Türk Cumhuriyetleri’nin Bağımsızlıklarının 20. Yılında Yeni Çağın Eşiğinden Avrasya’nın Kalbi’ne Bakmak ─ II

Tarihten Geleceğe Orta Asya’nın Jeopolitiği Üzerine Değerlendirmeler

-RAPOR-

 

Doç. Dr. Mehmet Akif OKUR

 

 

2. BÖLÜM: YENİ ÇAĞIN EŞİĞİNDEN “AVRASYA’NIN KALBİ”NE BAKMAK

 

 

Tarihin Gözlerinde Işıldayan Gelecek: Jeopolitik Orta Asya’da Türkçe Konuşabilir Mi?

Yukarıdaki bölümde ele aldığımız, Orta Asya’yı kapsayan bölge hakkındaki görüşler, bazı genel tespitlerde bulunmamıza imkan verecek bir zemin sunmaktadır. Öncelikle, disiplinin beşiği kabul edilen merkezlerde üretilmiş ilk kuşak literatür esas alındığında, jeopolitiğin telaffuz edildiği günden itibaren, daha çok “Büyük Oyun”un coğrafyasına odaklandığını söylemek gerekmektedir. Ayrıca, jeopolitiğe duyulan ihtiyacı 19. yüzyıl sonlarının şartları doğurmuş, disiplin bazen ilgi sağanağı, kimi zaman ise eleştiri okları altında geçirdiği uzun yüzyılı boyunca oluşum sürecinin izlerini üstünde taşımıştır.

Söz konusu izlerin en önemlileri, yer yer ırkçılığa varan Batı merkezci bakış açısı ile şeklî bir objektivizmin maskelediği indirgemeci yöntemdir. Mackinder’dan başlayarak kalpgâhı konu edinen çalışmalarda her ikisine de beraberce rastlanabilmektedir. Jeopolitiğin klasik metinlerinde, Batılı “özne” hayli canlı bir kimlik tasarımına dayanılarak tarif edilmekte, incelenen bölgede yaşayan toplumlar ise coğrafyanın belirleyiciliği altında gölgelere dönüştürülmektedir. “Hristiyanlık” ya da “hür dünya”, coğrafyadan bağımsız, kimliğe dayalı varoluşlar iken; Moğollar, Türkler, Ruslar… kalpgâh sayesinde anlam ifade eden tehdit nesneleridir. Bunlar yalnızca coğrafya karşısında gölgeleşmezler; kültürel kimlikleri, medeniyet âidiyetleri arasındaki farklılıklar da silikleşir. Adeta, “barbar” parantezinin içine alınmışlardır.

Özetlediğimiz kurgu, tehdit algısını aynı anda hem güçlü, hem de zayıf kılarak, Batı merkezci tasavvuru beslemektedir. Tehdit güçlüdür, ancak bunun sebebi hasmın eşdeğer yahut daha üstün meziyetlere/kültüre/medeniyete sahip oluşu değil, üzerinde yaşadığı bölgenin bahşettiği imkanlardır. Dolayısıyla bu türden bir tehdit, üstün medeniyeti temsil iddiasındaki Batılı özneyi, kendi dinamikleri bakımından daha canlı kılacak, iç çelişkilerini örterek varlığını öteki karşısında olumlayacak bir seferberliğe

çağırır. Seferberliğin hedefi, “dünya hakimiyeti”ne beşiklik edebilecek coğrafyanın, tek bir “gölge” milletin eline geçişine mani olmaktır. Çağrının canlı bir karşılık bulabilmesi, coğrafya hakkında anlatılanların inandırıcılık düzeyine bağlıdır. İlgili bölgenin gerçekten tüm yeryüzüne hükmetme imkanlarını bünyesinde topladığı iddiasını ispatlamak da jeopolitik “bilimi”ne düşmektedir.

Şimdiye kadar anlattıklarımız, jeopolitiğin “Batılı” ön ekiyle anılmayı gerektirecek düzeyde ortaya çıktığı toprakların ürünü olduğunu gösteriyor. Bu yüzden coğrafyanın siyasi anlamları üzerinde düşünülürken, jeopolitikten istifade edilmek istendiğinde, kavram üretim sürecine yön veren perspektifleri yerlileştirecek bir zihni faaliyetin aracılığına ihtiyaç duyulmaktadır. Jeopolitiğin jeokültürle sentezlenmesi, disipline hakim bakış açılarının yeniden kurulmasını/konumlandırılmasını sağlayarak klasik teorilerin malûl oldukları bu türden sorunların aşılmasına katkıda bulunabilir. Tarif ettiğimiz doğrultuda bir entelektüel gayret, etkisini, özellikle Orta Asya gibi disiplinin doğuşundan itibaren odağında yer alan coğrafyalar hakkındaki çalışmalarda hissettirecektir.

Bu gerçekleştirilebilir ve “gölgedekiler” gün ışığına Türkçe davet edilirlerse, bölgenin geleceğine kendi tarihinin gözlerinden bakmak mümkün olacaktır. Nitekim biz de çalışmamızın takip eden kısmında, bu doğrultuda mütevazı bir adım atmaya çalışacağız.

 

A. ORYANTALİZMİN SOLAN İMAJLARI VE TÜRKİSTAN: BARBARLAR DİYARINDAN, DÜNYA TARİHİNİN MERKEZİNE

 

Orta Asya’yı, üzerinde yaşayanların ürettikleri tarih ve kültürü görmezden gelerek yalnızca işgal ettiği arazinin özelliklerine indirgeyen jeopolitik tasarımlar, bir tarih yazıcılığı geleneğinden beslenmektedir. Denis Sinor’un sözleri, söz konusu geleneği şekillendiren bakış açısının en güzel özeti gibidir. ABD’de Orta Asya tarihçiliğinin duayen isimlerinden kabul edilen Sinor, ünlü eserinin giriş kısmında “Merkezî Avrasya’nın tarihi, bir barbarlar tarihidir” (Sinor 1997: 5) demektedir. Geçtiğimiz otuz yılda yavaş yavaş kırılmaya başlanan bu tavrı, 90’ların başında yayınladığı “Orta Asya’nın Merkezîliği” başlıklı çalışmasıyla eleştiren Frank, bölgenin dünya tarihçiliği için adeta bir kara delik olduğunu söylemektedir. O’na göre söz konusu durumun iki temel sebebi vardır. İlki, bölge insanının değişik engeller yüzünden kendi tarihini yazamamasıdır. İkincisi ise, Çin, Hindistan ve Rusya gibi Orta Asya’nın etrafındaki bölgelere odaklanan tarihçilerin, bu komşu coğrafyadan çok az bahsetmeleridir (Frank 1992: 1-2).

Türkistan tarihinin yeterli düzeyde incelenmeyişinden kaynaklanan bilgi eksikliği, ka­dim önyargılarla birleşerek, Orta Asya’nın geçmişine ait belirli dönemleri dünya tari­hi içinde marjinalleştirme yönünde Batılı akademik çevrelerde bir eğilim yaratmıştır. Frank’ın da şikayetçi olduğu bu tutumun çarpıcı bir örneğine, Cambridge History of İslam’ın 1970’lerdeki baskılarında rastlanır. Editörler, bölgede kaydadeğer az şey yaşandığını gerekçe göstererek Orta Asya’nın 1400 ile 1800 yılları arasındaki tarihini birkaç sayfayla geçiştirmekte, neredeyse yok saymaktadırlar (Frank 1998: 117).

Araştırdıkları bölgenin Türkistan’la bağlantılarına çok az ya da hiç yer vermeyen Batı/ Hint/Çin/Rus tarihçilerinin “kendi merkezci” tavırları, ancak metodolojik düzeydeki yenilenmelerle aşılabilmiştir. Yeryüzünün belirli coğrafyalarını tarihi yazılacak özerk birimler hâlinde ele alan geleneksel uzmanlaşma, sözkonusu birimler arasındaki iliş­ki ve etkileşime odaklanan yeni yaklaşımlar tarafından sarsıldığında, Orta Asya’nın dünya tarihindeki merkezî konumu görmezden gelinmesi, imkansız bir ışıltıyla or­taya çıkmıştır. Bölgeye itibarının iade edilmesini sağlayan önemli gelişmelerden biri, uluslararası politik ekonomi alanında çalışan dünya sistemi kuramcıları arasındaki, kapitalizmin ne kadar uzun bir geçmişe sahip olduğu sorusundan kaynaklanan an­laşmazlıktır. İktisat tarihçiliğinin imkanlarının seferber edildiği bu tartışma esnasında ulaşılan bulgular, uzun asırlar boyunca Türkistan’ın “Avrasya’nın kalbini” işgal ettiği bir dünya ekonomisi manzarası resmetmektedir.

Nitekim Beckwith’in satırları, Sinor’un girişte alın­tıladığımız sözleriyle kıyaslandığında, Orta Asya algısındaki çarpıcı değişim gözler önüne serilmek­tedir: “Merkezî Avrasya toplumları, dünya medeni­yetinin oluşumuna temel, hayatî katkılar yaptılar. O kadar ki, merkezî Avrasyalılar ve etrafındaki halklar arasındaki ilişkiyi dahil etmeksizin Avrasya tarihini anlamak mümkün değildir.” (Beckwith 2009: XX) Beckwith’ten daha da ileri gidenler bulunmakta­dır. Örneğin Clarke, Orta Asya’nın yalnızca Avrasya için değil, tüm dünya tarihinin anlaşılması bakımın­dan merkezî öneme sahip olduğunu söylemektedir (Clarke 2009: 22).

Bu önemin ilk kaynağı, bölgenin mevkisidir. Tarihte Türkistan, coğrafyasının iklim ve doğal zenginlikler bakımından bazı elverişsizliklerini, Avrasya’nın düğüm noktasına denk gelen konumunun sunduğu benzersiz avantajlarla kapatmıştır. Nitekim Gills ve Frank, kadim zamanlarda Orta Asya’nın; Çin, Hindistan, İran, Mezopotamya, Levant ve Akdeniz’i kapsayan bir dünya sisteminin kavşağı hâline geldiğine dikkat çekmek­tedir. Söz konusu yerler arasındaki irtibatı tesis eden Orta Asya, Han Çini’ni, Gupta Hindistanı’nı, Part İranı’nı ve Roma İmparatorluğu’nu ortak bir dünya sistemine pay­daşlıkta buluşturan anahtar rolünü oynamıştır (Gills vd. 2003a: 185). Bu etkileşim zemininin bıraktığı miras kendisini bilim, felsefe, edebiyat ve dinden şehirciliğe kadar birçok alanda göstermektedir (Litvinsky vd. 1996a: 24).

Uzun asırlar devam eden etkileşim dinamiğinin ardındaki temel motivasyon ise tica­retti. Örneğin, 7. yüzyıl Buhara’sında ticaret kolonisi mahiyetinde bir Hint mahalle­sinin varlığı bilinmektedir. Hint ve Çin malları, Moskova ve Batı Avrupa’ya kadar bu şehir üzerinden taşınmaktaydı (Annanepesov 2003: 84). Özellikle, bölgedeki şehir devletleri ve diğer dar egemenlik alanlarını birleştiren bir güç ortaya çıktığında kıtala­rarası ticaretin hacmi ciddi boyutlara ulaşabilmekteydi (Gills vd. 2003b: 332). 

Günümüzde nostaljik bir romantizmin simgesine dönüştürülen İpek Yolu da, varlığını bu ekonomik hareketliliğe borçludur. Doğu’dan Batı’ya uzanan tek bir hattın değil de, bir yollar ağının ismi olan İpek Yolu, yukarıda bahsedilen dünya sisteminin tarihi ulaşım ve iletişim kanalıydı. Ticaretle kolkola ilerleyen siyasi ve diplomatik ilişkiler de, merkezinde Orta Asya’nın yer aldığı bu ağ üzerinden yürütülmüştür (Litvinsky vd. 1996: 486). Nitekim Coğrafi Keşifler, deniz yollarının yıldızını parlattığında, İpek Yolu’nun altın çağı, yalnızca ticari ilişkiler bakımından değil, askerî ve siyasi açılardan da kapanmıştır (Adle vd. 2003: 28).[1]

Orta Asya’yı tarihte önemli kılan ilkiyle bağlantılı ikinci sebep, ürettiği iç enerji ve bunun yayılma menzilidir. Merkezî konumu, Türkistan’ı yalnızca buluşturduğu farklı mede­niyetlerin etkisine açmamıştır. Aynı zamanda bölgenin sınırlarını dışarı doğru yıkacak düzeyde enerji birikiminin yaşandığı her dönemde, dünya sisteminin tümünü sarsan patlamaların beşiği de yapmıştır. Patlamalar hâlinde yayılan göç ve istila dalgaları, kom­şu uygarlıkların ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel hayatlarını olduğu gibi, demografik yapılarının etnik kompozisyonunu da değiştirmiştir (Gills vd. 2003a: 186). 

M.Ö. 1700’den itibaren söz konusu dalgaların izini sürenler, enerji birikim süreçleri­nin yaklaşık beş asırlık periyodlarla tamamlandığını, patlamaların yarattığı dalgaların ise iki yüz yıl kadar devam ettiğini söylemektedir. İstila dalgaları sırasıyla, M.Ö. 1700­1500 ile M.Ö.1200-1000’de, M.Ö. 500 ve 0 dolaylarında, M.S. 400-600 civarında ve MS 1000-1200/1300 tarihlerinde yükselmişlerdir. Dalgaların tamamı önceki pat­lamaların kalıntılarıyla temasa geçmiş ve sonuncusu hariç bunları daha öteye itmiş­lerdir (Gills vd. 2003a: 185).

Diğer faktörlerle birlikte bu etkileşim zemini de, söz konusu patlamaların en şiddetlisi sayılan Cengiz İmparatorluğu’nun boşlukta doğmadığını, Orta Asya tarihinin yarat­tığı köklü mirasın parçası olduğunu vurgulayanları desteklemektedir (Frank 1992: 44). Moğol ordusunun, ilk istila dalgasını takiben Türk topluluklarından katılımlarla önce Türk-Moğol, ardından da tamamen Türk karakteri kazanması, bu etkileşimin en somut ispatıdır.[2] Moğol patlaması Türkistan topraklarından geçerken, Moğolları ve Türkleri bütünleştiren bir Orta Asya süper patlamasına dönüşmüştür (Adshead 1993: 53). 

Mackinder’ın kalpgâhına şimdiye kadar bütünüyle hükmedebilmiş tek güç kabul edi­len Cengiz İmparatorluğu’nu (Brzezinski 1997:16), “Dünya Tarihi”nin başlangıcı sa­yan çalışmaların ortaya çıkışı (Adshead 1993: 53), Batılı akademyada Orta Asya’nın önemini vurgulayan tezlerin geldikleri noktayı göstermektedir. Örneğin Adshead, Mo­ğol istilasının gerçek anlamda ilk küresel hadise olduğunu söylemektedir: “…Çin’i, Rusya’yı, İran’ı ve Doğu Avrupa’yı derinden etkilemiştir. Dolaylı olarak Hindistan ve Güneydoğu Asya’yı etkilemiştir. Negatif olarak, Japonya, Mısır ve Batı Avrupa’yı etkilemiştir. İstila edilmemeleri bunlara, kendi kültürel alanlarında gelişme şansı vermiş- II.       tir. Daha uzaktan, Amerika’daki Hristiyan yayılması, Afrika ve Güneydoğu Asya’daki Müslüman yayılması bu gelişme ile bağlantılandırılabilir.” (Adshead 1993: 5). 

Bu ve benzeri övgü dolu satırlarda çizilen imajın bazı yönleri, zihinlerde istemeyerek de olsa Orta Asya tarihçiliğinin “barbarlar”la ilgili geleneksel şemalarını canlandırmaktadır. Bölgenin geçmişi hakkındaki algıları, söz konusu şemaların beslediği or­yantalist resmin egemenliğinden kurtarabilmek için ise, tarihte Türkistan toprakları­nın, neredeyse sadece istila dalgaları ürettiği şeklindeki haksız kanaatin düzeltilmesi gerekmektedir. Gerçekten de yapılan araştırmalar, Orta Asya’nın, eski çağlardan bu tarafa çok canlı bir şehir hayatına ev sahipliği yaptığını göstermektedir. Bölgede ta­rım ve ticaretin yanı sıra, üretim ve madencilik alanlarında da kayda değer ilerlemeler sağlanmıştır (Frank 1992: 27). Bu ekonomik temel, çevre medeniyetlerle kurulan münasebeti daimi savaş hâlinin ötesine taşımak için gerekli zemini yaratmıştır. Yer­leşiklerle göçerler arasındaki etkileşim şablonunun dışına taşan örneklerden biri, Qin hanedanı’nın, Çin’deki ilk merkezî devleti Orta Asya’yla yaptığı ticaret sayesinde inşa edebilmesidir. Hanedan, ticaretten elde ettiği kârı, içerdeki savaşlarını finanse etmek ve imparatorluğun idari alt yapısını kurmak için kullanmıştı (Gills vd. 2003a: 182). Nitekim Frank, farklı tarihsel konjonktürlerde tekrarlanan benzeri ilişkilere bakarak aslında Orta Asya devletleri ile Çin arasında bir ortak yaşam formunun doğduğunu iddia etmektedir (Frank 1992: 17). 

 

 

B. TARİH YAPAN BİR ÖZNE OLARAK TÜRKİSTAN: AKTİF ÇAĞIN GELECEĞE SÖYLEDİKLERİ

 

Türkistan jeopolitiğini içerden anlamlandırmayı he­defleyen bir araştırma programı, öncelikle temel parametrelerini anlamaya çalıştığımız jeopolitik ta­savvurun “öznesi”ne odaklanmalıdır. Batılı jeopo­litik yaklaşımların aksine, kendi evi hissettiği Orta Asya coğrafyasına içerden bakan özne, “dışarıyla” ilişkisini formüle ederken bir kimliğe başvurmak­tadır. Bu kimlik; dil, din, örf, gelenekler, akrabalık bağları, siyaset ve yönetim ilişkileri ile coğrafya gibi zamana dirençli manevî ve maddî bağlar tarafından asırlara yayılan süreçlerde ortaklaşa inşa edilmiş­tir. Kimlik ne statiktir ne de tekbiçimli. Özellikle modern toplumlar, değişimin süreklilik arz ettiği,

Buraya kadar anlatılanlar, Orta Asya’nın, Batı’da ilk kuşak jeopolitik teorilerin dayandıkları oryantalist klişelerle bezeli tarih tasavvuru dışında bir gerçekliği olduğunu göstermektedir. Sormamız gereken sıradaki soru ise şudur: Acaba bu otantik gerçekliğin diliyle, bugün karşımızda bulduğumuz jeopolitik denklemlere nüfuz etmemizi de kolaylaştırabilecek tarihsel bir resim çizebilir miyiz? Bizimki gibi, böyle bir tasviri mümkün gören her “evet” cevabı, yanına zorunlu “ama”lar alacaktır. Metodik güçlüklerden, çalışmanın kapsamı, zamanı vs.’yle ilgili çekincelere uzanan bir liste de bu “ama”ların ardına dizilecektir. Ancak ilk baştaki “evet”, ihtiyat ifadelerinin tüm cesaret kırıcılığına rağmen yapılabilecek şeyler olduğu anlamına gelmektedir. Nitekim biz de, sınırlılıklarımızı hatırdan çıkarmadan, “evet”in gösterdiği doğrultuya bakıp, en azından geleceğin araştırmacılarına ilk adımları için yardımcı olabilecek bir başlangıç noktasının teşkiline katkıda bulunmaya çalışacağız.

Türkistan jeopolitiğini içerden anlamlandırmayı he­defleyen bir araştırma programı, öncelikle temel parametrelerini anlamaya çalıştığımız jeopolitik ta­savvurun “öznesi”ne odaklanmalıdır. Batılı jeopo­litik yaklaşımların aksine, kendi evi hissettiği Orta Asya coğrafyasına içerden bakan özne, “dışarıyla” ilişkisini formüle ederken bir kimliğe başvurmak­tadır. Bu kimlik; dil, din, örf, gelenekler, akrabalık bağları, siyaset ve yönetim ilişkileri ile coğrafya gibi zamana dirençli manevî ve maddî bağlar tarafından asırlara yayılan süreçlerde ortaklaşa inşa edilmiş­tir. Kimlik ne statiktir ne de tekbiçimli. Özellikle modern toplumlar, değişimin süreklilik arz ettiği, dinamik ve farklılaşmış kimlikler yelpazesine ev sahipliği yaparlar. Ancak bu durum öznenin topyekûn bir yabancılaşmayla çözülmesi raddesine varmaz. Özne, şiddeti ne olursa olsun, değişimi kendi psikolojik bütünlüğünü ve devamlılığını sağlayacak bir hız ve düzeyde tutmaya, “ben idrakini” korumaya çalışır (Güngör 1996, Davutoğ- lu 1997). Coğrafya, öznenin varoluş sürecinin geçtiği, kimliğin teşekkülü de dahil tüm macerasına sahnelik eden mekândır. Bu yüzden, coğrafya ile kimlik arasında çift yönlü bir etkileyen/etkilenen ilişkisi ve anlam bağı mevcuttur. Söz konusu bağdan, “jeokültür” doğar. Kimlik, belirli niteliklere sahip bir coğrafyayla karşılıklı etkileşim içerisinde kendisini kurarken, kimlikle ilişkili kültürel formlar da aynı mekanda ete, kemiğe bürünürler. Yalnızca maddi unsurlardan ibaret olmayan jeokültür, bu tezahür­lerin de yardımıyla aidiyet duygusunu pekiştirir, devamlılık hissini besler ve öznenin kendini yeniden üretmesini kolaylaştırır. 

Bu özne ve mekan beraberliğinin yarattığı bileşke, verili bir zaman dilimindeki jeo- politik mücadelenin aktörüdür. Etrafı, başka özne/mekan bileşkeleriyle çevrilidir. Bu aktörler belirli bir coğrafi alanda mevcut jeopolitik denkleme göre karşı karşıya veya yan yana gelirler. Dostluk/düşmanlık münasebetleri bağlamında etkileşime geçen aktörler arasında da yansımalı bir ilişki mevcuttur. Temas hâlinin hem etkileyeni, hem de etkileneni konumundadırlar.

Temel özelliklerini tarife çalıştığımız jeopolitik denklemlerin ömrü, belirli bir konjonktürle sınırlıdır. Konjonktürler, muhtelif sebeplerle değişirler. Her değişim de beraberinde yeni bir denklem getirir. Bir özne/mekan bileşkesinin jeopolitik davranış kodları­nı layıkıyla çözümleyebilmek için, önce belli bir tarihsel konjonktürü karakterize eden denklem ile incelenen aktörün bu esnadaki vaziyeti, ardından da yüzleşilen meydan okumalar karşısında üretilen cevabın sistematik bir tasviri çıkarılmalıdır. Unsurlar listesinden ibaret olmaması gereken bu tasvir, dönemin başlıca dinamik ve gelişme­lerini sebep-sonuç ilişkileri etrafında açıklamayı hedeflemelidir. Daha sonra değişik konjonktürlere ait resimler zaman oku üzerinde dizilmeli ve aralarındaki sürekliliklere/ farklılaşmalara odaklanan bir tahlil çerçevesinden anlamlandırılmalıdır.[3]

Muhtelif sosyal bilim disiplinlerinin birikim ve metodlarından faydalanılmasını gerekli kı­lan bu derecede kapsamlı bir inceleme, hâlihazırdaki çalışmamızın sınırlarını ziyadesiyle aşmaktadır. Ancak yönteme ilişkin yukarıdaki değerlendirmelerimizin, genel okuyucu için fazla soyut kalması endişesini de taşımaktayız. Bu yüzden, en azından ufukta beli­ren “Yeni Çağ”da, Orta Asya’nın yüz yüze kalacağı rekabet iklimine çok kaba hatlarıyla da olsa benzediğini düşündüğümüz bir zaman dilimine, 7. yüzyılın ikinci yarısından baş­layıp 8. yüzyıla uzanan tarihsel konjonktüre ait jeopolitik denklemi özetlemek istiyoruz. Orhun Âbideleri gibi öznenin kendi beyanları üzerinden jeopolitik tasavvurlarına nüfuz etmemizi sağlayacak bir metnin varlığı, seçilen dönemi daha da özellikli kılmaktadır.

Söz konusu tarihsel konjonktürün temel karakteristiği, Türkistan’a komşu ve bağlan­tılı coğrafyalarda, neredeyse eş zamanlı biçimde yükselen devletler arasındaki reka­bettir (Gills vd. 2003b: 334-335). Döneme damgasını vuran büyük güçler, Çin’deki Tang hanedanı, Göktürkler, Tibet ve Müslüman Araplardır. Aralarında ittifaktan sa­vaşa kadar uzanan yelpazede etkileşim bulunan bu aktörler, birbirleriyle önemli ticari ve kültürel bağlar kurmuşlardır.

6. yüzyılda Göktürkler, Türkistan’ı idareleri altında birleştirirler. Yalnızca Asyalı top­luluklarla değil, Bizans gibi güçlerle de diplomatik ve ticari ilişkiler kurarlar. Bu mü­nasebetler, İpek Yolu ticaretinden daha çok pay alabilmek için İstanbul’la beraber Sasani İran’ına karşı savaşacak düzeylere erişir. Çin’le coğrafyanın kader hâline getir­diği tarihi komşulukları, savaş ve ticaret döngüsü içinde devam eder. Sadece transit ticaretten pay almakla kalmazlar, Çin’e çok ihtiyaç duydukları mallar da satarlar (Tan­ner 2009: 164). İpek karşılığında ihraç edilen atlar, modern çağlara kadar bölgenin önemli ticaret kalemleri arasında olmaya devam etmişlerdir. Buhar gücünün makine­ye uygulanışından önceki devirler için at, askerî işlevlerinin yanı sıra, sivil hayatın ve ekonominin her alanında ihtiyaç duyulan bir enerji kaynağı özelliği de taşımaktaydı. Arşivlere dayalı istatistik hesaplamalar, Orta Asya’nın bu enerji kaynağı bakımından çok talihli olduğunu göstermektedir.[4] 

Göktürkler, komşularına yalnızca enerji değil, kültür de ihraç etmekteydiler. Tarihi kaynaklar, kozmopolit niteliğiyle anılan Tang hanedanının ilk döneminde Çin aristok­rasisi arasında, ciddi düzeyde Türk hayranlığının varlığına işaret etmektedir. Bilge Kağan’ın bir asırdan fazla zaman sonra kendi cephesinden şikayetçi olacağı tavırlara, binicilikleriyle ünlü Türkler gibi pantolon giymenin ve Çince yerine Türkçe konuşma­nın tercih edildiği Tang sarayında rastlanmaktaydı. Kurdurduğu Türk “yurdunda” yaşamaya başlayan prensler bile vardı. Bazı tarihçiler, Tang hanedanının Göktürkler karşısında gösterdiği askerî/siyasi başarıları, bu düzeyde Türkleşmiş olmasına bağ­lamaktadır. Nitekim, Doğu Göktürk hükümdarlığının 630’daki tarihi yenilgisinden yalnızca on yıl sonra Turfan’a giren büyük Çin ordusunun komutanı, Aşina isimli bir Türk’tü (Millward 2007: 32).[5] 

Tang Çin’i, Batı Göktürkleri de 657’de Isık Göl kenarında mağlup eder. Ancak imparator tarafından atanan yöneticiler tutunamaz, çok kısa süre içinde patlayan isyanlarla tahtlarını yitirirler. Dağılan devletlerini toparlamaya çalışan Türkler, bu sırada Çin’in karşısına dikilen Tibetlilerle (Litvinsky vd. 1996b: 474-475) kuvvetlerini birleştireceklerdir. Yeni müttefikler, 660’ların başında Kaşgar ve Hoten’i Çin’den geri alırlar (Millward 2007: 33). 680’den itibaren Göktürkler yine devletleriyle anılmaya başlanır. 692’de Tang hanedanı, Tibet’i yenmeyi başarır (Shun-ying 1996: 352). İlerleyen Çin, 714-15’te tekrar Isık Göl ve Fergana’ya seferler yapar. Bundan hemen sonra ise, Tibetliler ve Orta Asya’ya adım atan Müslüman Araplarla ittifak kuran Türkler, Aksu ve Üç Turfan’a girerler (Millward 2007: 35).

Ancak koalisyonlar istikrarlı değildir. Örneğin 727’de Bilge Kağan, Tibetlilerle ortak hareket etmeyi reddeder. Bunun üzerine Göktürklerle sınır ticaretini artıran Çin, dü­zenli biçimde ipek göndermeye de başlar (Klyashtorny 1996: 341). 751’deki Talas Savaşı’nda Çin, karşısında bir kez daha Türkler ve Müslüman Arapların ittifakını bu­lur. Çin ordusundaki Karluklar, karşı tarafın saflarına geçerler. Yenilginin ardından Orta Asya’dan çekilen Tang hanedanı, bu sefer büyük bir iç isyanla sarsılır. 755’te başlayıp 763’e kadar devam eden isyanın liderliğini Türk kökenli bir Çinli general olan   An Lu-shan yapmaktadır. Tang hanedanı, isyanı bastırmak için ise başka Türkleri, Uygurları ülkesine davet eder (Millward 2007: 36).

Orhun Âbideleri[6]nde bu dönemin bir kısmının hikayesi, öznenin gözünden hükümdarâne bir tonla anlatılır. Bengü taşa yazılanlar, dönemin savaşlarını, diplomasisini ve hatta ticaretini yöneten isimlerin bilinmesini istedikleri düşünceleridir. Mo­dern tarihçiliğin bu türden metinlerin kullanımı hususundaki ikazlarına dikkat ederek (Togan, 2003: 740) âbideleri okuduğumuzda, güçlü bir özne/mekan idrakiyle karşılaşırız. Göktürk Kağanı’nın ağzından tekâmül etmiş bir jeopolitik aktör konuşmaktadır.

Âbidelerde, öznenin fiziki varoluşu ve kimliğin kazanılması, yeryüzünün yaratılışıyla başlayan ardışık süreçler hâlinde anlatılır: “Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış”tır. Tanrı, yarattıktan sonra başıboş bırakmadığı in­sanların üstlerine ataları Bumin ve İstemi Kağanları oturtmuştur. Bunlar da “Tük mil­letinin ilini, töresini tutu vermiş, düzenleyivermiş”lerdir. Yeryüzünün yaratılmasını, bireyin beşeri varoluşunu ve kolektif toplumsal öznenin/milletin, üzerindeki misyon sahibi iktidarla birlikte kuruluşunu içeren tüm ontolojik süreç, Tanrı’nın iradesiyle açıklanmaktadır. 

İktidarı veren kudret, yöneticiye öznenin kimliğini koruma ve fiziki varoluşuna ilişkin ihtiyaçlarını giderme görevi yüklemiştir. Bilge Kağan da bu yüzden tahta oturtulmuş­tur: “İl veren Tanrı, Türk milletinin adı-sanı yok olmasın diye, kendimi o Tanrı kağan oturttu.” Bu sorumluluğu yerine getirmek, tüm manevi boyutlarıyla kimliği ve kimlik sayesinde özneyi geleceğe taşımak için, törenin korunması gerekmektedir. Töre bı­rakılınca, fiziki varlığını bir müddet için koruyor gözükse bile artık kimliğini yitirmiş olan özne de yok olmaktadır.[7] Bu yüzden Bilge Kağan’ın babası İlteriş Kağan, Çin’e başkaldırıp Göktürk devletini yeniden kurarken “Türk töresini bırakmış milleti, ecda­dımın töresince yaratmış, yetiştirmiş”tir. 

Âbidelerde, sorumluluğun daha maddi nitelikteki ikinci boyutu da ihmal edilmez. Bil­ge Kağan, “milleti besleyeyim diye.. ordu sevk ettim” demekte, başarılarını şöyle anlatmaktadır: “Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım. Az milleti çok kıldım. Değerli illiden, değerli kağanlıdan daha iyi kıldım. Dört taraftaki milleti hep tâbi kıl­dım, düşmansız kıldım.” 

Bu görevlerin yerine getirilişi sırasında coğrafya, hayatî bir rol oynamaktadır. Daha önce belirttiği­miz gibi, kimlik sahibi öznelerin belirli bölgelerle kurdukları özdeşlik ilişkisi, bunlara jeopolitik aktör olma vasfını kazandıracak özne/mekan bileşkeleri­nin doğuşuyla sonuçlanmaktadır. Nitekim Bilge Ka­ğan da, Ötüken’in merkezde yer aldığı bir jeopolitik tasarımı her fırsatta tekrarlayarak savunmaktadır. Âbidelerde coğrafi yön duygusu çok güçlüdür. Sü­rekli olarak Ötüken’den kuzey, güney, doğu ve batı doğrultularında askerî harekatlar yapılmaktadır. Ötüken’in değeri bu seferler sırasındaki gözlemlerle de sınanmıştır: “Bunca yere kadar yürüttüm. Ötü- ken ormanından daha iyisi hiç yokmuş. İl tutacak yer Ötüken ormanı imiş.” Vaktinde Ötüken yitiril- diği için dağılan özne, mekanına yeniden kavuştu­ğunda toparlanmaya başlar: “Ben kendim Kağan oturduğumda, her yere gitmiş olan millet öle yite, yaya olarak, çıplak olarak dönüp geldi.” 

Bilge Kağan, liderlik ettiği jeopolitik aktörün Çin karşısındaki zaaflarını belirlemiş ve bunları gidereceğini düşündüğü stratejinin merkezine, coğrafi mesafe ve sınırları koy­muştur. Çin, muazzam büyüklükteki yerleşik nüfusu, ekonomik gücü ve ince dip­lomasisiyle zorlu bir düşmandır. Göktürkler, bu düşmandan en hayati darbeyi, Çin içlerine göç etmeye ikna oldukları zaman yemişlerdir. Katliamlara maruz kalmışlar, esarete düşmüşler ve kalabalıklar arasında kimlik değerlerini yitirip çözülmüşlerdir: “Mukaddes Ötüken ormanının milleti, gittin. Doğuya giden, gittin! Batıya giden, git­tin! Gittiğin yerde hayrın şu olmalı: Kanın nehir gibi koştu. Kemiğin dağ gibi yattı. Beylik erkek evladını kul kıldın.” “Türk beyler, Türk adını bıraktı. Çinli beyler Çin adını tutup, Çin kağanına itaat etmiş.” 

Çin’in özne/mekan bileşkesini ayrıştırma başarısı, vaatlerle bezeli ustaca bir propa­gandayla kazanılmıştı: “Çin milletinin sözü tatlı, ipek kumaşı yumuşak imiş. Tatlı sözle, yumuşak ipek kumaşla aldatıp uzak milleti öylece yaklaştırırmış. Yaklaştırıp konduktan sonra kötü şeyleri o zaman düşünürmüş… Tatlı sözüne, yumuşak ipek kumaşına aldanıp çok çok, Türk milleti öldün; Türk milleti öleceksin! Güneyde Çogay ormanına, Tögültün ovasına konayım dersen, Türk milleti, öleceksin! Orada kötü kişi şöyle öğretiyormuş: Uzak ise kötü mal verir, yakın ise iyi mal verir diyip öyle öğre- tiyormuş. Bilgi bilmez kişi o sözü alıp, yakına gidip, çok insan, öldün! O yere doğru gidersen, Türk milleti, öleceksin!”

Bilge Kağan, asimilasyonla sonuçlanan göçten insanlarını vazgeçirebilmek için onla­rı yalnızca korkutmamakta, alternatif bir vizyon da sunmaktadır. Buna göre, Çin’in vadettiği maddi zenginliklere, bu insan denizinde erimeden de erişilebilir: “Ötüken yerinde oturup kervan, kafile gönderirsen hiçbir sıkıntın yoktur. Ötüken ormanında oturursan ebediyen il tutarak oturacaksın.” “Bu yerde oturup Çin milleti ile anlaştım. Altını, gümüşü, ipeği, ipekliyi sıkıntısız öylece veriyor.” 

Nüfus ve ekonomik alt yapı gibi özellikler bakımından rakibiyle kendisi arasındaki mesa­feyi gören Göktürk hükümdarı, yalnızca tercih ettiği zamanlarda, çoğunlukla da askerî maksatlarla dışarı açılacak sınırlar istemiştir. Çinlilerin âbidelerde çok kötü sıfatlarla anılmalarının bir sebebi de, asimilasyona karşı özneyi, kimlik farklılıklarını keskinleş­tirerek koruma çabası olmalıdır: “..Çin milleti hilekar ve sahtekar olduğu için, aldatıcı olduğu için..” Özne, kendisini güvenlikte hissedeceği mesafe zırhına kavuştuktan sonra  ise temastan çekinmemektedir. Bu yüzden Tang hanedanının kıyımlarla dolu siciline rağmen Bilge Kağan, yukarıda özetlediğimiz büyük güçler arasındaki dengelere dikkat eden, kısa vadeli, değişken ittifaklar sisteminin zorunlu kıldığı pragmatik bir realizmi, hasmın şeytanlaştırılmasına tercih etmiştir. Mesela, büyük komşusuyla kurduğu hatır ilişkilerinden memnuniyetle bahseder: “Çin kağanından resimci getirdim, resimlettim. Benim sözümü kırmadı. Çin kağanının maiyetindeki resimciyi gönderdi.” Fakat terazi­nin öbür kefelerini de gözetmekten, Tibetliler gibi diğer büyük devletlerden cenaze için gelmiş heyetleri zikretmekten geri durmaz.

Bilge Kağan’ın liderlik ettiği jeopolitik aktör, sınırları “dışarıya” karşı tahkim eder­ken, “içerde” de alt egemenlik alanlarını tasfiyeye çalışmıştır. Göktürklerin seferle­rinin çoğuna, özneyle kimlik bağı bulunan akrabaların ayrı siyasi projelerin peşinden koşmalarını engellemek maksadıyla çıkılmıştır. Âbidelerde, Bilge Kağan’ın “kendi mil­letim idi” dediği unsurların Orta Asya’yı çevreleyen büyük güçler üçgeniyle Göktürkler aleyhine yaptıkları ittifaklara yer verilir. Bu durum kimlik ortaklığının, özne/mekan bileşkesine üyeliği zorunlu kılmadığını da göstermektedir. Katılımın temini için “baş­lıya baş eğdirmek, dizliye diz çöktürmek” gerekmiştir. Türgiş, Dokuz Oğuz, Kırgız ve Basmil gibi topluluklarla çatışılmasının önemli sebeplerinden biri, öznenin içerden ayrışmayı engelleme ve kendinden saydığı parçalarla bütünleşme isteğidir. Örneğin, üzerine yüründüğünü haber alan Karluk idarecileri kaçarlar. Geride kalan halk kitlesi ise, Bilge Kağan’ı “kağanım geldi diyip” över. Âbidelerde, rakip kuvvetler bozulduktan sonra askerî faaliyetin siyasi hedefine ulaştığını ifade eden “ilini aldım” cümlesi de, bu sebeple kullanılmış olmalıdır.

Tek bir tarihsel konjonktüre ait bu çok genel çizgiler bile, 19. yüzyılın sonlarından itiba­ren Batılı jeopolitikçilerin bölgeyle ilgili değerlendirmelerine hakim olan genel perspek­tifin çarpıklığını göstermek için yeterlidir. “Barbar Orta Asya” tasavvuruna dayalı klasik jeopolitik teorilerin telaffuzundan uzun asırlar önce bölge, kendi gözleriyle jeopolitik ta­sarım yapma yeteneğine sahip aktörlerin beşiğiydi. Coğrafyanın siyasi anlamları üzerine “içerden” üretilmiş düşünce mirasını, Batılı jeopolitiğin “dışardan” bakan merceğinden yansıyanlarla tam manasıyla kıyaslayabilmenin yolu ise, bizimki gibi taslakları, her ta­rihsel konjonktür için ve rekabet hâlindeki tüm jeopolitik aktörleri kapsayacak biçimde detaylı resimlere dönüştürecek, yapılmayı bekleyen çalışmalardan geçmektedir. 

Bu sayede, ilk kez kadim Türkistan’da peşine düşülmesi gereken özne/mekan bileş­kesindeki değişim, dönüşüm, parçalanma ve yenilenmeler ile bu süreçlerin ürettikleri sentezleri beraberce izlememiz mümkün olacaktır. İncelenmesi gereken uzun zama­nın aynasında, İslâm’ın Orta Asya’daki yayılışından, güney ve kuzey istikametlerinde Hazar’ın batısına ilerleyen göç kafilelerinin yurt edindikleri yeni mekânlara kadar pek çok şey yansımaktadır. Daha derinlemesine tahlil edilmeyi bekleyen bu miras, dış politikada pratik sonuçlar doğuran somut jeopolitik işlevlere sahiptir. Örneğin, Orta Asya’ya yönelik Türk dış politikasına tesir eden kardeşlik anlayışına dayalı Türkistan tasavvurunu yaratan şey, mekandaki farklılaşmaya ve tarihi süreçte öznenin geçirdiği dönüşümlere rağmen, kolektif “ben idrakinin” korunabilmiş olmasıdır.[8]

Bölgeyi kültür ve tarihin ördüğü organik bir doku şeklinde algılayan bu tasavvur, kimi yönlerden yeni devletler arasındaki sınırları da sunîleştiren bir zihnî tasarıma dayanmaktadır. Orta Asya’yı Türkistan kılan ortak bağlar, Anadolu ile aradaki fiziki mesafeyi kısaltırken, Türk dış politikasına yön veren stratejik vizyonun bölgeyi yalnızca somut güç denklemlerinin gereklerine göre ele alarak nesneleştirmesini de engellemektedir. Anayurt/Atayurt ikilemesinde ifadesini bulan bu kavrayışta bölge, jeopolitik tasarım yapan öznenin araçsal düzeyde ilişki kurduğu “dış” politika alanı olmaktan çıkmakta, özneyi var eden kimliğin “evleri arasında” gördüğü bir mekana dönüşmektedir. Bunun temel pratik sonucu, bölgenin, etrafındaki büyük oyunculara kıyasla daha cılız kalan politik ağırlığından bağımsız biçimde, Asya stratejisinin ana jeopolitik ekseni kabul edilmesidir. Asya’ya bakan göz, önce Türkistan’a odaklanmakta, daha güçlü olmalarına rağmen Rusya ve Çin gibi büyük oyuncularla ilişkiler Atayurt üzerinden anlamlandırmaktadır.

Disiplinin kuruluşundan itibaren Batılı jeopolitikçiler de, benzer nitelikte özel ilişkiler ile uluslararası politika arasındaki bağlantının altını çizmişlerdir. İlk bölümde yer verdiğimiz, Mackinder’ın ünlü makalesindeki Batılı özne/mekan bileşkesinin yayılışıyla ilgili değerlendirmeler bu bakımdan önemlidir (Mackinder 1904: 422-423).[9] Ancak Türkistan tasavvuru örneği ile aradaki benzerlikler bir noktada sona ermektedir. Orası da, klasik jeopolitiğin, aynı Batılı öznenin paydaşı olma duygusunu, kalpgâhta somutlaştırdığı ortak tehdit üzerinden besleme çabasıdır.

Daha önce de ele aldığımız bu bakış, Avrupa entelektüel geleneği içinde çok derin köklere sahiptir. Örneğin 18. yüzyılda yazan ünlü tarihçi Gibbon’a kulak kabarttığımızda, Mackinder’ın aslında yetiştiği kültürel çevrede ne kadar yaygın bir dünya tasarımını kullandığını fark ederiz: “Tataristan bozkırlarından yabanıl bir istilacı çıksa bile, sırasıyla Rusya’nın güçlü köylülerini, Almanya’nın kalabalık ordularını, Fransa’nın yiğit soylularını ve İngiltere’nin gözüpek yurttaşlarını -belki de birleşik savunma durumuna geçmiş oldukları hâlde- yenmesi gerekecektir. Barbarların utku kazanarak Atlantik Okyanusu’na dek tüm ülkeleri ellerine geçirmeleri varsayılsa bile, on bin gemi, uygar toplumlardan geri kalanları bu barbarların kovalamasından kurtaracak ve Avrupa, şimdiden çok sayıda insanını ve kurumlarını geçirmiş bulunduğu Amerika’da yeniden doğacak ve gelişecektir.” (Gibbon 1988: 399)

Gibbon, ulus devletler çağının Avrupası’nda yaşamasına rağmen Tataristan bozkırları ile sembolize ettiği kalpgâhın taarruzu karşısında, Batılı ülkelerden adeta aynı ordunun neferleri gibi davranmalarını beklemektedir. Tüm farklılıkları ortak öznede eriten bu mücadelede, saldırıyı göğüsleyenin İngiltere yahut Fransa olması önemsizdir. “Barbarların” karşısına “uygarları” koyarak medeniyeti bir kavga kelimesine dönüştüren bu çok tanıdık dil, rafine versiyonlarıyla günümüze kadar erişmiştir. Çatışmalarla dolu geçmişe ait ideolojik parametreleri geleceğe taşıyan örneklerden biri, Asya’daki yeni jeopolitik denklemin “büyük oyuna”[10]  referansla anlamlandırılmasıdır. Bu benzetme, kalpgâhı elinde tutan barbarla, ona karşı mücadele veren uygarlık taşıyıcı Batılı güç şeklindeki dualist kalıbı yeniden üretmenin ötesinde pek az analitik değere sahiptir.

Çünkü, Çarlık Rusyası ile Rusya Federasyonu’nu, Büyük Britanya İmparatorluğu ile de ABD’yi, aynı özne/mekan bileşkelerinin uzantıları kabul etmek mümkün olsa bile, aradaki devamlılık mevcut konjonktüre ait jeopolitik denklemin ancak bir parçasını anlamamızı kolaylaştıracaktır. Dünle bugünün kesiştiği kavşakta tarihin kaldığı yerden ve benzer elbiselerle arz-ı endam ettiğini ima eden “yeni büyük oyun”* nitelemesi ise, hem aktörlerdeki, hem de rekabetin zeminini ve sınırlarını biçimlendiren dünya sistemindeki değişiklikleri, göz ardı edilebilecek detaylara indirgemektedir.

Saydığımız sakıncalarına rağmen yaygın kullanımında ısrar edilmesi, dost ve düşman taraflarıyla bildik aktörler etrafında yaşanacak bir cepheleşmeyi arzu edilir bulan kesimlerin varlığına işaret etmektedir. 2008’deki Rus-Gürcü Savaşı gibi henüz üzerindeki sis tabakası tamamen dağılmamış bazı gelişmeler, terminolojik tercihlerle belirli jeopolitik gelecek tasarımları arasındaki bağlantıları gözden kaçırmamamız gerektiğini hatırlatmaktadır. Tarihin tekerrür etme ihtimalini strateji üretiminin merkezine alarak önümüzdeki on yıllara bakmayı öğütleyen bu gelecek vizyonu, Türkistan’ın başkalarının çizdiği kaderi yaşamaya mahkum olduğu varsayımını da içermektedir.

Bizim ise, istikbale bakmak için tarihsel bir zemine muhakkak ihtiyaç duyuyorsak, Orta Asya’nın özne/mekan bütünlüğünü sağlamış bir jeopolitik aktör vasfıyla sahneye çıkma ihtimallerine odaklanmamızı kolaylaştıracak, “pasif evre” öncesindeki konjonktürlere yüzümüzü çevirmemiz gerekmektedir[11].      

Sırtımızı gerçeklere dönmeden zaman oku üzerinde yolculuğa çıktığımızda, doğum sancılarına şahitlik ettiğimiz “Yeni Çağ”a geçiş sürecinin önümüze koyduğu fotoğrafla birebir benzeşen hiçbir konjonktüre rastlayamamaktayız. Bulabileceğimiz paralellikler de, ancak jeopolitiğin basitleştirici mantığı çerçevesinde bir anlam ifade etmektedir.

Örneğin, eleştirilerimizi saklı tutarak 7-8. yüzyıllara ait yukarıdaki taslağımızı hatırlarsak, olay ve olguların bağlamlarını paranteze alan şöyle bir soyutlama yapabiliriz. Orta Asya’nın hem Göktürkler çağında, hem de günümüzde karşısına çıkan jeopolitik denklem, biri dış, diğeri de iç dinamiklerine odaklı iki parçadan oluşmaktadır.

Bu parçalar birbirleriyle karşılıklı ve yoğun ilişki içindedir. Denklemin dış dinamiklerle ilgili hanesinde çok merkezli bir dünya düzeni yer almaktadır. Dönemin birbirine yakın kudrete sahip yükselen güçlerinin yolları Türkistan’da kesişmiştir. Bu güçler arasındaki ilişkilere, sık sık açık çatışmalara dönüşen kıyasıya bir rekabet atmosferi hakimdir. Kendi aralarında ya da Orta Asya’daki topluluklarla ortak düşmanlara karşı koalisyon kurmaktadırlar. Ancak düşmanlıklarla birlikte ittifaklar da çok çabuk değişebilmektedir.

Denklemin içeriyi ilgilendiren diğer hanesinde ise, parçalanarak alt egemenlik alanlarına ayrılmış bir Orta Asya vardır. Türkistan’da yaşayan topluluklar, birbirlerine karşı yürüttükleri iktidar mücadelesinde başarıya ulaşabilmek için dışarıdaki güçlerle ittifaklara girerler. İçeride yaşanan bir çatışma, dışarıdan müdahaleye kolaylıkla davetiye çıkarırken, dışarıdaki bir savaş da hemen içeriye taşınmaktadır. Bölge, nüfus ve ekonomik güç bakımından büyük komşularının gerisindedir. Bu eksikliğinin yarattığı zaaf, üstün askerî organizasyonla dengelenmeye çalışılır. Dışarıda güç dengesinin tesisi, içerde de bütünleşme en önemli stratejik hedeflerdir. Orhun Âbideleri’ne bakarsak, bu zor denklemi en azından belirli bir dönem için çözmek mümkün olmuştur.

Aşağıda görüleceği gibi, “Yeni Çağ”ın Orta Asya’sı söz konusu taslakla bazı çizgilerde buluşmaktadır. Bu coğrafya, hızla çok merkezli bir karakter kazanan dünya düzeninde, yeni ve eski güçlerin karşı karşıya geldikleri rekabet alanları arasında yer almaktadır. Bölgedeki parçalanmışlık ise, yarattığı tüm risk ve sorunlar yumağıyla birlikte varlığını sürdürmektedir. Son kısımda üzerinde duracağımız bu iki husus, Türkistan’ın gelecekteki çehresini belirlemesi muhtemel jeopolitik denklemin içe ve dışa bakan temel parametrelerini oluşturmaktadır.

 

——————————————————————————-

ÖZET

Çalışmamız, kısa birer giriş ve sonuç kısmı ile üç ana bölümden oluşmaktadır. Girişte problematikimiz ve bakış açımız takdim edilmekte, metin boyunca kullanılacak coğrafi terminoloji hakkında da bilgi verilmektedir.

İlk bölümde, 19. yüzyılın sonlarında doğan jeopolitik disiplininin Orta Asya’yı kapsayan coğrafyaya yaklaşım biçimi eleştirel bir değerlendirmeye tabi tutulmaktadır. Mackinder’dan başlayarak Brzezinski’ye uzanan çizgideki devamlılık unsurlarının altı çizilmekte, Batılı jeopolitikçiler tarafından üretilen kalıpların gerçekliği kavrayışımızı kolaylaştırmak bir yana, onunla aramıza nasıl ilave engeller diktiği Türkistan örneği üzerinden gösterilmektedir.

İkinci bölüm jeopolitikçilerin inşa ettikleri kavramsal prizmayı besleyen tarih anlayışının

tenkidi ile başlamakta, Orta Asya’yı insanlık tarihinde layık olduğu yere oturtan çalışmala-ra dikkat çekilerek bölgeyle ilgili oryantalist imajlar sorgulanmaktadır. Bu bölümde ayrıca, eleştirisi yapılan klasik jeopolitiğin Batı merkezci kavramsal mimarisi yerine, anlam üreten öznelerin mekanla ilişkilerini merkeze alan içerden bir yaklaşım da önerilmektedir.

Daha sonra ise, bölgenin geçmişine doğru, jeokültürü daha çok vurgulayan bu perspektifi işlevsel hâle getirecek kısa bir yolculuğa çıkılmaktadır. 7 ve 8. yüzyılları şekillendiren jeopolitik denklem önce tasvir edilmekte, ardından da Orta Asya’ya hakim olan özne-mekan bileşkesinin gözüyle anlamlandırılmaktadır.

Son bölümün başlangıç kısmı, yaklaşık yüz elli-iki yüz yıla yayılan bir uzun vade anali-zine ayrılmıştır. Burada, değişimin boyutları hakkında fikir veren bazı ampirik göster-gelerden hareketle geleceği kurması muhtemel eğilimlere işaret edilmektedir. Ardından da, yeni çağın beraberinde getirdiği Orta Asya denklemi masaya yatırılmaktadır. İçeride “öznenin” bir buçuk asırlık parçalanma dönemini takiben kendini onarma ve mekan üzerinde bütünleşme arayışına, dışarıda ise ABD, Rusya ve Çin’i buluşturan rekabet üçgenine odaklanılmaktadır. Bu değerlendirmeler yapılırken Ayrıca, ortak öznenin kendini farklı bir mekanda kurmuş parçası olan Türkiye’nin, hem entegrasyon süreçlerinde, hem de dış dünyayla ilişkilerde oynadığı roller de ihmal edilmemektedir.

Çalışmanın sonuç bölümünde ise, bölgeyi edilgenlik vurgusu taşıyan “jeopolitik önem” parantezinden çıkarabileceği düşünülen vizyonun temel parametreleri, metin içinde tartışılmış önemli noktalar etrafında bir kez daha vurgulanmaktadır.

Anahtar Kelimeler;

Orta Asya, Jeopolitik, Jeokültür, Büyük Oyun, Millet İmparatorluklar, Özne-Mekân Bileşkeleri.

————————————————————————————————-

LOOKING FROM THE THRESHOLD OF THE NEW CENTURY TO THE “HEART OF EURASIA”

ASSESSMENTS ON CENTRAL ASÍAN GEOPOLÍTÍCS FROM THE PAST TO THE FUTURE

Abstract

Our study, which has been written to commemorate the 20th anniversary of the independence of the Turkic republics, consists of a short introduction, a short summary and three main chapters. In Introduction, our hypothesis and approach are presented and information is given on the geographical terminology which will be used in the whole text.

In the First Chapter, the approach of the discipline of geopolitics, which was born at the end of the 19th century, to the geographical area embracing Central Asia is analyzed critically. The elements of continuity in the line reaching from Mackinder to Brzezinsky are underlined and, by using the example of Turkestan, the effort is made to prove that the models produced by Western experts of geopolitics do not increase our understanding of reality, but they erect additional obstacles.

In the Second Chapter, initially the understanding of history which fosters the conceptual prism created by students of geopolitics is criticized and then orientalist images are questioned by drawing the attention to the studies which explain the true place of Central Asia in the history of mankind. In this Chapter, instead of the Western oriented conceptual architect of the classical geopolitics, which is criticized, a native approach focusing on relations of the entities producing meaning with the space is proposed.

In the following chapter, it is set forth on a short journey to the past of the region, which will make functional this perspective putting more emphasis on geo-culture. The geopolitical equation which shaped the 7th and 8th centuries is described firstly and then it is given a meaning from the perspective of the subject-space combination dominant in Central Asia.

The first part of the last Chapter includes a long-term analysis of the period covering a hundred fifty to two hundred years. In the following section, domestically the search of the entity for repairing itself and integrating on the space after one and half century- long period of disintegration is studied intensively in addition to the analysis of the triangular of competition consisting of the United States, Russia and China without ignoring Turkey as the external factor.

In Conclusion, the basic parameters of the vision, which is expected to save the region from the tight dress of “geopolitical importance” implying passivity, are summarized.

Keywords:

Central Asia, Geopolitics, Geo-Culture, Great Game, Nation Empires, Subject-Space Combinations

—————————————————————

Взгляд На «Центр Евразии» На Пороге Новой Эры

Анализ геополитики Центральной Азии: из прошлого в будущее

Аннотация

Работа, посвященная 20-летию независимости тюркских республик, состоит из краткого введения, заключения и трех основных разделов. Во введении представлены проблематика и взгляд автора, а также дана географическая терминология, использованная в тексте.

 

В первом разделе критическому анализу подвергается форма геополитического подхода к центральноазиатскому региону, возникшего в конце 19-го века. Подчеркиваются факторы преемственности линии, начатой Маккиндером и продолжающейся до Бжезинского; на примере Туркестана показано, что модели восприятия западных геополитиков не то, чтобы облегчают наше понимание реальности, наоборот создают дополнительные препятствия между нами.

 

Во втором разделе, начатом с критики исторического понятия, на основе которой построена концептуальная призма геополитиков, обращается внимание на труды, которые показывают достойное место Центральной Азии в мировой истории и рассматриваются ориенталистские имиджы данного региона. В этом разделе также вместо западноориентированной концептуальной архитектуры классической геополитики предлагается внутренний подход, ставящий в центр отношения между субъектом и пространством.

 

Позже сделан краткий экскурс в прошлое данного региона, который показывает функциональность этой подчеркивающей геокультуру перспективы. Сначала описывается форма геополитического уравнения 7-го и 8-го веков, затем объясняется с точки зрения равнодействия предмет-пространство, доминирующей в Центральной Азии.

 

Начальная часть последнего раздела посвящена анализу длительного периода, охватывающего примерно сто пятьдесят-двести лет. Затем после полуторавекового процесса разделения «субъекта» изнутри показаны поиски самовосстановления и интеграции региона; как внешний фактор внимание акцентируется на конкурентном треугольнике США, России и Китая, не забывая при этом и Турцию.

 

В заключительной части исследования даны основные параметры видения, позволяющего региону выйти из зоны пассивности с точки зрения геополитического значения.

 

Ключевые слова:

Центральная Азия, геополитика, геокультура, Большая игра, национальные империи, взаимодействие предмет-пространство.

 

—————————————————————–

 

Künye:

 

OKUR, M. Akif

Yeni Çağın Eşiğinden “Avrasya’nın Kalbi”ne Bakmak: Tarihten Geleceğe Orta Asya’nın Jeopolitiği Üzerine Değerlendirmeler / M. Akif OKUR; editör: Murat YILMAZ

Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi, Ankara – 2011

 

64 s: 19×27 cm. (Hoca Ahmet Yesevi Uluslararası Türk-Kazak Üniversitesi. İnceleme-Araştırma dizisi; yayın no: 05)

ISBN: 978-9944-237-07-9

  1. Jeopolitik – Orta Asya – I. YILMAZ, Murat

327.1010958

 

Baskı Tarihi: Eylül 2011

 

Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyet Başkanlığı

 

Adres:

Taşkent Cad. 10. Sokak No: 30 06490 Bahçelievler/ANKARA

Tel: 0312 215 22 06 • Faks: 0312 215 22 09

www.yesevi.edu. tr, [email protected]

 

 

 

[1] Ancak 19. yüzyılın sonuna kadar İpek Yolu üzerindeki faaliyet bütünüyle durmamıştır. Örneğin söz konusu tarihlerde Buhara sokaklarını, hâlâ ticaret yapmak için bu şehirde yaşayan Hintliler, İranlılar, Çinliler, Tatarlar, Gürcüler ile Taşkent, Hive ve Hokent’li göçmenler doldurmaktaydı (Mukminova 2003: 51).

[2] Bu dönüşümün gerçekleşmesinden sonra, Moğolca yalnızca muhafazakar elit tarafından bir iki kuşak boyunca korunmuştur (Adshead 1993: 6).

[3] Bu tasarım yapılırken yararlanılan Robert W. Cox’un ontolojiyle ilgi görüşleri için bkz. (Cox vd. 2002, 77-78)

[4] Mesela, elimizde bulunan Cengiz Han dönemi için yapılmış hesaplamalar, Göktürkler çağı için de fikir sahibi olmamıza imkan vermektedir. Bunlara göre, 1200’de Orta Asya 20.000.000’luk bir sayıyla dünya at nüfusunun yarısına ev sahipliği yapmaktaydı. (Adshead 1993: 61) Göktürkler’den sonra ipek karşılığı at ticareti, Çin’le Uygurlar arasındaki münasebetin temel unsurlarından biri olmaya devam etmiştir. Konuyla ilgili önemli bir çalışma için bkz. (Beckwith 1991: 183-198)

 

[5] Bu kültürel etkileşimin motivasyonları üzerinde düşünürken, Adshead’in çobanlarla yerleşikler arasında varolduğunu söylediği psikolojik farklılıkları da dikkate almak yararlı olacaktır (Adshead 1993: 24).

[6] Metin boyunca Orhun Abideleri’yle ilgili tüm atıf ve alıntılar için şu esere bkz. (Ergin 1995)

[7] Töre kavramının Türk kültüründeki yerini konu edinen önemli bir çalışma için bkz. (Başer 1995)

[8] Bu idrak, yukarıda değindiğimiz gibi, Bilge Kağan’a aynı mekanı ve egemenlik alanını paylaşmasalar, hatta bazen karşı karşıya gelerek savaşsalar da ortak kimlik unsurları yüzünden kendisiyle aynı öznenin parçası kabul ettiği topluluklara “benim milletim idi” dedirten şeydir

[9] Tek bir özne/mekan bileşkesinden değişik coğrafyalara yayılan “Avrupa” düşüncesini tarihçi Koenigsberger şöyle özetlemektedir: “Avrupa tarihi beşinci yüzyılda Roma İmparatorluğu’nun batı kısmının Cermen kabilelerinin saldırıları altında yıkılışıyla başlamıştır. Bundan sonraki 1600 yılda bu dehşetli olayın oluşturduğu parçalar, bütün Avrupa kıtasını kaplayan, kendisini Amerika ve Avustralya’da inşâ eden bir şekli veyahut başka bir biçimiyle dünyanın kalan kısmına hakim olan yeni bir kültürel yapı içerisinde yayılmışlardır… Avrupa küresel gücünün cazibe merkezi Avrupa kıtasından ve eski emperyal krallıkları olan İspanya, Fransa, Büyük Britanya ve Almanya’dan kıta dışına, Büyük Rusya (S.S.C.B.) ve Kuzey Amerika’ya (ABD) geçti.” (Koenigsberger 1989: 1,4)

[10] 1990’ların başlarından itibaren 19. yüzyıldaki “Büyük Oyun”u inceleyen akademik çalışmalarda gözlenen hareketlilikte, bugünü Rus Çarlığı ve İngiliz İmparatorluğu arasındaki rekabetin mirası üzerinden anlama isteğinin pay sahibi olması muhtemeldir. Söz konusu literatüre örnek olarak bkz. (Ingram 1992) (Hopkirk 1994) (Ewans 2003) (Meyer vd. 2006)

[11] Adshead Türkistan tarihini, bölgenin 1700’e kadarki geçmişine aktif evre, 1700’den günümüze kadar uzanan, Orta Asya’nın periferileştiği zaman dilimine ise pasif evre dediği ikili bir tasnife tabi tutmaktadır. (Adshead 1993) 1700’ler civarını özellikle kılan gelişmelerden biri, Rusya ve Çin’in Orta Asya’yı devre dışı bırakarak doğrudan ticari temasa geçmeleridir (Frank 1998: 121).

Yazar
Mehmet Akif OKUR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen