Gölge Fidan Metaforu 

Gerek bir bütün olarak varlığın kendisi gerekse insan başta olmak üzere onun her bir unsuru özündeki hakikate/eğilime uygun olarak somutlaşmak ister. Bunun gerçeğe dönüşebilmesi için dış dünyanın bunu mümkün kılacak bir gerçekliğe sahip olması gerekmektedir. Bir başka ifadeyle formel gerçekliğin, özsel hakikatin kendini ifade etmesine uygun bir alana sahip olması zorunludur. Aksi halde içsel gelişme dış dünya tarafından sınırlandırılabilir, yönü veya şekli değiştirilebilir ya da geriye doğru itilebilir ki bu durumda özün bozulması, zayıflaması veya tümüyle yok olması söz konusu olacaktır. Bu durumda özünü yetiren varlık, salt görüntüden ibaret bir femonene dönüşür ki o andan itibaren ilgili varlığın özünde taşıdığı varolma hüviyeti ortadan kaybolur.

Meseleyi daha somut bir zemin üzerinde ele alacak olursak örneğin canlı varlıkların en alt kategorisi olan bitkilerin özsel olarak yetkinleşebilmesi, dış dünyanın buna uygun olmasına bağlıdır. Örneğin bir çiçeğin büyüyüp gelişmesi, iklim başta olmak üzere ortaya çıktığı alanın bütün koşulları buna imkân verecek bir mahiyette olmasıyla mümkün hale gelecektir. Benzer şekilde hayvanların da hayata tutunabilmeleri için mekân ya da mekâna hâkim olan iklim bunu temin edecek bir dış gerçekliğe ihtiyaç duymaktadır. Aksi halde ne bitkiler ne de hayvanların varlık ve devamlılıkları mümkün olur. 

Canlılığın yanı sıra akıl, irade ve vicdan gibi nitel karakteri daha yüksek olan insan için de yine bu özelliklerin işlevselliğini temin edecek/mümkün kılacak şartların varlığı zorunluluk içermektedir. Burada salt fiziksel veya organik bir yaşam ya da canlılığın devamına imkân verecek tabii özelliklerin yanı sıra özgür bir düşünce/fikir/inanç, özgün bir iş/eylem ya da insanca bir tavır veya tutumun var olmasını/ortaya çıkmasını mümkün kılacak gayr-i tabii özelliklerin mevcudiyeti zorunlu hale gelmektedir. Bunların en başında da hürriyet/özgürlük olgusu kendini hissettirmektedir. Zira özgürlük olmadan ne özgün bir düşünce ne özgün bir iş/amel ne de özgün bir tavır beklenebilir. Bir başka ifadeyle hürriyetin olmadığı bir dünyada ne akıl ne ahlak ne de herhangi bir aksiyolojik unsur hâsıl olmaktadır. Öyleyse özgün bir iş için özgün bir insan, bunun için de özgür bir dış dünyanın varlığı zorunluluk arz etmektedir.

Üretilmiş dış dünya özellikle kültür boyutuyla insanı besler, büyütür ve onu salimen geleceğe taşır. Bir yönüyle o bir kutup yıldızı gibi insanoğluna mihmandarlık yapar. Zira insan onunla doğar, onunla büyür, onunla öğrenir, onunla düşünür, hayal kurar, tutum ve davranışlarını onunla belirler. Ancak diğer yönüyle o, etki oranı iyi ayarlanmazsa bir kortizon gibi, insanlığın gelişimi/terakkiyatı için büyük bir risk taşımaktadır. Bu anlamda, büyük ölçüde kendi döneminin izlerini taşıyan bu alanı biz çağa veya şartlara göre daima kendini yenileyen dinamik bir süreç olarak değil de üzerine çaput bağlanarak, kutsanan mezar taşları gibi görür ve ona körü körüne bağlanırsak, bir adım ileri atamadan oracıkta bakar kalırız. İnsan özünün donuklaşması, donması veya sönmesi ve böylece insanın, akan güncel tarihin dışında kalması bu şekilde olmaktadır. İnsan ruhunu içeriden adeta bir sarmaşık gibi sararak, etkisiz kılan dış faktörlerden birisi tarih veya kültürle rasyonel, dengeli bir ilişkinin kurulamamış olmasıdır.

İnsani gelişimi etkileyen dış faktörlerden bir diğeri ise insanın aklî, iradî ve vicdanî gelişimi için özgür bir ortamın olup olmadığı meselesidir ki bu, bir önceki faktörler tarafından da direkt olarak etkilenmektedir. Bu durum daha ziyade dinî, siyasî, ahlakî veya başkaca bazı gerekçelerle ortaya konulan kimi zaman aile, kimi zaman okul, kimi zaman siyasal otorite gibi kurumsal yapılardan gelen aşırı tutucu, himayeci, kontrolcü ve hatta baskıcı düşünce, inanç, tavır ve tutumlar yoluyla kendini dışa vurmaktadır. Bu durum ister korumak, kollamak ya da eğitmek gibi iyi niyetle; ister belirli bir siyasi görüş, ekonomik çıkar veya başkaca dünyevi bir his ve heves gibi kötü maksatlı olsun her ikisi de aynı sonucu üretecektir. Bir başka ifadeyle, hangi niyetle olursa olsun insanın üzerine düşen gölge, onun özünü yok eden bir canavara dönüşebilmektedir. Böylece insan, insan eliyle yok edilebilmektedir.

Üniversite eğitimi için fakülteye varmış hazırlık sınıflarında derslere başlamıştık. Aynı dönemde “İslam İnanç Esasları” adıyla bir de ders koymuşlar, ilgili derse ise hocaların hocası Hüseyin ATAY Bey geliyordu. Hocayı ilk defa görüyor olmamızın yanı sıra hitabeti de pek güçlü olmadığı için ilk derslerde üzerimizde pek fazla bir tesir uyandırmamıştı. Zira hoca derse geliyor, masaya oturup, kalın camlı gözlüklerinin arkasından tek düze bir uslüp içerisinde dersini anlatıp, çıkıp gidiyordu. Aslına bakılırsa başlarda, ne bizim hocayı ne de hocanın bizi pek umursar bir görüntüsü vardı. Maalesef hocayı geç tanımamız bize epeyce pahalıya maloldu, diyebilirim. İşte bu derslerden birinde Atay hoca; ilim, irfan ve terakki için özgürlüğün önemi üzerine konuşurken bu fikrini güçlendirmek için olsa gerek “Arkadaşlar” dedi, “Ağaç gölgesinde fidan yetişmez.”

Daha yeni yeni uyanmaya başlayan zihminde hocanın metaforik olarak ileri sürdüğü bu ifadeyi pratik korelatlarıyla birlikte zaman zaman ben de düşünmeye başladım. Hoca haklıydı. Zira insan, özünü somutlaştırmak istiyorsa dış gerçekliğin bu gelişmeye uygun bir zemin teşkil etmesi gerekiyordu. Hele hele dış dünyadan yapılan orantısız müdahaleler, özün zayıflaması veya tümüyle yok olmasına yol açabilmekteydi.

Yine rivayet odur ki; ilim, fen ve felsefeye oldukça düşkün bir hükümdar olan Büyük İskender günün birinde hal hatır sormak için, nefsini terbiye etmek üzere güneşin altında uzlete çekilen Diyojon’i ziyarete gider. İskender, fıçının içindeki filozofa yaklaşır ve bir dileğinin/arzusunun olup olmadığını sorar. Umarsızca kafasını kaldıran ve sesin geldiği yere yüzünü çeviren filozof, başında duran kişinin, güneşini kapatmakta olduğunu fark edince; “Gölge etme başka ihsan istemem.” der. 

Bu anlamda esas itibariyle gölge, belli ölçüde canlıları güneşe karşı korur, himaye eder, diri tutar, serinlik ve esenlik verir. Ancak aynı gölge, özü itibariyle karanlıktır veya karanlığı temsil etmektedir. Bu nedenle gün ışığından uzak, aşırı ve süreklilik arz eden gölge veya gölgeler canlıların olgunlaşıp, gelişerek, kendini bulmasına mani olmaktadır. Bu anlamda güneş, varlık veya var oluşa; gölge ise, yokluk veya yok oluşa yol açmaktadır. Bir başka ifadeyle güneş varlığın, gölge ise yokluğun sembolü olmaktadır. Bu nedenle nerede olursa olsun yetkinleşerek, kemale ermiş fidanlar ya da serpilip gelişerek meyveye durmuş ağaçlar varoluşunu her daim güzel, güneşli günlere borçludur. 

Yazar
İbrahim ÇETİNTAŞ

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen