Çatı Var, Çatıcık Var..!

Biraz yukardan bakınca düşünmeden edemiyor ki insan (!).

Her halde ilk barınma ihtiyacı ile birlikte akletmiştir insanoğlu, korunaklı, muhafazalı, sınırlı ve sırlı bir barınağın şart olduğunu… 

Korunmak için; düşmandan, yabandan, yağmurdan, afattan, soğuktan, sıcaktan…

Sığınmak için; yalnızlığına, sevdiğine, huzura, sükunete, güvene, umutlarına…

Saklamak için; mahremini, sevdiğini, biriktirdiklerini, sevgisini,sevdasını, rızkını…

Örtmek için; yalanını, hırsını, kinini, ihanetini, pisliğini, kirini…

Üretmek için; fikrini, neslini, yarınını, hayallerini, sevdalarını…

Hasılı; anlamış yaşamın kapalılık ilkesini. Özelin olmazsa olmaz olduğunu. Çatıların, duvarların, elin alemin hoş nahoş her türlü niyet ve enerjisine siper olduğunu. Hayat savaşının yoğun temposunda çatı altının en güvenli karargâh olduğunu. Hem dışarıya, hem içeriye askersiz, mayınsız, kolluksuz bir güvenlik ordusuyla ‘zırh’ olduğunu.

Sınırsız olmaz demiş insan, sırrını keşfedince… Duvarları örmüş önce. Yetmemiş üstünü örtüp adına çatı demiş. Ve örtmüş tehlikeli bulduğu her şeye karşı tüm giriş ve çıkışları. Ve açmış huzur güven ve sevgiyi taşıyacak her ne varsa hepsi için tüm giriş ve çıkışları…

Sonra yetmemiş, dualarda göndermiş yaratanı ona, okusun inansın, daha da güvende olsun diye…

Çatılar… Çatılar. 

Neler neler… 

Ne ummanlar, ne fırtınalar, ne hikayeler var kimbilir saklayıp, sarıp sarmalayıp, örttüğümüz duvarlar arasında ki yüreklerde? 

Kimbilir? Ne çok hüznün, sırrın, sevincin, aşkın, ayrılığın, ihanetin, cinayetin, doğumun, ölümün, rüşvetin, satışın, fermanın şahidisiniz. 

Kaç kırık var yenininizin içinde..?

Hmm bu arada hangi konforla hangi mekânda vazifeli olduğunuz da önemli tabi…

Belki pembe panjurlu pencereler var altınızda, belki camları bile olamayan kerpiç, yıkık dökük duvarlar, belki koskocaman bir saray… 

Ya da bir külliye.

Çatı… 

Çatılar.

Vazifeniz büyük.

Düşündürdüklerinize gelince; yazmakla biter mi?

Çok şükür… İyi ki akletmiş sizi atalar.

Her şey uluorta, her şey aşikâr ve görülen, herkes pek tabî uyanık (!)  ve görebilen olsaydı.

Nice olurdu hâlimiz?

 

 

 

 

Dîvâne Rüşdî Efendi’nin Rubâîleri

Dr. Yasin ŞEN

Hayatı

Kaynaklarda Dîvâne Rüşdî Efendi’nin hayatı hakkında verilen bilgiler oldukça yetersizdir. Onunla ilgili bilgileri Mustafa Safâyî Efendi’nin Nuhbetü’l-Âsâr Min Fevâidi’i-Eşâr adlı tezkiresi, yine bu tezkireden özetlenmiş Kemiksiz-zâde Saffet Mustafa’nın Nuhbetü’l-Âsâr Fî-Ferâ’idi’l-Eş’âr adlı eseri, Sâlim Efendi’nin Tezkiretü’ş-Şuarâ’sı ve İsmail Belîğ’in Nuhbetü’l-Âsâr li-Zeyli Zübdeti’l-Eş‘âr’ında buluyoruz.

Bu tezkirelerin verdiği bilgelere göre Rüşdî Efendi’nin asıl adı Mehmed’dir. İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Bekirzâde veya tezkireci Salim Efendi’nin ifadesiyle Bekir Ağazâde diye şöhret bulmuştur. Buradan hareketle babasının adının Bekir veya Bekir Ağa olduğu anlaşılmaktadır. Bekir Ağa’nın, bu “ağa” unvanından hareketle bazı önemli görevlerde bulunduğu düşünülebilir.

17. yüzyılda yaşayan 1022 şairin 307’si ilmiye mesleğine mensuptur. Mesleği belli olmayan 481 kişilik şair grubu sayılmazsa bu sayı dönemin şairlerinin en çok ilmiye mesleğini tercih ettiğini göstermektedir (Kılıç, 1998: 202). Rüşdî de ilmiye mesleğine mensup şairlerdendir. Kaynakların belirttiğine göre o mülazım ve müderris olmuştur. Fakat onun hangi medreselerde görev yaptığıyla ilgili elimizde herhangi bir bilgi yoktur.

Rüşdî müderrislik görevinden azledilmiş, kırk yaşından sonra zihnî melekeleri zaafa uğramış, İstanbul’da bulunan Sivâsî-zâdeler Tekkesi’ne sığınmış ve burada inzivayı tercih etmiştir (Çapan 2005: 207). Bu hadiseden sonra şâir, Dîvâne Rüşdî Efendi diye tanınmaya başlamıştır. Şairin bu lakabı Dîvân’ın bazı yazma nüshalarında görülmektedir.

Rüşdî, kaldığı tekkede cezbe hâlindeyken vefat etmiştir (Özcan, 1989: 110). Kaynaklardan anlaşıldığına göre Rüşdî Efendi’nin cezbesi devamlı olmuş, o bu hâlden çıkamamıştır. Safâyî ve Sâlim Efendi, şairin 1105 (M. 1695) senesinde vefat ettiğini kaydetmektedir.

Eski kültürde insanların, vefat ettikten sonra genel olarak bağlı bulundukları dergâh, tekke, zaviye gibi yapıların içine, çevresine, haziresine defnedildikleri bilinmektedir. Rüşdî’nin Sivâsîzâdeler Tekkesi’nin haziresine defnedilmesinden ötürü onun bu tekkeye bağlı olduğu düşünülebilir.

Rüşdî’nin Hz. Peygamber sevgisiyle dolu bir şair olduğu özellikle naat türünde yazdığı kasidelerinden ve kaside nazım şekliyle kaleme alınmış miraciye ve mevlidinden anlaşılmaktadır. Dîvân’ın kasideler bölümü sadece Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyt için yazılmış şiirlerden müteşekkildir.

Rüşdî’nin çevresi hakkında elimizde net bilgiler bulunmamaktadır. Fakat bazı manzumelerinde zikrettiği ve şiirlerine nazireler yazdığı Nâbî, Sabrî, Nazîf ve ölümüne tarih düşürdüğü Nedîm-i Kadîm gibi şairlerle yakınlık kurduğunu düşünmek mümkündür.

Eseri

Rüşdî’nin bilinen tek eseri Dîvân’ıdır. Kaynaklarda şairin başka herhangi bir eseri zikredilmemektedir.

Dîvân’ın bilinen dört nüshası vardır. Bu nüshalar Medine Ârif Hikmet Kütüphanesi, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi, Süleymaniye Kütüphanesi ve Millî Kütüphane’de bulunmaktadır. İstanbul Üniversitesi nüshasında H. 1090 (M. 1679/1680) yılına ait bir sah kaydı bulunmaktadır. Şair vefatından yaklaşık on beş sene kadar önce Dîvân’ını oluşturmuş gözükmektedir. Muhtemelen bu dönemde onun sağlığı yerindeydi. Safâyî de tezkiresinde “Cevâhir-i nazmın keşîde-i silk-i tedvîn ve dürârî-i sühanın muntazam-ı dürc-i tezyîn etmişdir.” (Çapan, 2005: 207) diyerek Rüşdî’nin hayattayken Dîvân’ını ortaya koyduğunu söyler. Sâlim Efendi de tezkiresinde şairin mürettep bir Dîvân’ı olduğunu söylemektedir (İnce, 2005: 359).

Dîvân’da 11 kaside, 2 mesnevî, 503 gazel, 3 kıt‘a, 13 rubâî yer almaktadır. Yaklaşık olarak 3750 beyitten oluşan Dîvân’da beş farklı nazım şeklinin örnekleri görülmektedir.

Rubâîleri

Burada bizim asıl söz konusu etmek istediğimiz husus, Rüşdî’nin bu yazı vesilesiyle ilk kez yayınlanacak olan rubâîleridir. Rubâî, Dîvân şiirinden günümüze kadar uzanan bir nazım şeklidir. (Dilçin, 2010: 350). Rubâî, Dîvân şiirinde daha çok bir tefekkür biçimi olarak karşımıza çıkmakta (Dilçin, 2010: 350) ve bu durum Rüşdî’nin rubâîlerinde de görülmektedir. Rüşdî, rubâîde ısrarcı olmamış, ancak zamanında oldukça rağbet gören bu nazım şekline de uzak kalmamıştır.

Ahrem kalıpları Türk şairleri tarafından pek kabul görmemiştir. Bu sebeple şairler âhengi sebebiyle ahreb kalıplarını tercih etmişlerdir. (Saraç, 2019: 407). Rüşdî Dîvânı’nda ahreb kalıplarıyla yazılmış 13 adet rubâî vardır. Bu rubâîlerde sevgili, geçen zaman, dikkatli hareket etme, sevgilinin yolunda yapılan fedakârlıklar, yaşanan kederler, feleğin rindlere zulmetmesi gibi hususlar konu edilmiştir. Şairin güçlü söyleyişler yakalayabildiği rubâîleri vardır. Onlardan biri şöyledir:

Erbâb-ı mahabbet geh olur deryâ-nûş

Bir katre-i kemterle ider gâhî hûş

Oldur reviş-i meşreb-i rind-i ‘aşk

Meyden gehî huşyâr olur geh bî-hûş

Rubâîler, şairlerin düşünce dünyasını anlamada bize yardımcı olan nazım şekillerindendir (Saraç, 2019: 408). Bu nazım şeklinin anlamı teksif etmesinin ve şairlerin az mısra ile duygu ve düşüncelerini ifade etmek istemelerinin bunda etkili olduğunu düşünüyoruz. Rüşdî’nin aşağıdaki rübâîsi bizce bu açıdan bir örnek teşkil etmektedir:

Tarh itdi zamâne keyf ü kâr-ı dilümüz

Mihmân-gede-i gam oldı dâr-ı dilümüz

Sâkî-i felek def‘ idemez zerre kadar

Peymâne-i mihr-ile humâr-ı dilümüz

Rüşdî, rubâî vezinlerinden ahreb kalıplarını bir gazelinde (G. 275) kullanmıştır. Şeyhülislam Yahyâ gibi devrin bazı şairlerinde de görülen (Saraç, 2019: 410) bu hususiyet Rüşdî’nin Dîvânı’nda dikkat çeken bir özellik olarak yer almaktadır.

Rüşdî’nin rubâîleri aşağıda toplu olarak verilmiştir. Rubâiler, Rüşdî Dîvânı üzerine tarafımızdan hazırlanan (Şen, 2021) doktora tezinden alınmıştır:

RUB‘İYÂT

Vasf eyleyene dehânını dil-berden

Nakdîne-i bahşı yiter müzd-i sühan

Hoşdur o dahı olmaz ise hâtırı ger

Olursa kadir-şinâs erbâb-ı sühan

(Sevgilinin ağzını anlatmak isteyen birine onun sözleri bir lütuf olarak yeter. Eğer onun gönlü olmasa bile söz erbabının kadir kıymet bilmesi de hoştur.)

*

Kıl rast sözün togrı özün olma sakîm

Olsun revişün miyân-ı ümmîd ile bîm

Her yirde sükûn kec hareketden yegdür

Zîrâ ki kabûl itmez anı tab‘-ı selîm

(Sözünü ve özünü doğru kıl. Yanlış yapma. Bu hayatta yaşayışın korku ile ümit arasında olsun. Her yerde sükûnet, yanlış hareketlerden iyidir. Üstelik selim bir akıl, yanlış hareketleri kabul etmez.)

*

İrişdi hazân geçdi o tâze çağlar

Kim şiddet-i rûzgârdan ebr ağlar

Fi’l-hâl ‘acebdür ki geçer fasl-ı bahâr

Gülzâr-ı cihân nakş-ı dîger-gûn ağlar

(Sonbahar erişti. O taze zamanlar geçti. Zamanın/rüzgârların şiddetinden bulutlar ağlar. Şaşılacak şeydir ki, şimdi bahar faslıdır. Cihan bahçeleri ve başka türlü nakışlar ve güzellikler de ağlar.)

*

Tavrın göricek sîm-ile zerden geçdüm

Zevk-i hazar u renc-i seferden geçdüm

Olsam n’ola her kanda gidersen hem-râh

Serden geçdüm yolunda serden geçdüm

(Ey sevgili! Senin tavırlarını görünce gümüşle altından geçtim. Bir yerde barış içinde yaşamanın zevkinden ve seferin zahmetinden geçtim. Her nereye gidersem gideyim ben bu serden geçtim, serden geçtim.)

*

Geh bâri nevâziş it dil-i dânâya

Çignetme bizi bâre-i istiğnâya

Ey şâh-süvâr-ı ‘işve besdür tutalum

Cevrün komamış tokunmaz şekvâya

(Ey sevgili! Bazen bu tecrübeli gönle iltifat et. Bizi istiğna yükünün altında çiğnetme. Ey işve atının binicisi! Farz edelim ki cevrin yeterlidir, o yine de şikâyete değmez.)

*

Âlâm-ile geldi dile ol denlü kelâl

Peymâne-i kâm ancak ider def‘-i melâl

Baksak yine her biri ‘acebdür ber-câ

Cünd-i gamı kılsa şâh-ı şevk istis‘âl

(Elemlerle gönlüme bıkkınlık geldi. Ancak arzu kadehi benim kederimi def edebilir. Gam askerlerini şevk padişahı söküp atsa da şaşılacak olan şu ki, baksak yine onların her biri yerli yerinde durmadadır.)

*

Dil mansıb-ı âmâli niyâz itse muhâl

Tevcîhe sezâ görmegi gerdûn-ı hayâl

Çekse ne kadar müddet eger zahmet-i ‘azl

Eyler yine bir dûna murâd îsâl

(Gönül, emellerinin erişmek istediği makamları ve hayal feleğinin kendisine yönelmesini niyaz etse de bu imkânsızdır. Bir kimse azil zahmetini ne kadar çekse felek yine bir alçak kimseye muradını gönderir de bana göndermez.)

*

Germ-âteş-i buhl eyledi gâyet tuğyân

Mahv oldı rutûbet-i gürûh-ı insân

İrişse kızgın felekden nem-i feyz

Hep geştime yağsa dür-i evânî-i bârân

(Cimriliğin sıcak ateşi yüzünden büyük bir tufan oldu. İnsanların bedenlerindeki rutubet, sıcak yüzünden mahvoldu. Bu kızgın felekten bir feyiz ıslaklığı erişse ve yağmurun testisinden inciler yağsa.)

*

Vaz‘-ı sitem-âmîz-i sipihre her gâh

Hayretde kalur ehl-i dil itdükçe nigâh

Rindân-ı hıredmende gubâr-ı gam olur

Derd-i dili eyledükçe mukaddem âh

(Zulme bulanmış feleğin durumuna gönül ehli baktıkça her zaman hayrette kalır. Gönül derdiyle öncekilerin eylediği âhlar, anlayışlı rintler için gam sebebidir.)

*

Tarh itdi zamâne keyf ü kâr-ı dilümüz

Mihmân-gede-i gam oldı dâr-ı dilümüz

Sâkî-i felek def‘ idemez zerre kadar

Peymâne-i mihr-ile humâr-ı dilümüz

(Zamane, gönlümüzün keyfini ve ilgilendiği şeyleri bir kenara attı. Gönül yurdumuz gam misafirhanesi oldu. Felek sâkîsi, güneşin kadehiyle gönlümüzün sarhoşluğunu zerre kadar def edemez.)

*

Ol şem‘ olalı incinmez ârâ-yı nazar

Pervâne-sıfat oldı dile şu‘le makar

Sundukca eser ḳılsa sabâ sûziş-i âh

Dâmânını şû‘le-i şem‘e çeker

(O, bir mum olduğundan beri düşüncelerim incinmez. Pervane gibi mumun alevi gönlümüzde yer edindi. Sabah rüzgârı, âhlarını ona sundukça bu, eser kılsa bile o mum gibi olan sevgili eteğini mumun alevine çeker.)

*

Gûş itmeyicek ne sürûr u handân

Bin nâle vü zâr itse hezâr-ı nâlân

Gördükçe olur zahmı füzûn dilde nʾola

Hâr ile keş-â-keş olsa hep kârı hemân

(Sevgili bizi dinlemeyince sevinç ve gülümseme nedir! İnleyen bülbül bin kere bağırıp feryat etse de dikeni görünce gönüldeki yarası büyür. Bu yüzden bülbül dikenle sürekli mücadele hâlindedir.)

*

Erbâb-ı mahabbet geh olur deryâ-nûş

Bir katre-i kemterle ider gâhî cûş

Oldur reviş-i meşreb-i rind-i ‘aşk

Meyden gehî huşyâr olur geh bî-hûş

(Muhabbet ehli, bazen denizler gibi içer. Küçücük bir damlayla bile bazen coşarlar. Aşk rindinin meşrebi şöyledir: Onlar bazen şaraptan dolayı sarhoş olurlar bazen de o şaraptan akılları başına gelir.)

Kaynaklar

ABDULKADİROĞLU, Abdulkerim (1999). İsmail Belîğ Nuhbetü’l-Âsâr Li-Zeyli Zübdeti’l-Eş’âr, Ankara, AKM Yay.

ÇAPAN, Pervin (2005). Mustafa Safâyî Efendi Tezkire-i Safâyî (Nuhbetü’l-Âsâr Min Fevâ’idi’l-Eş’âr) İnceleme-Metin-İndeks, Ankara, AKM Yay.

DİLÇİN, Cem (2010). Fuzulî’nin Şiiri Üzerine İncelemeler, İstanbul, Kabalcı Yay.

GÜZEL, Bilal (Haz.) (2018). Kemiksiz-zâde Saffet Mustafa Nuhbetü’l-Âsâr Fî-Ferâ’idi’l-Eş’âr, Ankara, TTK Yay.

İNCE, Adnan (Haz.) (2005). Salim Efendi Tezkiretü’ş-Şu’arâ, Ankara, AKM Yay.

KILIÇ, Filiz (1998). XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser Üzerine Değerlendirmeler, Ankara, Akçağ Yay.

ÖZCAN, Abdulkadir (Haz.) (1989). Şeyhî Mehmed Efendi, Vekâyiü’l-Fudalâ, C. 2, İstanbul, Çağrı Yay.

SARAÇ, M. A. Yekta (2019). Klasik Edebiyat Bilgisi Belâgat ve Biçim-Ölçü-Kafiye, Ankara, TDK Yay.

ŞEN, Yasin (2021). Dîvâne Rüşdî Dîvânı (İnceleme-Tenkitli Metin-Sözlük), Ankara Hacı Bayram Veli Üniversitesi Lisansüstü Eğitim Enstitüsü, Eski Türk Edebiyatı Bilim Dalı, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara.

(Bu yazı şurada yayınlanmıştır: “Dîvâne Rüşdî Efendi’nin Rubâîleri” Rubai Dergisi, Sayı 6, Kasım/Aralık 2021, s. 24-29.)

Yazar
Canan ASLAN

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen