı şekilde anlatmalarını beklemek olanaklı değildir. Çünkü sözlü kültürün ve efsane anlatımının yaygın olduğu böyle uygarlıklarda her efsane anlatıcının kendinden bir şeyler katmaması ve insanlara çekici gelmesi için kendi mitlerini ve kahramanlarını ya da kendi pagan Tanrılarını gerçek olaya karıştırmamaları olanaksızdır. Bu yüzden Nuh tufanı da mitolojik anlatılar içinde kaybolacak, benzer bazı noktalar kalsa da gerçekler çoğunlukla değiştirilecektir.
UYGARLIĞIN DÜNYA’YA YAYILIŞI
Ari ırk kuramının kurucularından Fransız aristokratı Kont Arthur de Gobineau’ya (1816–1882) göre Arilerin anavatanı Soğdanya (Özbekistan) ve Orta Asya tüm uygarlığın beşiği. Zamanla bu görüş benimsenerek Aryanların anayurdunun Orta Asya ve Bakterya (Hazar-Turan) civarında olduğu kabulü yaygınlık kazanmıştır. Lorenzo Burge’da “Pre-Glacial Man and The Aryan Race (1887)” adlı eserinde Aryanların atalarının MÖ 15.000 dolayında Orta Asya’da ortaya çıktığını ve burada büyük bir uygarlık yarattıklarını iddia etmiştir (Şekil 5). Bu Uygarlığı yaratan insanlar Buzul Çağının sona ermeye başlamasıyla da aryanlar Orta Asya’dan yeryüzüne yayılarak yeryüzüne medeniyeti yaymışlardır. Alman hukukçu Rudolp von Jhering de “The Evolution of the Aryan” adlı eserinde Aryan anavatanını Orta Asya/Baktrerya (Hazar-Turan) olarak kabul etmiştir. Aryan kuramcılarına göre Ariler bütün diğer halklardan üstün, sakin ve sağlam karakterli, sürekli çabalayan, düşünsel açıdan parlak, uzun boylu, açık tenli sarışın bir ırktılar. Orta Asya’dan dünyaya yayılan Arilerin diğer halkları kolayca yönetimleri altına almaları bu şekilde açıklanmıştır. Ari sözcüğü Türkçe ve Sümerce Ara (İyi, saf) sözcüğünden türemedir.
Şekil 5. Turan’dan uygarlığın dağılış yolları.
Gordon Childe (1926) “Aryanlar” adlı çalışmasında uygarlığı dünyaya yayanların Aryanlar olduğunu söylemektedir. Bu bağlamda arkeolojik bulguları, tarihsel bütünlüğü ve gelişimini kavrayıp yorumlamıştır. Gordon Childe, arkeolojiye ilerici bir bakış açısı getirmiştir (zamanında da komünistlikle suçlanmıştır). Neolitik ve Şehircilik Devrimi kuramlarını arkeoloji dünyasına kazandırmış, insanların avcılık ve toplayıcılıktan yerleşik düzene geçiş sürecini açıklayan bir model olan vaha kuramını savunmuştur.
Denisovalılar şimdiye kadar Sibirya’daki Altay Dağları’ndaki Denisova Mağarası’ndan biliniyor. Bunun nedeni bu bölgelerde araştırmaların azlığı ve eksikliğidir. Mağarada 22 arkeolojik katman var. Şu ana kadar sadece yarısına, yani 11. katmana kadar inildi ama şimdiden 80.000 belge, Homo sapiens’in bu bölgede en az 300.000 yıldır yaşadığını ortaya koymuştur.
Daha derin katmanlarda bu süre 800-900 bin yıla kadar çıkabilir! Dünya’da bu tür buluntular bulundukları yerin adıyla anılırlar. Fakat burada bu işlem yapılmamıştır. Bulanın kişinin adı DENISOVA verilmiştir. Bu yerin adı AYI DAĞI MAGARASI olarak bilinmektedir. Dolayısıyla adı da AYI DAĞI olmalıdır. Biz bu insanlara “ALTAY AKILLI İNSANI” diyoruz. Bu insanlar yok olmamış ve bulundukları Hazar-Ceyhun havzası (Dünyanın en büyük kapalı havzası) bölgesinde hem Buzul ve hem de Buzul arası çağlarda da var olmuşlardır.
Rus araştırmacı Murat ADJİ (2019): Kadim Altay’ı incelemek yıllarca sürdü. Bugün bilindiği gibi, orada bir zamanlar özel bir insan “tipi” yaşıyordu: “Homo sapiens altaensis”¸ Altay Akıllı İnsanı! Türk kültürü oradan çıkmıştı. Bu kültürü daha yakından tanımak istedim; kim, ne, nasıl gibi sorularım vardı. Altaylıların sırları, simgeleri ve en önemlisi diğer insan uygarlıklarından farklı oluşu ilgimi çekiyordu. Bu büyük sırrı çözmek isterdim. Antropolojik bakımdan farklı kabilelerden nasıl tek bir halk oluşabilmişti, Altaylılar nasıl yenilmez bir birlik kurabilmişlerdi?
Aryanların atalarının MÖ 15.000 dolayında Orta Asya’da ortaya çıkmış ve burada büyük bir uygarlık yaratmışlardır. Bu Uygarlığı yaratan insanlar Buzul Çağının sona ermeye başlamasıyla da aryanlar Orta Asya’dan yeryüzüne yayılarak yeryüzüne medeniyeti yaymışlardır. Bu bölgede Dünya’ya yayılan insanlar belleklerinde bu felaketin (TUFAN) anılarını taşımışlardır. Buzul Çağı’nın sona ermeye başlamasıyla aryanlar Orta Asya’dan Uygarlığı (BİLGİ) yaymışlardır (Şekil 12). BİLGİ insanın doğasıyla eşdeğer bir kavramdır. Bilgi yok olmaz fakat bir yerde doğanın yarattığı nedenlerle gerilerken buradan göç eden insanlar onu yeni gittikleri yerlere taşırlar. Gittikleri yerin yaşam biçimleri ve inançları ile yoğrularak yeni inanç düzenleri ve yaşam biçimleri oluştururlar.
SİBİRYA
Sibirya kelimesinin etimolojik söz kökeni henüz tespit edilememiştir. Fakat yorumlamalar dikkate alınırsa bilim adamlarının çoğu kelimenin kökeni için Eski Türkçe kelimelerden tespit edebilmektedirler. Sayısız Kar fırtınaları sebebiyle kar tozu süprülmesi, Seber, sübür şeklindeki eski adı da dikkate alınarak Tatar Türkçesinde süpürmek anlamına geldiği belirtilir. Sib (uyuyan), yir (yer, toprak) olarak da Tatar Türkçesinden yorumlayanlar vardır. Aynı zamanda tarihi Türk topluluklarından bazılarında Sibir adı görülür. 13. Yy.’da İranlı yazarların eserlerinde “Sebur” olarak geçer. Adın Türk kökenli “su” ve “bir” (vahşi toprak) kelimelerinin birleşimi olabileceği de öne sürülüyor. Rus yıllıklarında (kronik) ilk olarak 15. Yy.’dan itibaren bu adı günümüz Sibirya bölgesi için kullanıldığını görüyoruz.

Şekil 6. Genç Buzul Maksimumu buzul yayılış alanı (20 bin yıl öncesi).
Yaklaşık 12 bin yıl önce sona eren buzul çağı boyunca dünyamızın %32 gibi devasa bölümü buzullar altındaydı. Isınmayla beraber karaların %10’unu kaplamış bulunuyor. Yine bu oran küçük sayılmaz. Tam olarak bu alan 15 milyon km2 gibi bir alanı kaplamaktadır. Karalar üzerinde bulunan en büyük buzul kütlesi Himalayalar, Pamirler ile Altay ve Tanrı Dağları üzerindedir. İşte Sibirya düzlüğü bu buzulların kuzeyinde yer almaktadır (Şekil 6). Kuzeydeki kutup bölgesi ile güneydeki dağlar üzerindeki buzullar arasındaki düzlük bölgedir.
Sibirya, Rusya’nın, Ural Dağları’ndan Büyük Okyanıs’a kadar uzanan topraklara verilen ad. Kuzeyinde, Arktik Okyanusu, doğusunda Pasifik Okyanusu, güneyinde Altay Dağları ve Stanovoy Dağları bulunur. Batısında ise Ural Dağları vardır (Şekil 7).

Şekil 7. Sibirya’nın genel morfolojisi.
Yarı çorak Kazakistan bölgesinde Kutup Denizi’ne doğru uzanan büyük alçak yayla, Batı Sibirya’nın en tabii fiziki özelliğidir. Bu yayla 2,5 milyon km²’lik yüzölçümüyle dünyanın en büyük yaylalarından biridir. Genellikle düz bir arazidir. Kıyıdan 1600 km kadar içeride bulunan Omsk şehri deniz seviyesinden sadece 82 m kadar yüksektedir. Fakat bu düzlük güneydoğuda Altay Dağları tarafından bozulur. Rusya Federasyonu sınırındaki bu dağların en yüksek noktası Beluka Tepesi, yaklaşık 4620 m’dir.
Genel olarak kara iklimi hüküm sürer. Kışları çok soğuk geçer. Yaz ve kış günleri arasındaki sıcaklık farklılığı oldukça yüksektir. Ortalama ocak ayı sıcaklığı Tomsk’da -21 °C kadardır. Tomsk şehrinde kar yaklaşık 6 ay toprakta kalır. Sibirya’nın iklimi dramatik olarak farklıdır (Şekil 8). Kuzey kıyısında (Kuzey Kutup Dairessi’nin) çok kısa süren yaz mevsimi vardır (yaklaşık bir ay uzunluğunda). Sibirya’nın iklimi dramatik olarak farklıdır. Kuzey kıyısında (Kuzey Kutup Dairessi’nin) çok kısa süren yaz mevsimi vardır (yaklaşık bir ay uzunluğunda).

Şekil 8. Sibirya’nın bitki örtüsü çoğunlukla tayga, kuzey ucu kenarında tundra kuşağı ile geniş yapraklı ve karışık ormanları ile güney bölgesi.
Hemen hemen bütün nüfus güneyde Trans Sibirya Demiryolu hattı boyunca yaşar. Buradaki iklim “subarctic” olarak adlandırılan genellikle çok soğuk kışları ve kısa ılık yazları olan bir iklime sahiptir. Güvenilir büyüme mevsimiyle (bol güneş ışığı ve son derece bereketli kara topraklarıyla) Güney Sibirya verimli tarıma uygundur. Sibirya’da yağış genellikle düşüktür. Sadece Kamaçatka’da 500’mm’yi aşar. Burada nemli rüzgârlar Ohotsk Denizi’nden yüksek dağların üzerine akar ve Muson etkisi güney ucundaki Primoyen’nin çoğunda ağır Yaz yağmurlarını üretir. Bölgenin adı çıkmış olan çok soğununa rağmen karın yağışı özellikle bölgenin doğusunda genellikle tamamıyla hafiftir.
Denizel ve gölsel su kütleleri Aral’dan Marmara Denizi’ne kadar uzanan Avrasya havzalarının çağlayanlarını oluşturmuştur (Chapalyga, 2007). Taşkının doruğunda, Hazar Denizi’nde su seviyesi daha önceki seviyesinden 190-200 m kadar yükselmiştir. Taşkın, İskandinavya buzul katmanın erimesi (yalnızca başlangıç aşamasında), ırmak vadilerindeki aşırı taşkınlar, tundraların ergimesi, donmuş toprak koşullarında daha yüksek akış katsayısı, su toplama alanının Orta Asya’ya doğru uzaması ve su yüzeyinden düşük buharlaşma (kışın buz örtüsü) gibi nedenlerle birkaç kaynaktan beslenmiştir. Bu çekilme kıta üzerindeki temel su dengesi sonucu oluşmuştur. Arktik Okyanusa tatlı su akımını azaltmış, Aral, Hazar, Karadeniz ve Baltık Denizi’ne tatlı su akımını aşırı bir şekilde arttırmıştır. Bunun sonucu olarak, yön değiştiren ırmakların tortul toplanma alanı olan Aral ve Hazar Denizleri (bu arada Türkçe ’de “Aral Denizi”; “Adalar Denizi” demektir) üzerinden Doğu Sibirya’da başlayıp Akdeniz’de sona eren dünyanın en uzun ırmağı oluşmuştur (Şekil 9). Nuh Tufanı bu ırmak üzerinde olmuştur ve insanlık tarihi üzerinde derin etkileri olmuştur. İnsanoğlu bu ırmak boyunca Buzul ve Buzul arası Çağlarda hep var olmuştur. Bu bölgede Denisova insanı bulunmuştur. İnsanoğlu her devirde var olmuştur.

Şekil 9. Avrasya buzul tabakaları, buzul önü göller ve Sibirya’dan Akdeniz’e yön değiştiren ırmak (Grosswald, 1998). Dünyanın en uzun ırmağı. İlk Uygarlık alanı.
Bu ırmağın doğuya doğru uzantısı Doğu Sibirya’ya kadar uzanmaktadır. Bu kuşak üzerinde ilerleyen insanlar değişen iklim koşullarına göre doğuya doğru ilerleyerek Bering Boğazı’na ulaşmışlardır. Bu zorlu ilerleyiş iklim değişimleri ve Hazar Denizi’nin her 500-600 yılda bir inip çıkmasıyla son 15 bin yıldan beri devam etmektedir. Hazar Denizi su seviyesi değişimleri son 15 bin yıldan beri devam etmektedir. Günümüzde Hazar Denizi seviyesi +50 metrelerden -28 metreler inmiştir. Bu durumda bölgede Kara kum ve Kızıl Kum çöllerini oluşmasına neden olmuştur. İklim değiştikçe de insanlar daha dağlık ve kuzey bölgelerine gitmişlerdir. İşte Doğu Sibirya’da başlayıp Aral ve Hazar Denizi’ne ulaşan Irmak boyunca uygarlıklar oluşmuştur. Daha doğuya gidenler ise Buzul Çağı sonlarında daha kara iken Bering Boğazı’ndan Amerika’ya insanlar geçmişlerdir (Şekil 10).
Bu ilerleyiş sıralarında soğuk ve uygun olmayan iklim koşullarında, yalıtılmış ortamlarında yaşamışlardır. Avrasya bozkırında Neolitik uygarlık dönemleri saptanmıştır. Bu uygarlık dönemlerinden biri de Urallardan Hakasya bozkırlarına kadar yayılmış, en çok da Kazakistan topraklarında anıtlar bırakmış olan Andronovo Uygarlığıdır (Ergün, 2025). Fakat daha kuzeye ve doğuya gittikçe uygarlık ortamından uzaklaşmışlardır.
Şekil 10. Hazar-Turan bölgesinde insanların Amerika’ya ilerleme yolu.
BERİNG BOĞAZI
Bering Boğazı, Asya’nın en doğu noktası (169° 44′ W) ile Amerika‘nın en batı noktası (168° 05’ W) arasında bir boğazdır. Günümüzde Rusya ile ABD (Alaska) arasında coğrafi bir sınır konumunda olması ile birlikte Amerika ve Asya kıtalarının birbirine en yakın olduğu yerdir (Şekil 11). Boğaz yaklaşık 92 km genişliğinde, 30 – 50 m derinliğindedir ve kuzeyindeki Chukchi Denizi (Arktik Okyanusu) ile güneyindeki Bering Denizi’ni (Büyük Okyanus) birbirine bağlamaktadır. 1648 yılında Semyon Dezhnev tarafından geçildiği kabul edilmesine rağmen; ismini boğazı 1728 yılında geçen Rus asıllı Danimarkalı kâşif Vitus Bering’den almıştır.
Buzul çağı sırasında boğazın bir kara köprüsü vazifesi gördüğü bilinmektedir. Bazı bilim adamları, bu çağlarda suların büyük kısmının buzula dönüşerek deniz seviyesini düşürdüğüne ve daha fazla kara parçasını göz önüne çıkardığına inanmaktayken; bazıları da boğazın tamamen donduğunu, böylelikle insanlarla hayvanların üzerinden geçmesinin mümkün olduğuna inanmaktadır.
Şekil 11. Bering Boğazı.
Bu bağlamda, Amerika’ya insanların ulaşımı 30 bin yıl öncesine giden varsayımlar vardır. Olasılıkla Sibirya’dan çıkıp yürüyerek yaklaşık 10,000 yıl öncesine kadar Alaska ile Avrasya arasında bulunan Bering’den geçtiler. Bering Boğazı’nın bulunduğu konum günümüzde artık sular altında. Buzun çokluğuyla deniz seviyeleri bugüne kıyasla daha düşüktü ve Sibirya ve Alaska arasında bir toprak şeridi ortaya çıkmıştı. İnsanlar ve hayvanlar Asya’dan Kuzey Amerika’ya rahatlıkla yürüyebiliyordu. Bu toprak köprünün adı da Bering Boğazıdır (Şekil 12).

Şekil 12. Son Buzul Çağı’nda insanların Bering Boğazı üzerinden, Sibirya’dan Amerika’ya yürüyüşü.
Son Buzul Maksimum olarak bilinen zaman aralığında avcı toplayıcı grupları bugünkü Sibirya’dan doğuya doğru hareket ettiler. Kanada’daki Montreal Üniversitesi’nden Lauriane Bourgeon şöyle diyor: “Bering’e ulaşan ilk insanlar muhtemelen ufak ve hareket halindeki gruplardı ve yine muhtemelen mevsimsel kaynaklara bel bağlamışlardı.” Bu insanlar sığınak bulmayı da başarmışlardı. Bering’inn ortası, arkalarında bıraktıkları buzlu topraklara göre çok daha cazip bir çevreydi. İklim biraz daha nemliydi. Isınabilmek için odunsu çalılardan oluşan bitki örtüsünü kullanmış olmalılardı.
Birleşik Krallık’taki London Üniversitesi’nden, geçmiş iklimleri yeniden inşa eden Scott Elias, Bering’in ayrıca büyük memeliler için de ideal bir otlak olduğunu, böylece avcı toplayıcıların avlayacak bir şeyleri olduğunu söylüyor. Birkaç bin yıl boyunca orada kalıp Bering’i vatan edindiklerini artık biliyoruz. Bu fikre de Bering Duraklaması Hipotezi (Beringian Standstill Hypothesis) adı veriliyor. Bu durumda günümüzden 5-6 bin yıl önceki dünya ikliminde hızlı ısınmayla birlikte deniz seviyesi de hızla yükselmiştir. İşte bu Bering Boğazı’ndaki alçak yerler su altında kalmıştır. 2007’de yapılan bir çalışmaya göre, bu duraklama izole olmuş insan gruplarının arkalarında bıraktıklarıyla genetik farklılıklara sahip olmalarına yol açtı.
Yani bu uzun duraklama, buzlar sonunda geri çekildiğinde Amerikalar’a gelen insanların, binlerce yıl öncesinde Sibirya’yı terk eden bireylere göre genetik farklılıklara sahip olduğu anlamına geliyordu. Gainesville’deki Florida Üniversitesi’nden Connie Mulligan şöyle diyor: “Her ne kadar tartışmaya açık olsa da, bu sürecin en önemli bölümlerinden birini Bering’de yaşananlar oluşturuyor. Bering’de geçirdikleri zamanda, insanlar Asyalılardan ayrılıp Amerikan Yerlisi (Kızılderili) olmaya başladılar.” O zamandan beri de diğer genetik kavrayışlar duraklama hipotezini destekler nitelikte oldu. Hatta Elias ve arkadaşları, insanların Bering’den 10,000 yıl kadar kımıldamadıklarını ileri sürdüler. Buzlar nihayetinde geri çekilmeye başlayınca (günümüzden 5-6 bin yıl önceki hızlı ısınma) da insan grupları Amerikaların farklı kesimlerine olan yolculuklarına başladılar.
AMERİKA YERLİLERİ VE DİLLERİ
Günümüzde dünyadaki diller ve dil topluluklarının dağılımı yalnızca toplulukların yeryüzündeki dağılımının basit bir sonucu değildir. Eğer öyle olmuş olsaydı, diller aile ağacının, Darwin tarafından ileri sürülen dağılımlar ve gelişigüzel mutasyonların basit benzeşimi olurdu. Bununla beraber, belirli bir bölgede konuşulan dil bir diğeri tarafından değiştirildiğinde, dilin değiştirilmesi olgusu çoğunlukla kısmi olarak toplulukların da değişimini kapsar. Dünyanın en büyük dil aileleri çiftçiliğin yayılmasıyla ilişkili dil değişimi işlevlerinin mevcut coğrafik dağılımlarına borçludurlar. Bu bağlamda uygarlığın tetiğini çeken tahıl (buğday) tarımı ile ilişkilidir.
Avrupa, Asya ve Afrika kıtalarındaki temel dilleri şu şekilde sınıflandırabiliriz: Arapça, Farsça, Türkçe, Hintçe, Yunanca ve Avrupa dilleri (Şekil 13). “Hint-Avrupa Ari Irkı” ve buna bağlı “Hint-Avrupa Dil Ailesi” “bilimsel” efsanesinin en önemli dayanak noktası Sanskritçedir. Çünkü Sanskritçe yazılı belgeler bundan dört bin yıl öncesine kadar dayanır. Batılı hâkim dil-tarih kuramı, değişik nedenlerle Hintçeyi, bir kök dil olarak Yunan-Latin dilleri kadar önemser. Kurama göre Arap-Sami dilleri gibi, geniş coğrafyada yer alan eski ve yeni pek çok dil ve bu arada Turani diller de ailenin dışında kalır. Bunlar “barbar” kavimler, kültürlerdir.

Şekil 13. Dünyadaki temel dil gruplarının dağılımı.
”Türk” aslında bir ırk değil de üst tanımlamadır. Yani büyük bir aileyi kapsayan koca bir şemsiyedir. Türk adı altında iki ana grup bulunur biri Oğuz diğeri Kıpçak. Kıpçak Türkleri: Kazak, Özbek, Kırgız dediğimiz doğu Türkleridir. Kıpçaklar, Seyhun, İdil ve Don arasında, Kafkas ve Kırım dağlarında, Hazar’ın Kuzey düzlüğü ile bugünkü Kazakistan’ın orta ve kuzeybatı kısmında yaşayıp pek çok Türk kavmi ile karışmışlardır. Oğuz Türkleri ise Orta Asya’nın Turan bölgesinden çıkmadır. Turan, Orta Asya’da, Ceyhun ve Seyhun nehirleri arasında kalan tarihi bölgedir. Bugün bu bölge Kazakistan, Özbekistan ve Türkmenistan arasında bölünmüştür. Günümüzün Anadolu Türkleri’nin soydaşları esasen Orta Asya’daki Kazaklar ve Kırgızlar değil, Türkmenistan, Azerbaycan Türkleridir (Şekil 14). Ayrıca Macarca ve Fince dil yapısı bakımdan Türkçe ile benzerliği vardır (Ergün, 2024).

Şekil 14. Türk dilinin dağıldığı coğrafya (Değişik renkler Türkçelerin diyalektleridir).
Dil çalışmaları tarihin ve insanoğlunun zekâsının gelişmesini anlamakta anahtar rolü oynamaktadır. Bu yolla biz geçmişin bilinmeyenlerine daha iyi ulaşabiliriz ve insanoğlunun ve zihinsel akılcı kodlarını ve şifrelerini doğru olarak çözebiliriz. “Sanskritçe” “İndo-Avrupa Aryan Irkı” kuramının ve bununla ilişkili dil ailesinin başlangıç noktasıdır. Bazı batılı düşün adamları Sanskritçenin en aşağı 4 bin yıl öncelerine gitmekte olduğunu ileri sürmüşlerdir. Günümüzde bu dil Hindistan’da birçok dilin doğmasına neden olmuş olmasına karşın ortadan kalkmış ölü bir dildir. Batılıların bu kuramına göre, Yunanca ve Latin dilleri (tüm Avrupa dilleri) uygarlığın temeli olduğuna inanmaktadırlar. Bu nedenle, bunun dışında kalan tüm diğer dilleri (başta Arap-Sami ve Turani diller) “barbarik” uygarlıklar olarak tanımlamışlardır.
Uygarlığın beşiği olan Hazar-Turan havzasında doğuya doğru giden insanlar kök dilleri olan Türkçe’yi doğuya doğru götürmüşlerdir. Fakat binlerce yıla yayılan bu yayılma günümüzde temel dil olarak kabul gören Anadolu Türkçe’sinde çok farklı olacaktır. Doğuya giden bu insanların dilleri günümüz Kazak ve Kırgız Türkçelerine daha yakın olacaktır.
TARTIŞMALAR
Türkler ve Kızılderililer arasındaki olası bir akrabalık, uzun yıllardır çeşitli tartışmalara ve araştırmalara konu olmuştur. Çoğu zaman bu tür konular, halk arasında mitler ve efsanelerle şekillenir. Ancak, günümüzde genetik, dilbilimsel ve kültürel araştırmalar bu tür bağlantıların olup olmadığını daha net bir şekilde anlamaya yardımcı olmaktadır. Kızılderililer ve Türkler arasındaki benzerliklerin ne kadar gerçek olduğu, hem tarihsel hem de bilimsel bakış açılarıyla ele alınmalıdır. Bu makalede, Kızılderililerle Türkler arasındaki olası akrabalık hakkında tartışılan noktalar incelenecek ve çeşitli sorularla bu konuda daha fazla bilgi verilecektir.
Türkler ve Kızılderililer arasında genetik bir bağ olup olmadığı, genetik araştırmalar ve DNA analizleri ile açıklığa kavuşturulmaya çalışılmaktadır. Son yıllarda yapılan araştırmalar, bazı benzerliklerin varlığını ortaya koymuş olsa da, bu benzerliklerin sadece yüzeysel olduğu ve çok eski çağlardan kalma göçlerin etkisiyle oluştuğu düşünülmektedir.
Dilsel açıdan, Türkler ve Kızılderililer arasında yakın bir ilişki olduğu iddiaları da bulunmaktadır. Türk dili, Altay dil ailesine aittir ve bu dil ailesi, özellikle Orta Asya’da geniş bir coğrafyada konuşulmaktadır. Kızılderili dillerinin ise, farklı dil ailelerine ait olduğu ve birçok yerel dilin birbirinden çok farklı yapılar gösterdiği bilinmektedir. Bununla birlikte, bazı dilbilimciler, Altay dil ailesinin Kuzey Amerika dillerine benzer bazı unsurlar taşıyabileceğini öne sürmüşlerdir. Bu tür benzerliklerin, dilsel gelişim ve göç yolları hakkında yeni tartışmalara yol açtığı söylenebilir. Ancak, günümüzde genetik, dilbilimsel ve kültürel araştırmalar bu tür bağlantıların olup olmadığını daha net bir şekilde anlamaya yardımcı olmaktadır. Kızılderililer ve Türkler arasındaki benzerliklerin ne kadar gerçek olduğu, hem tarihsel hem de bilimsel bakış açılarıyla ele alınmalıdır.
Türkler ve Kızılderililer arasında genetik bir bağ olup olmadığı, genetik araştırmalar ve DNA analizleri ile açıklığa kavuşturulmaya çalışılmaktadır. Son yıllarda yapılan araştırmalar, bazı benzerliklerin varlığını ortaya koymuş olsa da, bu benzerliklerin sadece yüzeysel olduğu ve çok eski çağlardan kalma göçlerin etkisiyle oluştuğu düşünülmektedir.
Dilin tarihsel gelişimi ve halkların göç yolları göz önünde bulundurulduğunda, bazı araştırmalar bu halkların atalarının aynı coğrafyalardan geldiği ve zamanla farklı dil aileleri geliştirdiği tezini savunmaktadır. Türkler ve Kızılderililer arasındaki olası bir akrabalık, uzun yıllardır çeşitli tartışmalara ve araştırmalara konu olmuştur. Çoğu zaman bu tür konular, halk arasında mitler ve efsanelerle şekillenir. Ancak, günümüzde genetik, dilbilimsel ve kültürel araştırmalar bu tür bağlantıların olup olmadığını daha net bir şekilde anlamaya yardımcı olmaktadır. Kızılderililer ve Türkler arasındaki benzerliklerin ne kadar gerçek olduğu, hem tarihsel hem de bilimsel bakış açılarıyla ele alınmalıdır. Bu makalede, Kızılderililerle Türkler arasındaki olası akrabalık hakkında tartışılan noktalar incelenecek ve çeşitli sorularla bu konuda daha fazla bilgi verilecektir.
Taşkın sularından korkan insanlar Tanrıya ulaşmak için TEPELERİ kutasamışlar ve buralarda tapınaklarını yapmışlardır. Avrasya taşkın olayları belki de eski Ön-Aryanların hafızalarında tutulmuş ve eski yazıtlarında yer almıştır. Aynı zamanda eski Mezopotamya yerleşimcileri de bunlara yer vermiş ve kutsal kitaplara geçen Tufan hikâyesi doğmuştur. Tüm eski yerleşim yerlerinin adı TEPE olarak olarak yer almaları insanların Hazar Taşkınlarında kurtuluş yerleri olarak buraları görmeleridir. Daha sonra oluşan delta uygarlıklarında ise Mezopotamya’da zigguratlar ve Mısır’da ise piramitleri yapmışlardır. Dünya’nın ilk tapınağı ola Kudüs Tapınağı ise aslında bir ziggurattır (Ergün, 2025). Sibirya üzerinden doğuya giden insanlar bu inançlarını ilkel haliyle korumuşlardır.
Atatürk’ün Meksika’ya Aztek uygarlığını incelemek üzere görevlendirdiği Hasan Tahsin Mayatepek, Soyadının Mayatepek olmasının nedeni, MAYA dilinde tepe sözcüğünün “TEPEK” olmasından ileri gelir. MAYA kültüründeki güneşe tapınma eyleminin ORTA ASYA’daki güneş TAPINMA ile olan ilişkisini incelemiştir. Deniz seviyesindeki bu gibi ani değişimler o devrin insan toplulukları üzerinde aşırı baskılar yapmış olmalıdır ve su baskınları kültürel bellekte Büyük Taşkın (Tufan) olarak kalmıştır. Ayrıca su baskınlarından korunmak için tepelere sığınmışlar ve etrafına hendekler kazmışlardır. Meksika’da yer alan Çapultepek (Chapultepec) parkın adı ilginçtir. Bu ad. Aztek dilinden gelen ve bölgeye verilen bu ad, “Çekirge Tepesi” anlamındadır. Başta Maya dili olmak üzere, Aztek ve daha birçok yerli dilinde “Tepek”, Türkçe “Tepe” anlamına geliyor. Bu hem ses hem de anlam olarak benzerlik denk gelebilecek bir durum değildir. Kaldı ki yerli dilinde Çekirge anlamına gelen Çapul da Türkçe bir sözcüktür ve “akın, saldırı, yağma” vb. anlamlara gelmektedir. Bu durum bize çekirgelerin toplu olarak yaptığı akınları ve yağmaları akla getirmektedir. Bu benzerlik, yerli dilinde Çekirgeye bir eylem olarak Çapul anlamı ve adı yüklemiş de olabilir. Görüldüğü üzere bunlar, hem ses hem de anlam olarak dilimizde ortak kullandığımız ve “sonradan bulma” değil; “doğanın en temel yapıları olan” dağ (tepe) ve hayvan (çekirge) adı olarak kullanılmış sözcüklerdir (Ergün, 2025).
Türklerin ve Kızılderililerin ataları, Asya’nın kuzey bölgelerinde yaşadıkları ve zamanla farklı coğrafyalara göç ettikleri için benzer genetik mirasa sahip olabilirler. Özellikle, Kızılderili halklarının atalarının, Bering Boğazı üzerinden Kuzey Amerika’ya göç eden Asyalı halklardan geldiği bilinmektedir. Bu göçler, tarihsel olarak yaklaşık 12.000 yıl öncesine dayanır. Bu dönemde, Orta Asya’nın steplerinde yaşayan bazı halkların, Türklerin atalarıyla da genetik benzerlikler taşıyor olabileceği mümkündür.
Bununla birlikte, bu benzerliklerin genetik açıdan ne kadar derin olduğu hala kesin olarak kanıtlanmış değildir. Her iki grubun da farklı coğrafyalarda evrimleşmiş olmaları, genetik farkların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Türklerin Orta Asya’dan gelen ve farklı etnik gruplar ile birleşen bir halk yapısı oluşturdukları, Kızılderililerin ise Kuzey Amerika’nın özgün çevresinde gelişen bir kültür ve genetik yapıya sahip oldukları düşünülmektedir. Türkler ve Kızılderililer arasında dikkat çeken bazı kültürel benzerlikler de bulunmaktadır. Özellikle, her iki halkın göçebe yaşam tarzı, hayvancılıkla uğraşmaları ve doğayla iç içe olmaları benzer özellikler gösterir. Türklerin Orta Asya’daki atlı göçebe yaşamı ve Kızılderililerin Kuzey Amerika’daki göçebe kültürleri arasında bazı paralellikler olduğu söylenebilir.
Örneğin, her iki kültür de atları önemli bir ulaşım aracı ve savaş aracı olarak kullanmışlardır. Atlı savaşçılık, hem Türkler hem de Kızılderililer için hayati bir öneme sahipti. Ayrıca, her iki halk da doğayla güçlü bir bağ kurmuş ve çevrelerine saygı göstererek yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bu benzerlikler, bazı araştırmacılar tarafından kültürel bağlantıların bir göstergesi olarak yorumlansa da, bu benzerliklerin bağımsız bir şekilde gelişmiş olabileceği de göz önünde bulundurulmalıdır.
Tarihsel efsaneler ve halk hikayeleri, Kızılderililerle Türkler arasındaki akrabalık konusuna dair pek çok iddiada bulunmuştur. Özellikle, bazı halklar, Türklerin ve Kızılderililerin eski zamanlarda birbiriyle temas halinde olduğuna inanırlar. Bu efsaneler genellikle, bu iki halk arasında bir tür köken bağlantısı arar. Ancak, bilimsel veriler, bu tür iddiaların çoğunu çürütmüştür. Türkler ve Kızılderililer arasındaki olası bir akrabalık, uzun yıllardır çeşitli tartışmalara ve araştırmalara konu olmuştur. Çoğu zaman bu tür konular, halk arasında mitler ve efsanelerle şekillenir. Ancak, günümüzde genetik, dilbilimsel ve kültürel araştırmalar bu tür bağlantıların olup olmadığını daha net bir şekilde anlamaya yardımcı olmaktadır. Kızılderililer ve Türkler arasındaki benzerliklerin ne kadar gerçek olduğu, hem tarihsel hem de bilimsel bakış açılarıyla ele alınmalıdır. Bu makalede, Kızılderililerle Türkler arasındaki olası akrabalık hakkında tartışılan noktalar incelenecek ve çeşitli sorularla bu konuda daha fazla bilgi verilecektir.
Sonuç olarak, Kızılderililerle Türkler arasında doğrudan bir genetik veya kültürel akrabalık olduğu konusunda kesin bir kanıt yoktur. Ancak, her iki halkın da benzer göç yollarını takip etmiş olması ve Orta Asya’nın steplerinde yaşayan atalarının izlerinin takip edilmesi, bu iki halk arasında tarihsel olarak bazı ortak noktaların olabileceğini gösteriyor. Bu durum, iki halkın kökenleri hakkında daha fazla araştırma yapılmasını gerektiren bir konu olarak kalmaktadır. Kızılderililer ve Türkler arasındaki benzerlikler, tarihsel ve kültürel bağlamda, insanlık tarihinin karmaşıklığını ve halkların evrimsel yolculuklarını anlamamız için önemli ipuçları sunmaktadır. Bu kadar uzun zaman geçtikten ve etkileşimin olması bu insan grupları başkalaştırmış olmamaları olanaksızdır. Orta Asya insanın Gök Tengri inancı ile Amerikan yerlilerinin Doğa inancı arasında benzerlikler vardır. Hazar bölgesinde olan Nuh Tufanı anlatısı Kızılderililerde vardır.
KAYNAKLAR
Adji, M., 2019, Türklerin Saklı Tarihi (Rusça aslından çeviren: Varol Tümer), Görev Kitap ve Yayıncılık Ticaret Limited Şirketi, İstanbul.
Burge, L.,1887, “Pre-Glacial Man and The Aryan Race”.
Chepalyga, A.L., 2007). “The late glacial great flood in the Ponto-Caspian basin”. In Yanko-Hombach, V.; Gilbert, A.S.; Panin, N.; Dolukhanov, P.M. (eds.). The Black Sea Flood Question: Changes in coastline, climate, and human settlement. Dordrecht: Springer. pp. 118−148. ISBN 9781402053023.
Childe, G., 1926. The Aryans: A Study of Indo-European Origins, Routledge, Trench, Truber.
Dolukhanov, P.V., Chepalyga, A.L., Lavretova, N.V., 2010, The Khvalynian transgression and the Caspian basin, Quaternary International, 225, 152-159.
Ergün, M., 2024., Dillerin doğuşu, Kırmızılar
Ergün, M., 2025, Tepe-Ziggurat-Piramit-Tapınak gelişimi ve dinlerin doğuşu, Kırmızılar. U
Ergün, M. 2025. Altay Akıllı İnsanı, Kırmızılar.
Ergün, M., 2025, Tepe-Ziggurat-Piramit-Tapınak Gelişimi ve Dinlerin doğuşu, Kırmızılar.
Gerey, B., 2003, 5000 yıllık Sümer-Türkmen bağları, Berlin.
[i] Prof.Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi Mühendislik Fakültesi, Jeofizik Mühendisliği Bölümü. Uygulamalı Jeofizik Anabilim Dalı (E) Öğretim Üyesi.
