Ayna

-Cumhuriyetimizin yüzüncü yılına ithaf-

Doğruyu söylemek gerekirse bana böyle bir yazıyı Didem Madak (1970-2011) ilham etti.

Türk şiirinin doğal, içli ve ince seslerinin başında duran

Madak ayrı bir ilgi ve dikkati hak eder. Çağdaş ve güncel edebiyatın, çoğunlukla farklı ve kanıksanmış mecraları öne çıkardığı günümüzde, zamanına böylesine içsel mesaj ve eleştiriler bırakan bir şaire mesafeli durmasını anlayabilmiş değilim.

Onun trajedisine kulak tıkayanları da.

Açık söyleyeyim ben bu durumu, başta bazı yazar ve dönemlerle ilgili ön yargıları kıramama/aşamama olmak üzere, insandan uzaklaşma ile şiir dilini anlayamama/kavrayamama olarak okuyorum.

Başka bir deyişle insandan ve ona en çok yakışan samimiyet ve doğallıktan. Bir de geçmişin geleceği örten, kısırlaştıran gölgelerinden kopamamak var. Biliyor ve inanıyorum ki bu tuzaklardan kurtulur kurtulmaz insan duyarlığı Madak’a dört elle sarılacak. Her dizesi ayrı ayrı konuşulacak, çözümlenecek. Hele şu tünelden bir çıkalım…

Yıllardır içime ayna tutan dizeleri şunlar:

“İnanma pencerelere bayım,

Geceleri hepsi ayna oluyor.”

Bu dizeler pencereler üzerinden geceyle gündüz ikilemine odaklanır.

Gün boyunca hayatın, doğanın, insanın değişik görünümleriyle seyredildiği pencerelerin gece çöktükten sonra dıştan kararak ayna vazifesi görmeye başlaması veya bir nevi duvar hâlini alması şair tarafından özgün bir imgeyle mısralaştırılır. Gündüz (gözleriyle de olsa) hayata, insan içine karışan modern yaşamın özneleri, havanın kararmaya başlamasıyla içe çekilmeye, kendine dönmeye başlar.

Gece, şekil olarak duvar aynalarına benzeyen pencerelerin iç taraflarını adeta ince gümüş bir tabakayla kaplar ve onları bir nevi aynaya dönüştürür. Bu doğal dönüşümde, nesnelerin iç ve dış faktörlerin etkisiyle farklılaşmasının güzel bir örneği vardır.

Özgün ve şiirsel bir örnektir bu aynı zamanda. Ayna ki insanın en içten fark edişlerindendir.

Kendi yüzüyle karşılaşmasıdır, kendi jest ve mimikleriyle buluşmasıdır. Bütün iç ve dış yolculukların ilk durağıdır da.

Didem Madak bir yaşa kadar hayata ve insana açılan pencerelerin, bir yaştan sonra kendimizden başkasını görmemize izin vermeyen bir yapıya büründüklerini ne ince anlatıyor ne güzel gösteriyor. Hayatını okuyanlar kabul edeceklerdir ki şair aslında kendisine gönderme yapıyor burada; kendisine, yani yalnızlığına. Annesinin ölümüne kadar pencerelerden coşkuyla dünyayı seyreden, umut depolayan şairin yaşamı; hayat pınarı annesini kaybettikten sonra kararmaya başlıyor.

Ayna, her defasında anne silüetiyle karşılıyor onu ve çaresizliğini yüzüne vuruyor, bir başka âlemde onunla buluşana kadar…

(Madak’ın dizeleriyle ilgisi olmamakla birlikte “pencere” bahsini dünya edebiyatında politik ve sınıfsal yönleriyle ele alan insanlardan biri Jacques Ranciére’dir. Yazar, Kurmacanın Kıyıları adlı eserinin bir yerinde (s.23) pencerenin tarihsel konumunu ve sosyal statüsünü şöyle izah eder: “1857’de eleştirmen Armand de Pontmartin Madam Bovary üzerine bir eleştiri kaleme alır.

Taşra yaşamını anlatan bu romanın saplanıp kaldığı, küçük insanların ve sıradan şeylerin o aşırıya kaçan gerçekçiliği ile kurmacada nitelikli erkeklerin ve kadınların zarif hislerinin konu edildiği mutlu çağları karşılaştırır. Bu seçkin insanlar kır yaşamını ve halkı ancak uzaktan, sarayların pencerelerinden ya da at arabalarının kapılarından tanıyordu. Toplumsal sınıfları birbirinden ayıran bu pencereler, romanı da sıradan gerçeklikten ayırıyordu.

Böylece ‘ayaktakımına kıyasla seçkinlerin ruhlarında ortaya çıkarılması çok da güç olan, çok daha incelikli, çok daha karmaşık duyguların incelenmesini sağlayacak hayranlık uyandırıcı geniş mi geniş bir alan’ açıyorlardı. Demokrasi çağında, kırın o çamuruyla birlikte küçük insanların saçmalıklarını ve bayağı şeylerin karmaşıklığını da beyaz sayfalara taşıyan kapılar ve pencereler sonuna dek açılmıştı.”)

(Bilinç akışı tekniğiyle yazılan Leylâ Erbil’in “Ayna” hikâyesinin bu konuda kaleme alınmış ve mutlaka okunması gereken anlatılardan biri olduğunu burada hatırlatmak isterim.)

Madak’la başladığımız yazıya konuyu biraz daha insan hayatına uyarlayarak devam edelim.

Ağzımızdan çıkan her kelime, zihnimizden doğan her cümle, sevdiklerimize hatta

sevmediklerimize, canlı-cansız bütün varlıklara takındığımız tavırlar içimize tutulan ayna değil midir?

(Yûnus’un, “Bir ben vardır bende benden içeru” dediği.)

Yıllar önce, ayna keşke içimizi de gösterseydi, demişim.

 

Eksik demişim.

Şimdi dört yanımı ayna görüyorum, dört yanım da beni görüyor.

Ayna ayna de bana, insan denir mi, merhameti olmayana?

En büyük keşif, yalnızlığını keşfetmesiymiş insanın.

Yalnızlıktan korkmayın.

İnsanın sağının solunun, önünün arkasının açılmasıdır, boşalmasıdır yalnızlık.

Doğru ne yandaysa oraya gidebilme özgürlüğüdür.

Bu bazen geriye dönmek de olabilir…

İnsanın gerisinde anne var, çocukluk var, köy var, bayram var, belki bir yığın mahrumiyet var.

Olsun, mahrumiyetler de besler bizi.

Kendinize yetecek kadar donanımlısınız.

Bu yüzden kendinize kalacak ve kendi kendiniz olacak kadar cesaretli olun.

Bırakın bulutlar geçsin, sular aksın, hayat değişsin, dünya dönüşsün…

Çiçek açmaktan meyve vermekten korkmayın.

Kızmayın gölgenize sığınanlara ve hatta acımayın.

Yalnızlık içinizdeki fenerleri tutuşturmaktır kalbinizdeki ateşle.

İçiniz aydınlandıktan sonra dışınızdaki geceden gündüzden size ne!

Sizden doğa denen evrensel aynaya umut yansısın istemez misiniz?

O hâlde tebessümle karşılayın yalnızlığı ve bütün aynalar hayranlıkla baksın gözlerinizin içine.

Mavi mavi gülsün çiçekler.

Sıra bugüne kadar okuduklarım içinde aynalı en güzel anekdotta.

Nasıl güzel olmasın işin içinde Arif Hoca var, şairlik var, Adana var:

“Arif Nihat Asya bir tren yolculuğunda beraber seyahat ettiği bir gençle uzun uzun hasbihal eder.

Bahis edebiyata, dolayısıyla şiire ve şairlere gelir. Her nasılsa konu Arif Nihat’ta (yani şairin kendisinde) düğümlenir ve Asya bu gence şairi kötüler. Hem de ne kötülemek…

Genç, eserlerini bilir, hatta Arif Nihat’a hayranlık besler. Kavganın eşiğine gelirler ki yolculuk biter.

Asya, tren Adana istasyonunda durur durmaz, gençten farklı istikamete doğru kaçar gibi uzaklaşır. Amacı,

kendisini tanıyan birisi çıkmadan (“Ooo Arif Hoca ne haber demeden!”) gencin yanından uzaklaşmaktır.

Eve gidince ilk işi aynanın karşısına geçmek olur Arif Nihat’ın, aynaya bakar, kendisiyle göz göze gelir ve şöyle der:

-Oh olsun, senden intikamımı nasıl aldım ama!”

Nereden kopyaladığımı bulamadım.

Geçen gün eski defterleri karıştırırken karşıma çıktı.

Okudum, çok şey öğrendim.

Hayat öğrendikçe güzel.

Gelin, kararmak üzere olan bir günden ölmek üzere olan bir ağaca geçelim ve yüzleşelim kendimizle.

Ayna insanın kendisiyle yüzleşmesi değil midir biraz da; hatta çevresiyle, tabiatla ve başkalarıyla.

“Bir ağaç ölümünü sezdiğinde tüm enerjisini toplayıp tohum üretirmiş.

Çevre şartları ve farklı nedenlerden dolayı mutasyona uğrarsa kasıtlı olarak tohum üretmeyi durdururmuş ki gelecek kuşakları zararlı tohumdan korusun.

Örneğin, fırtınada kırılan ya da dalı gövdesinden ayrılan meşe palamutu ve sedir ağacı kurumadan önce veda edercesine rekor düzeyde tohum bırakırmış toprağa.

Doğanın bilgeliğine şaşmamak imkânsız.

Öğrenmek istiyorsan her varlık kendi dilince öğretmen.”

Sizi içinde ayna geçen beyitlere, dizelere, tasvirlere, mecazlara, metaforlara boğmak istemem ama bu yaşıma kadar dilime pelesenk olan üstadın bir dörtlüğünü buraya almazsam olmaz.

Çünkü ben de çok sordum aynaya aynı soruyu.

Buyurun o hâlde:

“Lûgat, bir isim ver bana hâlimden

Herkesin bildiği dilden bir isim!

Eski esvaplarım, tutun elimden;

 

Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?”

Ve aynalı en güzel sözlerden biri Halil Cibran’dan:

“Güzellik aynada kendine bakan sonsuzluktur, fakat sonsuzluk da sensin ayna da.”

Not: Anadolu’nun ücrâ bir köyünde doğan çocuğun (Geyve/Karaçam) hem de Anadolu’ya

Kafkaslar’dan göç eden bir ailenin çocuğu olduğu hâlde, bütün kapıları açık bularak bilim yolunda en tepeye kadar çıkabildiği rüyânın adıdır Cumhuriyet. (Keşke hakkını verebilse…)

Daha açık söyleyeyim, bazı insanlar bir şeylerini Cumhuriyet sayesinde kazanmış veya kaybetmiş olabilirler ama benim gibiler her şeylerini Cumhuriyet’e borçludur.

Bunun farkındadırlar ve bu yüzden kendilerine bu fırsatı sunanlara, bu yolu açanlara şükrân duyarlar.

Saygı duyarlar.

Minnet duyarlar.

Sen çok yaşa Cumhuriyet!

Yüzüncü yaşın kutlu olsun!

Yazar
Muharrem DAYANÇ

Muharrem Dayanç, Sakarya, Geyve, Karaçam Köyü’nde doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladıktan sonra, 1990 yılında, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Daha sonr... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen