Eskilerde

Çok uzun zamandır içimde biriken fakat bir türlü kaleme alamadığım duygular taşırken aslında başlık attığım her yazının, beyaz sayfalara işlediğim siyah nakışlı cümlelerdeki her renk tonundaki duygunun, düşüncelerimi ne kadar olgunlaştırdığına şahit oluyor bir taraftan da yaşımı ve yaşamımı gözden geçiriyordum. Hayatımın son beş yılından beridir, büyük apartmanlar ve gürültü kirliliğinden oldukça nasibini almış alışveriş merkezlerinden ziyade sokaklarında gezerken farklı bir hissiyata büründüğüm, bakkalların önünde sohbeti koyulaştırmış dedelerimizin var olduğu, hâl hatır nedir bilen, komşusunun derdiyle dertlenip mutluluğuna koşan, Allah’ın selamını esirgemeyen insanların var olduğu mahalle ve sokaklar daha çok ilgimi çekmekteydi. Kim bilir belki aradığım sakinlik belki de o herkesin göremediği buğulu bir hâldir, bana bu satırları yazdıran hissiyat. Mahalle parklarındaki belediye sıralarına yaslanıp komşunun yazmasındaki oyadan örnek çıkartanları seyretmek, güz geldi mi bayanların bir araya toplanıp her gün bir komşuya kışlık yufkaların yapıldığı mahallelerin birine yolunuz düşerse lezzetini en lüks lokantalarda bile bulamayacağınız yağlı yufkanın tadına bakmak, kapısının önünde halı yıkayan bayanlara kolay gelsin diye seslenmek… Aynı çocukluğumuzdaki gibi değil mi?  Sahi şimdi çocukken koşarak çıkabildiğimiz o merdivenlerin başına oturup kulak versek maziye, o sessizlikteki sese, yüreklerimize ektiğimiz umutlarımızın ilk şahitlerine, öyle ya belki içindeki derin bir hüzne belki keşkelere, okuldan dönerken bize yarenlik yapan sokak lambalarına, odun kokusuna belki ıslak çizmelere ama içimizi ısıtan bir soba bacasına, karanlık olsa bile sesini duyunca bize güven veren arkadaşlarımıza, evlerin birine toplanmış komşuların çay kaşığı seslerine, muhabbetlerindeki samimiyete. Kulak verebilsem şimdi keşke, her sabah pencereden gülen gözlerle bana bakan sevgili babaannemin hoş sedasına. 

Son zamanlarda, eski kelimesi kadar yeni olan bir sözcük bilmemekle birlikte, eski kelâmının birçok meselenin de çözümüne yardımcı olabileceğini düşünmekteyim. Evet, eskiden diye bir dünya vardı sanki de günümüzde insanoğlunun noksanlığını hissettiği ve gönlünün hep onu aradığı birçok duygu, orada payidar gibiydi. Eski dostlar, komşuluklar, insanlar… Eski bayramlar, sohbetler, sevdalar… Eski evler, eşyalar, sokaklar… Birçoğumuzun ağzında eskiden diye başlayan cümleler. Saygının, hoşgörünün, vefanın, güvenin, huzurun, mutluluğun ve şükrün gerçek sahibi cümleler. Evet saygı, güven, hoşgörü, vefa… Yaradılanlara nasip edilen bu pahabiçilmez değerler, en hayırlı nasip en bereketli rızık olarak nitelendirdiğim bu duygular, içinde bulunduğumuz yüzyılda acaba gerçekten kayıp mı oldu yoksa semada bir yerlerde bizleri seyredip yüreğine girmek için bir can mı arıyorlar telaşla? Telaşlılar, heyecanlılar evet çünkü farkındalar biz ahir zaman kullarının da onları hasretle beklediğinin. Öyle ya her hasretliğin sonunda kavuşmak istenilmez mi beklenene peki bu fani kullar ne zaman kavuşacak saygının, güvenin, huzurun kokusuna? Aklım mazide ben ise kalbimdekileri dökerken sayfalara, “Ne kadar da bozkır düşünüyorum.” diye bir cümle durdurdu beni. Gerçekten öyle miydi? Çok mu karamsardım bu aralar? Sonra, pencereme vuran yılın ilk karının beyazlığıyla aydınlandı birden içim ve aklıma gelen bir sözle karşılık verdim yağan kara: Kar taneleri ne güzel anlatıyor, birbirine zarar vermeden de yol almanın mümkün olduğunu (Hz. Mevlana). 

Değer… Elbette, geçmişi hatırlamaya da hatırlatmaya değer anılar ve almamız gereken dersler hep olacaktır. Aklıma gelen kıymetli büyüklerimin bize anlattığı bir anıyla pekişiyordu işte düşüncelerim. İç sızlatan bir durum ki tarihte bir zamanlar, köylerde Ermenilerin acımasızca zulümleri karşısında, Rumlar, Müslüman halkı alıp evlerinde saklamışlardı. Onlara bir zarar gelsin istememişlerdi. Bu insanlar, çok uzun süre aynı mahallede yaşayıp mutluluklarını paylaşmış, bir tas çorbalarını bölüşmüşlerdi. Yetinmeyi öğrenmişlerdi birlikte, birçok zorluğa rağmen mutlu olmayı. Yüzyıllar öncesinde her milletten her inançtan insanın sevdasını, acısını, belki de elindeki son dirhemini paylaştığı, komşusu kiliseye giderken uğurlayıp camiden dönünce “Allah kabul etsin.” diyen saygılı insanların var olduğu yerdi, güzel vatanımız. Günümüzde ise bir toprakta insanlık kimliği altında sadece yaşamaya çalışıyoruz. Haksız mıyım? Aynı havayı soluyup medeniyetin kıyafetle ölçülebileceğini düşünen bilgisiz insanlar tarafından başında örtüsüyle sokakta şiddete maruz kalmış hanımları gördükçe veyahut bazı kesim halkın, tercih ettiği kıyafetlerin açıklığı sebebiyle yadırgadığı insanları duydukça birbirlerine şifa olan o güzel insanların var olduğu devre şahitlik yapmak istiyor insan. Hep cevabını merak ettiğim bir soru var ki bir insanı kıyafeti sebebiyle yargılayabileceğini sanan aciz insanlara, bu ülkede medeniyetin ölçüsü olarak nitelendirdiğim bilimin gelişmesi için ne yaptınız? Hangi bilimsel gelişmeleri takip edip ya da hangisinin altına imzanızı attınız?  Peki ya ey insanoğlu değerli kitabımız Kuran-ı Kerim’in hangi ayetinde veya hangi hadîs-i şerifte yazar sizin yaptığınız?  

Evet, yeniden saygı, kendine saygı, bütün yaradılanlara saygı, vatana, ezana, bayrağa, şehide saygı… Saygının büyük bir erdem olduğunu bir kez daha anlamıştım, bir Şanlıurfa yolculuğu sırasında. Bir haziran akşamı, dolunayın güzelliğini seyredalıp yolculuk yapmanın tadı başkaydı benim için. Anı yaşayabilmek, düşünmek, kendini sorgulamak için yolculuklar iyi fırsattır zaten. Güneydoğunun olabildiğince geniş ovalarına ve uçsuz bucaksız semalarına ilk kez şahit oluyorken sabaha yakın yol arkadaşım dolunayın yerini güneşe bırakırken meydana gelen bu güzellik görülmeye değerdi. Bir taraftan ay batmak üzere yavaşça yol alırken güneş ise pırıltısı ile yükselerek kendini gösteriyordu. Bir müddet sonra aynı seviyeye gelip gökyüzünde karşılıklı parıldayınca, hayran olunası, manidar bir yanı vardı bu görüntünün. Sanki ay, güneşin doğmasını bekleyip de sonra kaybolmak istemişti semadan. Ne büyük bir saygı… Buna şahit olmak, çok anlamlıydı benim için. Böyle bir sistem böyle bir düzen sadece Yaradan’ın gücüne hastı elbette. Keşke herkes buna şahit olabilseydi. O gün, bir kez daha anladım ki kâniatta her şey birbirine saygı ile sükût ediyor ve Allah’ın insanoğluna nasip ettiği nice anlamlar gizli görebilene, örnek alabilene.

Eskiden… Evet, eskiden çok fakirlik vardı diye söze başlardı rahmetli büyüklerimiz. Herkes, birbirine muhtaçtı. Bir tas tarhanasına, yarım somununa…  Küslük nedir kin ne içindir, erken unutulurdu o diyarlarda. Yarın, öbür gün komşusunun değirmenini kullanmak için kapısını çalacaktı çünkü. Şimdilerde ise elinde çorbasıyla komşunun kapısına gidenlere korku ve güvensizlik içinde kapıların aralandığı bir dönemde yaşamanın üzüntüsü hakim yüzlerde. Geçmişteki o yüreklerin onca maddi yokluğa rağmen sahip olduğu en güzel değerlerin gözlerimizin önünden yok oluşunu seyrediyoruz bu devirde. Cep telefonlarının hayatımıza girmediği dönemi düşündüm de şimdi. Çocukların gökyüzüne çokça baktığı, kapı önlerinde oyunların oynandığı, akşam olunca balkonda, çatıda yıldızların sayıldığı o demleri. O zamanlarda, mutluluğumuzun en güzel kaynağıymış gökyüzü. Şimdilerde ise cep telefonları ve bilgisayarların başında akşamı ederken gökyüzünün rengini bilmeden, o eski zaman hikayelerinin tadına varmadan büyüyor yeni neslin çocukları. Böyle bir karede çağımız insanları kazananlardan mı yoksa kaybedenlerden mi sizce? 

Üzücü bir durumda şu ki bu devirde insanların en çok ihtiyacı olan şey bir merhaba, bir güleryüz iken günümüzde çoğu insan yüzünü başkalarına çevirmeyi değil yalnızlığı yeğliyor. Herkesin hayat yükü kendine ağır gelirken başkasıyla dert ortaklığı yapmak doğru gelmiyor belki de? Zaten artık eskiden olduğu gibi kendini anlatacak kadar güvenemiyor insan kimseye. Bir taraftan düşününce bazen hak veriyorum ama bu devrin insanına. Günümüzde sadece kendini düşünen, maddi tokluk ve manevi yokluk içindeki kimi insanları gördükçe, medyada kavga, şiddet ve ölüm haberlerine şahit oldukça, korku ve güvensizlik içinde hayatlarına devam ederken kendi iç dünyasına çekiliyor insanoğlu. Bir taraftan da insanların zihinlerinin anlamsız bir önyargı, kibir ve siyasetle büründüğü aşikâr. Bence bazen kusuru görünenlerde değil yürekler de aramak lazım belli ki. Sübhanallah lafzının tek muhatabıdır yüce Allah(c.c). Bunu idrak edebilmenin ağırlığı lazım kimi insanlara. Hal böyle olunca yalnızlaşıyor işte yürekler. Aslında, günümüz insanlarının ne çok ihtiyacı var bir merhabaya, samimiyetle ve güvenle muhabbete, dertleşmeye, bir yol gösterene, doğruyu yanlışı anlatana. Öyle ya sormak istiyorum en son ne zaman zihninizdeki bütün önyargıları ve kargaşayı bitirip birisine “Merhaba, nasılsınız?” dediniz. Diyebildiniz mi? Eskidendi demekten kendimi alamıyorken ben yine de bu yüzyılda geçmişte olduğu gibi saygının ve hoşgörünün birçok kapıya anahtar olacağına inanıyorum. Anlatmak istediğim herkese karşı iyi veya anlayışlı olmak değil asla hâlâ bunu hak eden insanların var olduğunu bilmek aslında. Öyle ya bir merhabanın hangi taşları yerinden oynatacağı bilinmez. Sahi bir gün yolda birisini gördüğümüzde selam verip sorsak “Nasılsınız?” diye. “İnsan tanımadığı birine kalbini daha iyi açar.” derler. Bir elinden tutup yardım etsek bir adım öteye geçmesine, nokta koyduğu cümlelerden sonra yeniden başlamasına, emanet etsek yeniden başlayanların yardımcısı Allah’a. Nasıl ki bir kitabı okumaya yarıdan başlarsak bir şey anlayamayacaksak insan da kitap misalidir ya dinlesek bitirene kadar son sözünü. Kimbilir hikayesi yabancı gelmemiştir ondandır görüyorum gözlerdeki o saf hüznü. Belki yüreğindeki son umuttur ağızdan çıkacak bir tek söz. Elden bir şey gelmese de dilden dökülen bir tek söz: Ya eceldir ya didardır ya nasip (Pîr Sultan Abdal).

Bir gerçek ki hiçbir şey eskisi gibi değil. Şartlar, insanlar birçok şey değişiyor, değişmek de zorunda. Teknolojinin, bilimin insanlığa katkısı yadsınamaz tabii ki. Geçmişteki o insanlar da bugünümüzün şartlarına sahip olmak isterdi kim bilir. Geçmişten bugüne çoğu şey değiştiği gibi biz de değişiyoruz, yenileniyoruz. Değişmeliyiz, öğrenmeliyiz, ileriye bakmalıyız elbette ama eskiyi unutarak değil bilakis eskiyi hatırlayarak. Öyle ya bu ülkedeki insanların unutkanlığına bir çare olabilseydi keşke. Yanlış mı düşünüyorum? Evet, bu sebepledir ki dilimiz döndüğünce geçmişi hatırlatmak gerek, eskiden ders almayı bu yüzyılın insanlarına öğretmek gerek. Evet gerek, geçmişin zorluklarının yanında içimizi ısıtan tüm güzelliklerini anlatmak gerek ve geleceğimiz olan yavrularımıza öğretmek gerek. Yaşamak, hissetmek gerek… Hani o hep özlediğin eski zaman evlerinin birinde o sakinliği, huzuru tatmak gerek sonra birazcık gözlerini kapayıp ruhunu dinlendirmek ve elini yüreğine koyup şükrü bilmek gerek. Bu, bir insanın kendisine yapacağı büyük bir iyilik olsa gerek. 

Ben ne zaman farklı bir şehre gitsem orayı gören bir tepeye çıkıp şehri seyretmeyi, mahalle aralarında dolaşmayı çok sevmişimdir. Hele ki ahşap eski konaklar, dar sokaklar, küçük balkonlu evler de varsa değmeyin keyfime. Ne zaman bu hayatın getirdiği yoğunluktan uzaklaşmak istesem alıp başımı varmak isterim o diyarlara. Bir köşesinde oturup kendimi dinlemek, bazen saatlerce yürümek hep iyi gelmiştir bana. Belki de bundandır sayfalarca dile gelen bu nacizane sözler. Eskiler… Herkesin içinde eskiye yani geçmişe dair bir hassasiyet vardır bence. Atmak istesen de atamazsın zaten. Bir gün bir yerlerde çıkar karşına, hatırlatır kendisini sana. Bir gaz lambasının eşliğinde içtiğin bir bardak çay gibi,  eski bir radyonun üzerindeki el işlemesi, eski bir kahve fincanı, eski dostla beraber gülebildiğin bir ilkokul anısı, kimbilir hangi yılda çiçeğe durmuş kurumuş bir leylak, Arnavut kaldırımlı o dar sokakta ahşap bir evin önünde oturup işte o aradığın sessizlikte etrafı seyredalmak gibi ve yıllardır kitaplığın rafında duran o kitabın arasındaki küçük bir not gibi “18 Mart 1915” nasıl desem kendini ait hissettiğin yer gibi, memleket gibi, vatan gibi…  

Yazar
Müberra BEKTAŞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen