Dağlara Seyahat

Anneme telefon ettim, baktım kardeşim de orada. Ablamı aradım, “hemen anneme git de ben de geleceğim, Murat da orada, kardeş kardeş biraz sohbet ederiz, belki biraz da dolaşırız” dedim. “Ben şehrin ta öteki ucunda oturyon, ha deyince gelinir mi? Bi saatte anca gelirin” diye cevap verdi. Gerçi ablam ha deyince gelse bile yine o saatte gelir siftine siftine.
Benim de biraz işlerim vardı, onu halledince anneme gittim, ablamla beraber girdik kapıdan. Murat ablama “sen de gezelim deyince hemen geliyorsun” deyince cevabını da aldı “Öle deme, çağrıldığın yere erinme, davet edilmediğin yere de görünme demişle. Ben davet idildim.”
Ozan Arif’in bir şiiri vardı;
“Üç gardaştık bir zamanlar üç gardaş,
O toprakta, sen zindanda, ben sürgün.
Aklımıza gelir miydi hiç gardaş?
O toprakta, sen zindanda, ben sürgün.”
Biz de bir zamanlar beş kardeştik. Birisi yirmi yaşında toprak altına girdi. Birisi dün ameliyat oldu, şu anda hastanede. Babam vefat edeli on sekiz yıl olmuş. Herkes evinde, işinde, kendi dünyasında. Çocukluğunda geçirdiği günlere hasret yüklü insanlar.
Keşke rahmetli Rıza Akdemir Ağabey’in dediği gibi bir mucize olsaydı;
“Bir mucize olsa, bir gün âniden
Kaybolsa saçımı dolduran aklar…
Kırk yıl öncesine dönsem yeniden
0 şehir, o gençlik ve o sokaklar
Elimde valizim bir kuşluk vakti
Yürüsem o şehrin caddelerinde
Aradan kırk sene geçmemiş gibi
Yine öyle coşkun ve öyle zinde
Meydanda bir bezden topun ardından
Arkadaşlar yine koşuşup dursa
Rüyâ güzelliği içinde zaman
Kule’de bir saat dokuzu vursa
İlerde, bir ahşap ev köşe başında
Itırlar, şebboylar penceresinde
Ve sonra hoş bir kız on beş yaşında
Hovarda şarkılar tatlı sesinde
Bahçemizde yaşlı kiraz ağacı
Gölgesinde yazın oturduğumuz
Şu çayırlar işte rüzgâr esince
Üstünde uçurtma uçurduğumuz
Kapının önünde bir süre kalsam
Kalbimde heyecan, köpüklü, taşkın
Uzanıp kapının zilini çalsam
Atılsa boynuma kardeşim, şaşkın
Hayretle divandan doğrulsa babam
Uzansa saçıma doğru elleri
Toplansa o akşam hısım-akrabam
Yâd etsek birlikte geçen günleri
Aydınlık yüzünde şafaklar gülen
0 kız yine çiçeklere su verse
Penceremden penceresi görülen
Gülümseyip bana selâm gönderse
Bir mucîze olsa bir gün âniden
Kaybolsa saçımı dolduran aklar
Kırk yıl öncesine dönsem yeniden
0 şehir, o gençlik ve o sokaklar.”
Dünya bu, gelimli gidimli. İlla ki ölümlü. Muhlis Akarsu da dünyaya şöyle söylemiş;
“Ne deyim ki dünya senin halına
Gayrı bakılacak yüzün kalmamış
Bölüşmüşler servetini malını
Bir yara saracak bezin kalmamış.”
Annemi de aldık dağlara doğru yola çıktık. Dağlar güzel, dağlar heybetli, dağlar samimi.
Sohbet de iyi.
Dağlara tırmandık, sonra aşağıya Sakarya Nehri’nin kıyısına vardık. Orada rakım iki yüz civarında. Erik ağaçları çiçeklenmiş. Durup biraz nefes aldık. Murat, oralardan sarı papatya toplamış üç beş tane, anneme verdi Üç gün sonra kadınlar günü ya kutlu olsun diye.
Ablam eskileri anlatıyor. Tanıdığı bir kadının bekar çocuğu varmış,. Gittiği bir evdeki kızı da çocuğuna isteyecek ama sık sık gidip yolunu yapıyormuş; “bizim oğlan fırında çalışır. Mayışının yanında her gün de evine üç ekmek getiryo.”
Ekmek önemli tabi.
Köyden geçerken Gaşaklan Halil Abi’yi gördük, annem şeker verdi. “Para çok olunca gezyonuz, benzin gaç lire oldu baksa” dedi ama öyle değildi. Biz bir araya gelmişken beraber vakit geçirelim istemiştik.
Babamın mezarına uğradık.
Bir arkadaşımız biraz rahatsızdı. Dağları, tabiatı çok seviyordu. Ona dağlardan ve açan çiçeklerden biraz fotoğraf çekeyim de göndereyim diye söz vermiştim, onları yaptım.
Yeniden iki yüz rakımdan bin iki yüzlere çıktık, kar başladı. Annem “bak dağa çıkınca gar başladı. Boban dağla yağmırı, garı çeke” derdi.
Annemin babası köyün en zenginiymiş, babamın ailesi de en fakiri. Annemi vermek istememişler. Annem de “Allah’ın emriyle olmazsa tüfen demiriyle olur” demiş. Bunu kendisi söylemez de başkalarından duyarız. Şimdi anneme bunları sorsam “Cemrelen hepsi tüştü” der. Dayıma babam taş atcak yapıp kandırıyormuştu desem “Bak çiğdemne çıkmış, az sona da melemçele, ardından navrızla çıka. U zaman yaz geldi demek” der, bana laf avutlayıverir.
Ablamın canı dolma istemiş, pazara gitmiş;
“Bazara kittim, kelem alıp dolma yapen dedim. Üç dane kelemci va. Birinden ince yapraklı bi kelem aldım, on beş lire vedim. Ta başga şele de aldım. Adama da arabayı geti de bunları götürem dedim.
Eve vadım. Gıyma çıkardım, pirinç çıkardım. Gözelce içini yaptım. Adama kelemi geti dedim, ara dara kelem yok. Bazardan aldığım başka şele de yok. Bobam boyu uzun olanlan gafa öğlenden önce çalışmaz derdi. Gerçi öğlenden sonaydı emme. Aldıklamızın yarsı bazarda galmış.”
Ablam da İbrahim Abi gibi. Yanında gez, kalemi eline al yaz. Her gün bir çok malzeme çıkar.
Dün de İbrahim Abi aradı “şunu arıyorum, telefonu cevap vermiyor, acaba hasta mı, bilgin var mı?” diye.
Haberim yoktu ama aradım konuştuk, iyiymiş şükür. Meğer İbrahim Abi yanlış numara arıyormuş.

Yazar
Mehmet Ali KALKAN

Eskişehir'de doğdu. Eskişehir Gazi İlkokulunu, Tunalı Ortaokulunu, Motor Sanat Enstitüsünü ve Çukurova Üniversitesi Mühendislik Bilimleri Fakültesi İnşaat Mühendisliği Bölümünü bitirdi (1980). Bir müddet Eskişehir Belediyesinde ... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen