Değer Mi?

Mahalle aralarında, kapı önlerinde, topa vuran, saklambaç oynayan çocuklara karışmak, salıncağa binip ayaklarını uzatarak göğe bakmak, yoldan geçen bir küçüğe sarılıp kokusunu içine çekmek, hiç tanımadığın birine selam verip “Nasılsınız?” diyebilmek, geçmişin izini yaşatan, bizi bugünden alıp çok yıllar öncesine götüren, kardeşten de öte komşulukların yaşandığı mahallelerin birine yolunuz düşerse kapılarının önünde ayaklarını uzatıp çayını içen, ekmeğini bölüşen güzel insanların “Buyur, çay iç yavrum.” sözüne karşılık aynı sofraya oturup huzurla çayını yudumlarken içindeki tarifsiz özleme kulak vermek… Yaşın, cinsiyetin, mesleğin, içinde bulunduğun mevkin, dilin, dinin ne olursa olsun, bu duyguların muhatabı olmaya öyle bir değer ki.

Sahi en son ne zaman parka gidip kimseye aldırış etmeden doyasıya sallandık, yağmurda sırılsıklam ıslandık, oyun oynayan küçüklere karıştık; toprağa uzandık veya gün batımını seyrettik doya doya? Ne vakittir telefonlarımıza değil de gökyüzüne uzun uzun bakıp bulutlardan şekil çıkardık aynı çocukluğumuzdaki gibi? Sonra Mevla’ya yürekten bir hamdüsena edip hak verdik İmam Gazâlî’ye. Ne zaman otomobille değil de şehir dolmuşlarıyla mahalle mahalle dolaştık, dolmuşun buğulu camını silerken soğuğu hissettik elimizle belki ileriki durakta inip şehrin o eski sokaklarındaki kahvehanelerin birinde baktık bir bardak çayla hasbihâlin tadına? Peki, sosyal medya hesaplarımızı bir günlüğüne bile olsa kapatıp da akşama vardık mı? Sonra gece yüzünü dönünce semaya karanlık gecede ışıldayan bir Zühre Yıldızı’ndan cesaret aldık mı? Sahi Zühre Yıldızı’nı bilir misiniz hiç?

Peki ya en son ne zaman kendi dünyamızı bir kenara bırakıp da kimin gönlündeki derdiyle demlendik, kapısına iki tık vurup yüreğindeki zemheriyi bahara çevirdik? Ne zaman mahalle bakkallarından bir eksiğimizi giderirken karşı camdaki yaşlıya el salladık? Küçük esnaf lokantalarındaki çorbanın tadına baktık mı günler önce planlanan akşam yemeklerinin birinde? Peki ya bir çocuğun saçlarına dokunup da yüzünde hissettik mi kendimizi? Sahi bir başkası için kaç kere yürekten âmin dedik? Değmez mi sizce de bu sorulara cevap aramaya, “Ben, bu hayatın neresindeyim?” diyebilmeye aslında insanın kendini aramasına?

Ne kadar yorgun oluyor değil mi dünyamız. Eve gidince yapacaklarımız, yarın işteki toplantımız, daha haftanın başındayken hafta sonuna sakladığımız planlarımız, aylar öncesinden çalışmamız gereken sınavlarımız, ertelediğimiz düşlerimiz, hayal kırıklıklarımız, tükenen umutlarımız gibi kafamızda sürekli hareketli bazen meşakkatli cümleler. Belki de uzun zamandır cevabını aradığımız sorular. Aslında çok şey isteyip fakat bunları yapacak takati ve imkanı kendimizde bulamadığımız günlerden geçiyoruz kimi zaman. Bilirsiniz ki bazen bir şey yapmadan da yoruluyor insan. Bu söz, günümüz insanını ne çok anlatıyor. Bu kadar yoğunluk ve stres ile yaşarken fiziksel, ruhsal ve teknolojik yorgunluğun baş gösterdiği bir devrin ortasında kalmışız, gidiyoruz. Bu satırlar teknolojiye karşı olduğumdan değil elbette insanoğluna tehlikeli yansımalarından bizden çaldıklarından ibaret. Öyle ya bir taraftan da aylar, yıllar yaşını alıyordu ve biz onların hızına yetişemez olmuştuk. Böylesine hızlı ve derin düşünceler ile geçen bir yaşamın ortasında, başkalarının derdini dinlemek yerine kendi kabuğuna çekilmeyi tercih ediyor insan. Omuzlardaki ve zihinlerdeki yük ağır geliyor belli ki. Ne parka gidip sallanmaya ne de şehir dolmuşlarıyla zaman geçirmeye hâli ve vakti kalmıyor insanın. Şehrin o eski ve sakin sokaklarında, bir  kapının önünde oturup da maziye dalmanın tadını bilmiyor. Bir ağacın gövdesinden ona göz kırpan çiçeğin anlattıklarını ise hiç duyamıyor dalgın yürekler. Belki de anlamsız geliyor. Fakat bilmezler ki gözün gördüğünü görebilmek herkese nasip olmaz. Nerede görebildiklerimiz bize yoldaştır nerede duyabildiklerimiz yürekteki sorulara bir cevaptır, bilmiyor insanoğlu. Eller telefonlarda, gönüller kim bilir hangi şehrin durağında beklerken en önemlisi de zifirideki o aydınlığı fark edemiyor bu telaşlı ve yorgun kalpler. Zihinlerdeki o duygusal kargaşaya yenik düşüyor nazende yürekler. Gündüzün yorgunluğu ve uykusuzluğu baş gösteriyor sonra akşamın erken saatlerinde. Oysaki seyredebilsek, duyabilsek gece ne güzel anlatır Hakk’ı, hakikatı, hakkaniyeti. Biraz düşünebilene cevapsız kalmış sorularına uzanan bir eldir gece. İşte şimdi ben de bir söz bırakıyorum gecenin bağrından sizlere. “Gecenin en karanlık anı, şafak sökmeden az önceki andır.” Victor HUGO.

İnsanoğlunun önünde zirvesi gözükmeyen bir dağ ve dünyaya geldiğinden bu yana, yaz kış demeden yol alıyor, bu çetin yolun doruklarına varmak için. Fakat hayat denilen bu yokuşta ilerlerken insanın şöyle bir arkaya dönüp bakması, sırtını dağın yamacına yaslayıp da seyretmesi gerek arkasındaki manzarayı. İyi ki ve keşkeleriyle iz bıraktığı yolları, geçmişini, hayattaki mücadelesini, mutluluğunu, acılarını, pişmanlıklarını, yorgunluğunu, hırslarını, ertelediklerini, göremediklerini, nerede durup nerede devam etmesi gerektiğini, kazandıklarının yanında fark edemediği için tadına varamadığı onca güzelliği ama en çok kendisini… Evet, kendisini… Bu, vazgeçmek demek değil, mücadelemiz sonsuza değin amenna, aksine bu hayatta ben de varmışım diyebilmek ve mücadelemizin önünü aydınlatmak için en güzel adım, insanoğlunun hayat yükünü hafifleten en güzel cevaptır. Durup düşünebilene, fark edebilene, “Ben, bu hayatın neresindeyim?” diyebilene…

Kimi zaman, adına dünya telaşı denilen bu zorlu hayatın gidişatına çok yaklaşırken kendinden ne kadar uzaklaştığının farkında olamıyor insan. Halbuki kendinden uzaklaştıktan sonra nereye vardığının önemi var mı ki? Öyle oluyor ki bazen, insan kendisi gibi değil de başkası gibi davranmak zorunda kalıyor. Oysaki ihtiyacımız olan şey değil mi insanın bir parça kendisi olması yani o herkesin göremediği hali. İhtiyacımız olan şey değil mi gülerken bize eşlik eden bir kalbimizin var olması. Fakat görüyorum ki zihinlerde hep bir gürültü,  unutkanlık. Yorgunluk ve umutsuzluk tebessümü yansımış  yüzlere. Bu kadar yorgun, umutsuz ve dalgın olmamıza sebep ne idi ki? Geçmişin gölgesinde, geleceğin telaşında yaşarken anı yaşamayı bilemediğimiz mi, “Aman, elâlem ne der!” derdi mi? Yoksa ellerden düşmeyen sosyal medyadaki sahte mutluluklar mı veyahut “Daha neyi kazanmalıyım?” hırsı mı? Öyle ya belki de bir yerlere çıkmayan yolların yorgunluğu… İnsanı en çok yoran şey değil miydi bu? İnsanoğlu, bu düşüncelerle yaşam denilen bu yolda ilerlediğini sannederken esasen unuttuğu birçok duygu saklıydı arkasında. Öyleydi gerçekten de. Bu devrin gürültüsüne o kadar kapılmıştı ki insanlar, hissiyatı unutulan birçok duygu gizliydi yüreklerde aslında hasretlik çekilen. Amacım, biraz da bunları hatırlatabilmek kendimce. Dedim ya adına dünya telaşı denilen bir deryada sürükleniyor insan. Kendini, duygularını ve birçok değeri kaybetmiş bir el arıyor sanki kıyıya varmak için fakat nerede bulacağını bilemiyor. Bir cevap arıyor sorularına fakat göremiyor, duyamıyor, anlamıyor. Bazen kendi gözlerinden başka renk bilmezken hangi renkleri kaçırdığının farkında bile olamıyor. Farkında olabilseydi keşke… Ve imtihandaydı, unutuyor kâinatın ve şükrün esas sahibini. Öyleyse kalplerimizi yoklama zamanı gelmedi mi artık? Anlayana ne büyük nasiptir, bunu becerebilmek. Değer mi insanın yüreğinden, kendinden, ruhundan hasret kalmasına? Zaten doğduğumuzdan beridir gurbette değil miydik bu fani dünyada. Evet fani dünyada… Daha kaç bahar misafir kalacağımızı bilemediğimiz dünyada. İşte şimdi ilk defa diyeceğim ki değmez. Hayatta birçok şeyin telafisi olabiliyorken bize nasip edilen ömrün telafisi olmuyor işte. Artık omuzlardaki o beyhude yükü atmanın vaktidir bence. Bazı şeylere dur diyebilmenin, bazen de vakitlice vazgeçmenin… İnanın değmez. Bu hayatta insanlara bahşedilen onca güzelliği yaşayamadan en çok da kendimizden uzak bir ömür sürmeye değmez. Çünkü farkında olmadan kaçırdığımız gönülden mutluluğun, hayatın tam da kendisi aslında. Biraz da bundandır ya dile gelen bu naçizane sözler, cevaplamaya değer sualler. Bilgisayar ve akıllı telefonlarımızdan gözlerimizi alıp şöyle bir pencereden süzülen ışığa yüzümüzü çevirsek, hırsı, kibri ve ön yargıyı bir valize koyup rafa kaldırsak belki aynı soyfaya diz çöksek, birazcık sessiz kalıp gözlerimizi kapayıp geçmişi düşünüp kendimizi sorgulayabilsek kazanacağımız o kadar çok şey var ki. Ben de uzun zamandır oldukça yorgun geçen günlerden bir gün, çayımı alıp günbatımını seyretmek için çıkınca bir tepeye, o zaman anladım kendimden ne kadar uzaklaştığımı. Rüzgarın tınısıyla birlikte bir süre  kendimi dinlendirdikten sonra farkına varabildim ancak. Aylardan kasımdı ve bu esen yel sonbahar rüzgarının serzenişiydi bana. Haklıydı ama hem ondan hem kendimden ne kadar ıraktım bu günlerde. En çok sevdiğim mevsimi yolculayamadan gitmesine gönlüm razı değildi elbette. Bir süre sessizce düşünüp manzarayı seyredalarken hissettim kalbimin gülümsediğini ve sonra şu sözler çıktı ağzımdan: Seni sen eden ruhuna, kendine iyi bak. Hz. Ali’nin “Zaman zaman kalplerinizi dinlendirin.” sözü geldi aklıma sonra. Emin oldum ardından işte bu satırları yazmaya gerçekten değerdi.

Sahi nedir ki kendin olmak, kendine iyi bakmak, kendini bulmak?  Belki bu zor dünyada, dik duruşunun yanında gözyaşlarını tutmak zorunda kalmamak, anı yaşayabilmektir. Bu kalabalıklar arasındaki hiçlikten uzaklaşıp güneşi görmek, kalbinin gülümsediğini hissetmektir. Kim olduğunun ne iş yaptığının önemi var mı ki gülerek simidinin yarısını uzatmak, aynı sofraya diz çökmektir. Varsın gülsün insanlar sana yaşın bir önemi yok, karda doyasıya eğlenmek, bir küçüğün elinden tutup koşmaktır. Bir çocuğun başını okşamadan bu dünyadan gitmek ise ne büyük ziyandır. Sormak isterim tekrardan hayatımızda o sürekli planlı geçen günlerden bir gün bile olsa zaman ayırıp da huzur evlerini ziyaret edip bir de oranın havasını içimize çektik mi  ya da yetiştirme yurtlarının önünden geçtik mi? Bir küçüğe sarılıp “Merhaba, ben geldim.” dedik mi? Bir merhabanın insan hayatında hangi taşları yerinden oynatacağı, hangi açılmayan kapılara anahtar olacağı bilinmez. Hani derim ya hep nerede görebildiklerimiz bize yoldaş nerede duyabildiklerimiz bize bir cevaptır. Öyle değil mi? Senenin bir günü bile olsa bir gönüle girmek, onun duasıyla rızıklanmak ne büyük kısmettir anlayana. Aklıma gelen bir videoda izlediğim bir bölümü sizlerle paylaşmanın mutluluğunu yaşıyorum şimdi. Bosna Hersek’in güzel şehirlerinden Mostar’da yetiştirme yurdu niteliğinde bir kurum aynı zamanda konuk evi olarak turistlere kiralanıyor ve geliri kurumdaki çocukların ihtiyaçları için kullanılıyormuş. Üstelik Mostar Köprüsü’ne ve şehir merkezine çok yakın bir mesafede bulunan bu konuk evinin ismi Naša Djeca. Türkçe anlamı ise bizim çocuklarımız. Şimdiye kadar duyduğum en manidar konaklama yeri. Mostar’a yolu düşen herkesin o kurumu ziyaret etmesine ve konaklayıp o atmosferi yaşamasına fazlasıyla değer eminim. Olmasın aylar öncesinden yer ayırtılan oteller gibi beş yıldızlı. Görebilene içinde sana kucak açmış nice yıldızlar vardır. Akşamın ışıklarıyla aydınlanan bu güzel şehri bir de bu pencereden seyretmeye, sokakta çalan içli bir Boşnak türküsüne dalıp belki de aradığın ruhunu bulmaya değer anılar vardır. Hep görmeyi arzu ettiğim Bosna Hersek’e gitmek nasip olsun diye içimden geçirdiğim çokça aminler  vardır. İşte kalemim de söylemek ister ya tam zamanıdır, o hep görmeyi arzu ettiğin yollara varmaya en çok da kendine yolculuğa çıkmaya. Sahi siz hiç çıktınız mı kendinize yolculuğa?

Kim bilir belki el salladığımız bir yaşlının yüzündeki gülümsemeyle, kapısına tıklattığımız bir kulun duasıyla, mahalle bakkallarının önünde ellerini dizlerine koymuş bir yaşlının anlattığı eski zaman hikayelerinin birinde ya da  çocukluğumuzun geçtiği o evin önüne dizilmiş odun kokusuyla bulacaksın kendini. Belki de bir akşam vakti otobüsle evin yolunu tutmuş giderken yorgunluktan başını senin omzuna dayayıp uyuyakalmış bir gencin yarım kalmış  hikayesinde… Sonra uzun süre gözlerin nemli diyeceksin ona sessizce: Pişeceksin çocuk hem de görünmeyen bir alevle… Bazen de dinleyeceksin sadece türküler anlatacak seni. O en çok sevdiğin nakaratın içindeki seni, o kaç demdir unuttuğun seni.

Nasiptir belki bir Allahu Ekber nidasıyla, gece ışıklarının aydınlattığı bir şehri seyredalmış tefekkür ederken… Yıllardır dolabında atmaya  kıyamadığın o yazmanın gül oyasında, hani o sürekli dertleştiğin sokak lambasının altında… Radyoda çalan hiç bilmediğin dildeki bir şarkıyla süzülen gözyaşlarınla ya da akşam yağmurlarının altında… İşte şimdi tam da zamanıdır ya. Eğme başını kaldır semaya. Bak sana sesleniyor rahmet. Bırak artık o şemsiyeyi belki ıslandığın son yağmurdur (Selman SENDROM).

Değer… Bu çetin diyarlardan uzaklaşıp bir evin penceresinden gözleri parıltılı bizleri bekleyen ruhumuza, kendimize kavuşmaya değer. Hem de rakama vurulacak bir gösterimi yoktur bu değerin. İnsana nasip olacak en güzel rızıklardandır kendini ve hakikatı bulması. Sonra bir bakarsın ki yıllardır açmayan dallar çiçeğe durmuş, yazmayan kalemler yazıvermiş, nereden göç ettiği belli olmayan kuşlar cıvıldamaya, viran olmuş yüreğin can bulmaya başlamış. Aldığın nefes yüzüne güzellik getirmiş, zahmetler rahmete yol vermiş. Toprağın suya kavuştuğu gibi sen de sarılırsın hayata. Sonra derinden bir nefes alıp bıraktığın yerden devam edersin hayata ve mücadelene. Ne güzel ki sırtını dağa yaslayıp da geriye baktığın o gün için dile gelecek nice şükürler var. Gülerken sana eşlik eden bir kalbin var. Bilirim kana kana içmek istediğin de  nice sular var. Havada sanki bir hafiflik var. Değil mi? Kendimizi bulmamıza nice vesile yollar ve insanlar çıksın karşımıza diye bir arzum da var. Hasılı söylemek istediğim de çok şey var lakin artık zamanıdır kalbim de söyler son sözünü. Üstadın dediği gibi kesin bir gün belirtemem n’olur takvim sorma bana (Bahaettin KARAKOÇ) ama umudum diridir bir gün bütün kalpler bulacaktır özünü.

Yazar
Müberra BEKTAŞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen