Türk Cumhuriyetleri’nin Bağımsızlıklarının 20. Yılında Yeni Çağın Eşiğinden Avrasya’nın Kalbi’ne Bakmak ─ III

Tarihten Geleceğe Orta Asya’nın Jeopolitiği Üzerine Değerlendirmeler

-RAPOR-

Doç. Dr. Mehmet Akif OKUR

 

III. BÖLÜM: YENİ ÇAĞ’DA ORTA ASYA DENKLEMİ: YÜKSELEN REKABET ÜÇGENİNDE ÖZNENİN YENİDEN İNŞÂSI

 

 

Birbiriyle bağlantılı iki temel dinamiğin, diğer tali değişkenlerle beraber mevcut dünya düzenini temelden dönüştürdüğü zamanları yaşamaktayız. Bunlardan ilki, Batı’nın tartışmasız üstünlüğü altında geçen insanlık tarihinin en uzun yüzyılının sonuna yaklaşıldığı gerçeğidir. Küresel ekonominin sıklet merkezi, büyük bir hızla Asya’ya doğru kayarken, muhalif iktisatçının bir zamanlar istihzayla karşılanan “yeniden doğu” (Frank 1998) öngörüsüne artık gerçekleşmiş bir kehanet nazarıyla bakılıyor. Ekonomi alanındaki bu alt-üst oluşu ciddi jeopolitik depremlerin izleyeceğini düşünmemek için ise anlamlı hiçbir sebep mevcut değil.

Tek kutuplu dünyanın sonunu getiren bu gelişmeler, geleceğin dünyasının nasıl bir mimarî etrafında şekilleneceğini de haber veriyor. Nitekim madalyonun diğer tarafında, “bölgeselleşme” yolunda yeryüzünün değişik coğrafyalarında atılan adımlar yer 40 alıyor. Dünya düzeninin evrildiği bu güzergahta, küresel kurumlardan bölgesel muadillerine doğru önemli bir güç kayması yaşanıyor. Toplumlar ve siyasi seçkinler her III. geçen gün daha fazla sorunun çözümü için Washington gibi adresler yerine bölge başkentlerine yüzlerini dönerken, tarihsel hafızalarını da ne kadar fazla ortak paydaya sahip olduklarını hatırlatacak biçimde tekrar inşâ ediyorlar. Hiyerarşik bir piramidi andıran küreselleşme tasavvuru, önemli aktörlerini bölgeselleşme projelerinin/millet-imparatorlukların oluşturduğu eğilimler tarafından sorgulanıyor.

Orta Asya, söz konusu dinamiklerin yükselttiği jeopolitik havzanın kalbini işgal ediyor. Rusya ve Çin gibi yeni/yeniden yükselen güçlerle komşuluğu, geçtiğimiz on yılda Afganistan’daki doğrudan Amerikan varlığı sebebiyle bambaşka bir anlam kazanmış vaziyette. Ayrıca önümüzdeki dönemde bu üçlü arasındaki denkleme, Türkiye ve daha etkin bir bölge politikası izlemeye başladıkça Hindistan’ı da dahil etmek gerekecek. Ancak ekonomik, siyasi ve askerî bakımlardan çok önemli sonuçlar doğurmaya devam eden bu komşuluk, Türkistan’ın, çevresindeki değişimlerden yalnızca etkileneceği anlamına da gelmiyor. Asya’nın kalbinin hangi ritimle atacağı sorusuna verilecek cevabın, bölgedeki yeni jeopolitik hareketliliğin seyrini etkileyeceği bir çağa giriyoruz.

Bu yüzden biz de çalışmamızın son kısmında, kalpgâhın nabzına kulak kesileceğiz. Önce, temel parametrelerine yukarıda işaret ettiğimiz, dünya sistemine dahil tüm aktörler arasındaki münasebetlerin niteliğini dönüştüren sürece dikkat çekeceğiz. Ardından da, başta ABD olmak üzere, Orta Asya’da birbirleriyle rekabet eden büyük oyuncuların hamlelerini masaya yatıracağız. Bu coğrafyanın tarihte ev sahipliği yaptığı özne/mekan bileşkesine ait mirasa dayanarak başarılı bir bölgeselleşme projesi inşa edilebilir mi sorusu ise, tüm bu yolculuk boyunca hep zihnimizde olacak.

A) DÜNYA DÜZENİ DEĞİŞİRKEN: YENİ BÎR JEOPOLİTİK İKLİME DOĞRU

Dünya ekonomisinin yaklaşık iki asırlık zaman dilimi içindeki evrimini özetleyen istatistiklere baktığımızda, 20. ve 21. yüzyılın ilk çeyreklerinin küresel güç dengelerindeki dönüşümler bakımından önemli kırılma noktalarını temsil ettiklerini görmekteyiz. Örneğin, 1750’de dünya sanayi üretiminin % 73-78’inin Batı dışı coğrafyalarda gerçekleştiği hesaplanmaktadır. Sanayi Devrimi’ni takiben ise bu rakamlar hızla altüst olmuşlardır. Batı dışı dünyanın sanayi üretimi içindeki payı, 1860’ta % 17-19’a, 1913’te de % 5.2’ye düşmüştür (Pieterse 2004: 74).

20. yüzyılın ilk çeyreğinde zirve noktasına ulaşan bu trendin yönü, “çevre”deki bağımsızlık sonrası sanayileşme çabalarıyla birlikte tersine dönmeye başlamıştır. Küreselleşme sürecinde üretimin coğrafi mekânlarında yaşanan değişim de söz konusu eğilimi hızlandırmıştır. 21. yüzyılın ilk çeyreğine girdiğimizde, 2005 yılı itibariyle Batı dışı dünyada yükselen ekonomilerin satın alma gücü paritesine göre dünya üretimi içindeki payları % 50’nin üzerine çıkmıştır. 2006 yılında küresel gayrı safi hasıla artışının yarıdan fazlasını sağlayanlar da aynı ülkelerdir (The Economist 2006).

2008’den itibaren şiddetle hissedilmeye başlanan ekonomik kriz, dengelerin alt-üst oluş sürecini tahminlerin ötesinde bir sürate ulaştırmıştır. 2009 yılında ABD ekonomisi % 3.5, Euro Bölgesi % 4.2 küçülmüş, ama örneğin Çin ekonomisi % 9.5 büyümüştür. Bir yıl sonra ise bu oranı % 10.5’e taşımıştır. Dünyanın en büyük 150 bankasının hesaplarına göre, gelişmekte olan ülkeler, gelişmiş ülke bankalarının kredilerinden 2 trilyon $ daha fazla mevduat kaynağına sahiptir. Üstelik dünya kamu borcunun da yalnızca % 18’i bu ülkelere aittir. IMF verilerine göre 1990 yılında dünya tüketiminin nominal rakamlarla % 20’sini gerçekleştiren gelişmekte olan ülkelerin 2011 yılı sonunda bu oranı % 40’a, 2018’de ise % 50’ye çekecekleri hesap edilmektedir (Özel 2011). Yine IMF’nin tahminlerine göre, 2016’da ABD, dünyanın en büyük ekonomisi olma sıfatını Batı dışı bir güce, Çin’e devredecektir (The International Monetary Fund 2011).

Uzun bir tarihsel çevrimde hayatî eşiklerin aşıldığına işaret eden bu rakamlardan başka birçok parametre de, dünya düzeninin temel mimarisinin çok ciddi bir dönüşüm sürecinden geçtiğini göstermektedir. Hararetli küreselleşme tartışmalarına sahne olan 1990’lar boyunca ekonomik zenginlik ve iktidarı merkez ülkelerde daha fazla toplayan eğilimlerin doğrultularında önemli değişimler yaşanmaktadır. Uluslararası sistem, güç dağılımı bakımından gittikçe çok merkezli hâle gelirken, finanstan savunmaya kadar uzanan birçok alanda, küresel kurumların işlevlerini üstlenen bölgesel yapılanmalar ortaya çıkmaktadır.

Dünya sisteminin maddi dengelerini alt üst eden bu dinamiğin bir başka özelliği, yaşananlara, sanayi devrimi sonrası dönemde benzeri bulunmayan bir mahiyet kazandırmaktadır. Geleceğin yeni büyük güçleri olan millet-imparatorluklar , Batı dışı coğrafyalardan doğmakta ve etraflarında ekonomik bir çekim merkezi inşa etmekle yetinmemektedir. Bu “yeni bölgecilik”, yalnızca sosyo-ekonomik işbirliğine yönelik inisiyatiflerle sınırlı değildir. Aynı zamanda bölgesel güç merkezlerinin, çok taraflı kurumlara ait fonksiyonlarla birlikte kültürel, ideolojik, siyasi ve askerî diğer alanlara yayılan egemenlik iddialarını da içermektedir.

Bölgeselleşme, hem uluslararası ilişkiler, hem de uluslararası politik ekonomi literatüründe küreselleşme süreciyle koşut olarak üzerinde önemli tartışmaların yürütüldüğü iyi bilinen bir olgudur. Burada özellikle kastedilen ise, bölgesel güç merkezlerinin artan egemenlik talepleridir. Bu talep güncel süreci, temelde sosyo-ekonomik alanla sınırlı bölgeselleşme inisiyatiflerinin ekonomik küreselleşmenin tamamlayıcısı olarak görüldüğü önceki evreden farklılaştırmaktadır. Bugün egemenlik talebi, küresel kurumların yalnızca ekonomik fonksiyonlarını içermemekte, aynı zamanda kültürel, ideolojik, siyasi ve askerî alanlara da yayılmaktadır. Muhtelif biçimleriyle egemenliğin, küresel örgütlenmelerden bölgesel güç merkezlerine doğru transferi, millet-imparatorluklara hayat vermektedir.

Tek kutuplu ânın tarih oluşu anlamına gelen bu dinamik yüzünden neredeyse tüm stratejistler, Asya’yı, öncelikle yeni/yeniden yükselen güçlerin beşiği olarak görmektedir. Orta Asya jeopolitiğinin 21. yüzyıldaki parametrelerine de bu pencereden yaklaşılmaktadır. Eş zamanlı biçimde uluslararası ilişkilerdeki ağırlıkları artarken, birbirleriyle ve ABD ile rekabete tutuşan millet-imparatorlukların bölgeyle komşulukları, Orta Asya’yı, dünya sistemini değişim enerjisiyle sarsan fay hatlarının merkezine çekmektedir. Aşağıda değişik yönlerine tekrar değineceğimiz bu husus, Orta Asya denklemi üzerinde düşünülürken dikkate alınması gereken temel sistemik çerçeveyi oluşturmaktadır.

B) AVRASYA’NİN KALBİNDE KESÎŞEN YOLLAR: YENİ ÇAĞIN ORTA ASYA’SINDA PARÇALANMA/BÜTÜNLEŞME SÜRECLERİ VE REKABET ÜÇGENİNİN DİNAMİKLERİ

Yukarıdaki sistemik çerçeveye Türkistan merkezli bir pencereden yaklaşmak, çalışmamız boyunca altını çizdiğimiz, bölgeye “içerden” bakabilecek jeopolitik tasarımlara duyulan ihtiyacın gereğidir. Bu doğrultuda, merceğimizi Hazar’ın etrafına odaklayarak sormamız gereken temel soru ise şudur: Orta Asya’da kadim zamanlarda mayalandığına işaret ettiğimiz özne/mekan bileşkesi kendini tekrar inşâ ederek, Yeni Çağ’ın beraberinde getirdiği jeopolitik denklemleri göğüsleyebilecek bir aktör üretebilecek mi?

Sorumuz iki temel varsayım içeriyor. İlkine göre, tarihte Orta Asya’yı anlamlı bir bütünlük hâline getiren kolektif “ben idraki”, çok ağır hasar gördüğü bir devrin ardından restorasyonunu henüz bitirememiştir. Bunu tamamlayan diğeri de, bölgeyi gelecekte ciddi bir jeopolitik aktöre dönüştürebilmenin yolunun, yeni sentezlerle canlandırılan özneyi, tarihteki yekpâre mekanına kavuşturmaktan geçtiğini söylüyor. Sözkonusu gelecek vizyonunun, niçin ancak dar aidiyet ve çıkarların aşılmasına imkan verecek bir ufkun kılavuzluğunda hakikat hâline gelebileceğini kavrayabilmek için ise, tarihin bize parçalanma sürecinin mantığını hatırlatacak gözlüklerine ihtiyacımız var.         

19. yüzyılın ikinci yarısına dek Orta Asya’daki farklı egemenlik alanlarını karşı karşıya getiren mücadeleler, bazı istisnalar hariç daha çok siyasi alanla sınırlı kalmışlardır. Buhara, Taşkent, Semerkand gibi şehirlerde, idareci hanedanlar ard arda değişirken alışılan hayatlar varoluş sorunu yaratacak bir kimlik endişesi yaşanmaksızın mecramda akmaya devam etmiştir. Rusların Türkistan’a inmeleri, özne/mekan bileşkesinin her iki unsuruna da yönelttiği tehditle bu döneme son noktayı koymuştur.

Taşkentliler, 1865’te kapılarına dayanan Rus generalden, mal emniyetinden önce ahalinin dinine dokunulmayacağına dair söz isterler. Rus ordusu, Şer-i Şerif’in yürürlükte kalacağı, eğitim ve hayır işlerinin sürdürülmesinde anahtar önemi haiz vakıflara dokunulmayacağı taahhüdünde bulunduktan sonra şehir teslim edilir (Crews 2006: 241-242). Bu tolerans sebepsiz değildir. Ruslar Türkistan’da, kendi içinde buhranlı bir dönemi yaşıyor olsa da, mekanı incelikle işlemiş güçlü bir öznenin mirasıyla karşılaşırlar. Örneğin, 60.000 nüfuslu Hokand’da (The Quarterly Review 1865: 572 ) 367 cami, 149 mektep ve medrese bulurlar. Daha küçük olan Oş’ta 147 cami vardır. Şehirdeki en büyük eğitim kurumu sıfatını taşıyan Alimbek Medresesi, 2500 m2’lik bir alanı kaplamaktadır (Crews 2006: 252). Bu manzaraya bakan Ruslar, zamanın lehlerine işlediğini düşünüp mekâna hâkim olmakla yetinecekler, mekânını yitiren özne de kimliğini korumakla avunacaktır. İşgalciler, bölgede yaygınlaştıracakları modern eğitim sistemi ve kültür kurumlarının faaliyetleriyle öznenin orta ve uzun vadede dönüştürülebileceğine inanmaktaydı. Kılıcını düşüren özne de, varlığını muhafazayı başarabilirse, mekâna bir gün yeniden hükmedebileceğine dair ümidine sarılmaktaydı.

Sonraki dönem, her iki taraf bakımından da iç tartışmalar çağıdır. Mağlup özne, yalnızca yenilginin sorumlusunun değil, aynı zamanda geleceğe götürecek yolların da arandığı uzun bir gelenek/modernlik kavgasına gömülür. Türlü bölünmüşlüklerle uğraşan Çarlık idaresi ise toleransı hedef alan eleştirileri, önündeki jeopolitik denklemin bütününe dikkat kesilerek göz ardı eder. Çünkü Rusya, karşısında zafer kazandığı özneyle, mekan bakımından yalnızca Türkistan’da yüz yüze değildir. Hem imparatorluk sınırları dahilinde çok ciddi bir Müslüman ve Türk nüfusa sahiptir. Hem de, hükmettiği öznenin hâlen jeopolitik aktör olma niteliğini koruyan diğer kolu en büyük hasımlarından biridir. Zaten bu bölgeye yönelişinin sebebi de, üyeleri arasında Osmanlı Devleti’nin yer aldığı ittifakın kendisine Kırım’da yaşattığı hezimettir (Amineh 2007: 22). Dolayısıyla, Türkistan’ın yumuşak karna dönüşmemesi için rakip jeopolitik aktörün taklit edilmesine, Osmanlı hoşgörüsüne benzer bir devlet politikasının icadına ihtiyaç duyulmuştur.

Ancak galipler baştaki vaatlerine sadık kalmamışlar, statüleri Orta Asya’nın sahipliğinden sakinliğine inen yeni tebalarını tehdit olmaktan ebediyen çıkarmak maksadıyla, mekan üzerindeki iktidarlarına dayanarak zulüm dolu uzun bir uğraşa girişmişlerdir. Tarih, Rusya ve tüm dünyayı sarsan büyük alt-üst oluşlarla ilerlerken değişmeyen nadir şeylerden biri, mağlup öznenin mekanı üzerinde tekrar hak iddia edemeyecek kalıcılıkta parçalanması için sarf edilen bu gayrettir. Öznenin birbirine rakip kısımlara ayrılması projesi paralel iki güzergâhta ilerlemiştir. Bir yandan, önce Çarlık Rusyası, daha sonra da Sovyetler uyguladıkları politikalar ve kurdukları eğitim sistemi sayesinde Moskova yönetimine aracılık yapacak yerel elitler yetiştirmişlerdir. Farklılıkları öznenin geniş zemini içinde tanımlayan geleneğe mesafeli yeni seçkinler, kendilerini yalnızca belirli bir bölge, etnisite yahut lehçeyle özdeşleştirmişler ve önce “Rus Türkistanı” sonra da “uluslara” ayrılan Sovyet Orta Asyası’nın mimarları olmuşlardır (Amineh 2007: 22-23).

Diğer taraftan, kimlik ve anlam katmanları darmadağın edilen öznenin tarihi mekanı da yeni uluslara paylaştırılmıştır. Sovyetlerin 1924-25’te gerçekleştirdiği “ulusal tahdit”, bugünkü cumhuriyetlere siyasi kimliklerini veren düzenlemeler zincirinin ilk önemli halkasıdır. Bunu, 1926, 1929, 1930, 1932, 1936, 1939 ve 1956’daki irili ufaklı değişiklikler takip etmiştir (Rahimov 2007: 281, 286). Çizilen sınırlara yeni aidiyet anlayışları eşlik etmiş, aynı siyasi ve kültürel kimliği uzun asırlar boyunca beraberce taşıyan komşular, aralarındaki hukukun yerini azınlık-çoğunluk ilişkilerinin çelişki ve gerilimlerine bıraktığını görmüşlerdir. Örnek vermek gerekirse, Özbekler ve Tacikler o kadar iç içe geçmişlerdi ki, mühim bir kısmı iki dilliydiler. Bu topluluklar ayrı cumhuriyetler hâlinde örgütlendiklerinde, çok sayıda Tacik Özbekistan’da, toplam nüfusun yaklaşık % 20’sine tekabül eden miktarda Özbek de Tacikistan’da kalmıştı. Bağımsızlıktan sonra tarihlerini komşularla ilgili figürleri elden geldiğince az vurgulayacak biçimde yeniden yazarken, devlet olarak varlıklarını anlamlı kılmasını umdukları bir kolektif hafıza inşasını hedeflediler (Rahimov 2007: 294). Kimlik tasarımlarına yansıyan bu yakınken uzak olma ihtiyacı, yeni siyasi sorunların çözülme biçimine de tesir etmiştir. Sovyet sonrası Orta Asya’sının ilk yıllarında eski işgalci güce, komşulardan daha çok güvenildiğini ortaya koyan örnekler, özne/mekan bileşkesinin tarumar olma sürecinde gelinen noktayı göstermektedir.

1990’lardan günümüze kadar geçen zamanı ise, tüm iniş ve çıkışlarına, aksi yöndeki bazı eğilimlere rağmen özne için restorasyon devrinin başlangıcı kabul etmek gerekmektedir. Bu evrede, özellikle özne/mekan bileşkesinin ikinci boyutuna ilişkin gelişmeler kayda değer düzeylere erişmiştir. Doğal kaynaklarını dünya pazarlarına ulaştırmayı başaran bölge ülkeleri, ekonomilerini ve devlet olma vasfını sürdürmek için gerekli temel alt yapılarını inşa etme yolunda mesafe kat etmişlerdir (Yazar 2011). Enerji fiyatlarındaki artışa paralel biçimde savunmadan eğitim ve sağlığa kadar birçok alandaki yatırım miktarı artmış, bu da ortalama refahı yükseltmiştir.

Bir jeopolitik aktör olabilmek için gerekli bileşkenin diğer boyutu bakımından da tablo umut vericidir. İdareci sınıfın bir kısmı eski dönemden gelme alışkanlıklarını hâlâ sürdürseler de, özellikle genç kuşaklar dünyadan, komşularından ve tarihen parçası oldukları öznenin diğer coğrafyalardaki kollarından etkilenerek yetişmektedir. Başta Türkiye olmak üzere, birçok ülkeyle tarihin kurduğu köprüler onarılmakta ve yenileri inşa edilmektedir. Bu fotoğrafa iletişim devriminin etkileri de ilave edildiğinde, öznenin kendisini yeni sentezlerle canlandırması için sivil toplum katında öncü bir zeminin yavaş da olsa kıvam bulduğu söylenebilir. Ancak sözkonusu süreç Orta Asya’nın tamamında eşzamanlı biçimde işlemediği gibi, aynı niteliği de taşımamaktadır.       

Bu yüzden, özneyi mekanıyla buluşturarak yukarıda değindiğimiz tarzda bir millet-imparatorluğa hayat vermek, yahut daha aşina olduğumuz terminolojiyle ifade etmek gerekirse, güçlü bir bölgeselleşme projesini gerçekleştirmek için katedilecek mesafeler bulunmaktadır. Kültür, kimlik ve maddi çıkarlarla belirli bir mekanı önce zihniyet düzeyinde buluşturan bahsettiğimiz tarzda bir bölgeselleşme, ancak siyasetin şuurlu inşa çabalarıyla varlık kazanabilecektir. Ayrıca, bölge içi dinamiklerin yanı sıra dışarıdaki odakları da söz konusu sürecin parçaları gibi düşünmek gerekmektedir (Kühnhardt 2010: 1).

Geçtiğimiz yirmi yılda, iyi niyetli girişimlere rağmen bu parametrelere uygun adımlar atıla- madığı için Türkistan’da ancak yüzeysel bir bölgeselleşmeden bahsedilebilmektedir (UNDP 2005). Orta Asya Cumhuriyetleri, Rusya ve İngiltere’den 50 bölge uzmanı ile yapılan bir araştırmaya göre şu üç ana mesele, yalnızca ekonomiyle de sınırlı olsa, bölgesel işbirliğine mani olmaktadır. Uzmanların yarısı, bölge ülkelerinin ulusal çıkarlarını tarif biçimleri ve ekonomik kalkınmaya bakışları arasındaki farklılıkları bütünleşmeye engel görmektedir. Görüşlerine başvurulanların % 35’i, Kazakistan ve Özbekistan arasındaki liderlik mücadelesini, % 15’i ise bölge ülkelerinin sınırları içindeki ulus altı yapılardan, yani azınlıklardan duydukları endişeyi mesafe alınamayışından sorumlu tutmaktadır (Rahimov 2007: 298-299).

Başlıca bu üç engel yüzünden, bölgeyi kapsayan örgütlerin motivasyon kaynakları arasında Türkistan’ı kendisi için ve kendi içinde entegre etme hedefinin üst sıralarda yer almadığını söylemek gerekmektedir. Bağımsızlığın ilk günlerinden itibaren kurulan ya da üyesi olunan örgütler, Orta Asya’ya dışarıdan tesir etmek isteyen güçlerle, hem bunlar arasında hem de birbirlerine karşı denge oyunu kurmaya çalışan bölge ülkelerini buluşturan denklemlerden doğmuşlardır. İşbirliği anlaşmalarının önemli kısmı, yerine getirecekleri işlevden çok, imzalandıkları konjonktür ve diplomatik bağlamın ürünü oldukları için yazılı hedeflerinin uzağında kalmışlardır[1].

Örneğin, 1991 yılı Aralığında Rusya, Beyaz Rusya ve Ukrayna, Sovyetler Birliği’nin sonunu tartışırlarken Orta Asya’daki cumhuriyetlerin liderleri, topyekûn tasfiyeye karşı çıkarak belirli düzeyde devamlılığın sağlanmasını istemişlerdi. Temelde iki şeyden endişe etmekteydiler. Henüz gerekli kurum ve mekanizmalara sahip olmayışları, geçiş döneminin yaratabileceği siyasi ve ekonomik kargaşa ikliminden korkmalarına yol açıyordu. Bundan başka, Rus azınlığın kestirilemeyen refleksleri özellikle Kazakistan’da çekince yaratmaktaydı. Ancak kurulan BDT, kendisine yüklenen anlamlarla işlevleri arasındaki orantısızlık sebebiyle ekonomi gibi birçok alanda başarılı olamadı. Yine de, ortak para birimi kullanılması girişimi 1993’te hüsranla sonuçlandığında, Türkmenistan, Kazakistan ve Özbekistan rubleyi en son terk eden gruptaydılar (Pomfret 2007: 322). Bağımsız olmak, ancak kaosa da sürüklenmemek istiyorlardı.

Sözkonusu stratejinin başarısı için aradaki mesafenin ayarlanması önem arz etmekteydi. İzledikleri kontrollü kopuş politikasının, bağımsızlıktan geri adım attıracak sonuçlar da doğurmaması gerekiyordu. Nitekim BM, IMF ve Dünya Bankası’nın kapısını uluslararası sistemin bağımsız aktörleri olarak tescil edilme arzusuyla çaldılar. Ayrıca, ECO, İİT gibi ait oldukları öznenin diğer coğrafyalardaki kollarıyla temasa geçmelerini sağlamak suretiyle Rusya’yla farklılıklarının altını çizmelerini kolaylaştıracak örgütlere de katıldılar. Bu noktada Türkiye’nin bağımsızlık ilanlarından başlayarak günümüze kadar kesintisiz devam eden destek ve ilgisinin altını çizmek gerekmektedir.

Orta Asya’daki kardeş ülkelerin bağımsızlıklarının tescil ve kurumlaşmasında Ankara’nın oynadığı rol, iki önemli sac ayağına dayanmaktadır. Bunlardan ilki, ortak değerlerin işlenmesi suretiyle öznenin restorasyonuna katkı sağlamayı amaçlamaktadır. Karşılıklı etkileşim iklimi yaratan bu süreç tek yönlü de ilerlememektedir[2].  Türkiye,  hem devlet düzeyinde, hem de sivil toplumu aracılığıyla, eğitimden başlayarak kültür hayatının diğer yönlerine uzanan geniş bir yelpazede bölge ülkeleriyle ortak faaliyetlere imza atmaktadır. Kurulan üniversiteler ve orta dereceli okullar, gerçekleştirilen öğrenci değişim programları, televizyon ve radyo yayınları, onarılan mimari eserler ve inşa edilen camiler yürütülen çok yönlü faaliyetlere ait listenin sadece bir parçasıdır. Diğer sac ayağı ise, ekonomi, diplomasi ve güvenlik gibi politika alanlarını kapsamaktadır. Türkiye, artık geçmişte kalan bazı olumsuz deneyimler dışarıda bırakılırsa, ilişkilerin bu boyutunda da ciddi gayretler sarfetmektedir. Atılan adımlar, doğrudan Türkiye’nin imkanlarına dayalı girişimler olabildiği gibi, Ankara’nın üçüncü ülkelerle beraber bölgede geliştirdiği dolaylı inisiyatifler biçiminde de karşımıza çıkmaktadır.

Gelişen demokrasisi, güçlenen ekonomisi ve uluslararası ilişkilerde artan prestiji de dikkate alındığında, Türkiye’nin önümüzdeki dönemde Orta Asya’daki jeopolitik denklemde, Türk cumhuriyetlerinin ellerini daha da güçlendireceği beklenmelidir. Çünkü büyüyen Türkiye, şimdiye kadar bölgeyi kendi içinde birleştirecek projelerin hayata geçemeyişinden sorumlu açık veya örtülü dış baskılara karşı önce denge, daha sonra da dalgakıran işlevini görebilecek potansiyeli taşımaktadır. Bu türden bir dengeye ne kadar ihtiyaç duyulduğu, 90’ların ortalarında Rusya Orta Asya’daki nüfuzunu yeniden inşaya giriştiğinde anlaşılmıştı. Kardeş cumhuriyetlerin belli bölümü, altenatif bir dengeleyicinin yokluğunda Rusya’nın etkisinin ancak Kremlin’in gücü uluslararası örgütlenmelere kanalize edildiği takdirde seyredilebileceğini düşünmüşlerdi. Avrasya Gümrük Birliği çatısı altında Kazakistan’ın açtığı bu yolu, Tacikistan ve Kırgızistan takip etmiştir (Pomfret 2007: 322).

1990’ların ikinci yarısında ABD, aranan dengeleyici olma iddiasıyla bölgedeki ağırlığını arttırdığında başka sorunlarla yüzleşildi. Daha sonra Özbekistan’ın da katılacağı, Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Moldovya’yı bir araya getiren GU(U)AM’ın karşısına Rusya, Beyaz Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın üye oldukları Avrasya Ekonomik Topluluğu çıkmıştı. Bölge içi sorunların çözümüne yardımcı olmaktan çok, ayrılıkları güç devşirme fırsatı kabul eden dengeleyiciler, kutuplaşmalar davet etmekteydi. Kalıcı bir nitelik kazanması durumunda Orta Asya’nın “Balkanlaşması” neticesini doğurabilecek bu durum, sistemdeki dengeleyici sayısının artması ve bölge ülkelerinin rekabet hâlindeki örgütlerin hepsine birden üye olmalarıyla değiştirilebilirdi. Çin’in Orta Asya’daki profilinin yükselişi ve Şanghay İşbirliği Örgütü’nün doğuşu bu beklentilerin ilkine, bölge ülkelerinin bir kısmının “karşı” bloğun örgütlerine de üye olmaya başlamaları ise ikincisine denk düşmektedir (Pomfret 2007: 323).

Görüldüğü gibi, Yeni Çağın eşiğinde Türkistan coğrafyasının yüz yüze olduğu jeopolitik denklem, eklenen her unsurla daha da girift hâle gelmektedir. Bölgede dolaştırdığımız merceğimizi çevrede de gezdirirsek, denklemin bileşenlerine karmaşa bulutunu ortadan kaldıracak bir mesafeden bakıp kavrayışımızı derinleştirebiliriz. Bu amaçla çıkacağımız ufuk turuna, Orta Asya’nın etrafındaki güçlerin tutumlarını etkileme yeteneğine hâlen sahip olduğu için Avrasya’nın kalbine fiziken en uzak aktörden, ABD’den başlayacağız.

Sovyetler Birliği’nin çözülüşünden günümüze kadar geçen yirmi yılı aşkın zaman zarfında ABD’nin Orta Asya politikalarına hakim olan ana perspektif, eleştirisini yaptığımız Batılı jeopolitik kalıplarla uyumludur. Brzezinski tarafından “Barbarların bir araya gelmesi” (Brzezinski 1997: 40) şeklinde özetlenen, Sovyetlerin boşalttığı kalpgâha tekrar hasım bir gücün ya da koalisyonun yerleşmesini önleme hedefi, Orta Asya’ya yönelik Amerikan stratejisinin belkemiğini oluşturmuştur. ABD’nin Asya söz konusu olduğunda ilk gördüğü şey, yükselen güç merkezleridir. Dikkati buradan kalkarak Orta Asya’ya yönelmekte, bu yüzden de bölge, komşusu olduğu millet-imparatorluk projelerine nisbetle anlam kazanmaktadır[3].

Bu yaklaşım biçiminin somut sonucu, esas eksen kabul edilen coğrafyalarla ilgili hedef ve beklenti değişikliklerinin bölgedeki Amerikan politikalarına doğrudan yansımasıdır. Eğer çevresi üzerinden kurulan jeopolitik denklem gerektiriyorsa, Türkistan’da izlenen stratejiler yerlerini yenilerine bırakacak şekilde gözden geçirilmektedir[4]. Örneğin 1990’ların ortasına kadar ABD’nin temel problemi, Rusya’da Sovyet sonrası döneme geçiş sürecinin geri dönülemez biçimde tamamlanmasıydı. Nitekim bu yıllarda “önce Rusya” politikasının, Orta Asya cumhuriyetlerini gölgede bırakabilecek derecede güçlendiği görülür.

1994’ten itibaren Hazar enerji kaynaklarına duyduğu ilgiyi önemli projelerle somutlaştıran ABD, 1996-2000 yılları arasında ilk kez müstakil bir Orta Asya stratejisi formüle etmeye girişmiştir. Söz konusu adımın, tam da geçiş sürecindeki Rusya’nın geriye doğru yalpalayacağına dair kaygılar yerini eski hasmın yeniden toparlanmasının yarattığı endişeye bırakırken atılması, ABD’nin bu coğrafyaya yönelik politikalarındaki odak noktasının neresi olduğu sorusuna verdiğimiz cevabı doğrulamaktadır.

Nitekim oluşturulan stratejinin temel parametreleri, komşular etrafında belirlenmiştir. ABD, Orta Asya ülkelerinin bağımsızlıklarının güçlendirilmesini, yeniden Rusya’nın uydularına dönüşmemeleri için istemektedir. Bölge ülkelerine ait enerji kaynakları dünya pazarlarına taşınırken Rusya ve Çin gibi güçler ya da İran gibi müttefiklerinden bağımsız güzergahların tercih edilmesi doğrultusunda çaba gösterilişinin sebebi de aynıdır. Dolayısıyla ABD enerji şirketlerinin Orta Asya’daki rezervlerin keşif, çıkarılma, işlenme ve taşınmasından pay almaları gibi hususlar göz ardı edilmese de, doğrudan maddi çıkarların Amerikan devletinin bölge politikalarının tek belirleyicisi olmadığını hatırda tutmak gerekmektedir[5].

1990’ların başından itibaren ABD hükümetinin Orta Asya’ya yapacakları yatırımlar için Amerikan petrol şirketlerine verdiği destek yakından incelendiğinde, bu durum açıkça görülebilmektedir. Chevron ve Exxon-Mobil gibi dev firmaların teşvik edilmelerinde[6] Rusya’nın bölge üzerindeki nüfuzunun kırılması isteği önemli pay sahibidir[7].  

ABD, yine aynı saiklerle, Türkmenistan’ı, doğal gazının uluslararası bir konsorsiyum tarafından çıkarılması hususunda iknaya çalışmış, Rusya ve İran’ı atlayarak Orta Asya’yı Kafkasya ve Türkiye’ye bağlayan Bakü-Tiflis-Ceyhan gibi enerji nakil projelerini desteklemiş, ayrıca yukarıda kısaca değindiğimiz G(U)UAM gibi yapılanmaların inşasına ön ayak olmuştur (Laruelle vd. 2011: 435)[8].

Orta Asya’ya daha çok çevresi üzerinden jeopolitik önem atfedilmesi şeklindeki Amerikan yaklaşımı, 11 Eylül saldırıları bu bölgeye komşu bir başka coğrafyayı ABD’nin temel ilgi alanına dönüştürdüğünde tekrarlanmıştır. ABD, Afganistan’ı işgal edip burada ulus inşası faaliyetine girişerek Orta Asya’ya doğrudan komşu hâle gelmiştir. Amerika’yı Asya denklemini uzaktan yönetmeye çalışan bir aktör olmanın ötesine geçiren bu hamle, bölge ülkeleriyle arasındaki ilişkilerin güvenlik boyutunu yeni bir aşamaya taşımıştır. Avrupa-Atlantik Ortaklık Konseyi ve Barış için Ortaklık programlarının üyesi olan Orta Asya ülkelerinin (Laruelle vd. 2011: 431) bazıları, doğrudan Amerikan askerî varlığına kapılarını değişik düzeylerde açmışlardır. Örneğin Washington, yaklaşık yarısı doğrudan Manas hava üssü için olmak üzere Kırgızistan’a yılda yaklaşık 150.000.000 dolar ödemektedir (Bohr 2010: 112).

ABD, Kırgızistan’dan başka Tacikistan ve Özbekistan’da da üsler kurmuş, fakat ilişkilerinde 11 Eylül’ün hemen ardından bölgede kendisine kucak açılmasını sağlayan sıcaklığı koruyamamıştır. Başlangıçta işbirliğine çok yatkın olan yönetimlerin bir kısmı, başkentlerinde renkli devrimler zincirinin yeni bir halkasının sahnelenebileceği endişesiyle Amerika’dan uzaklaşmaya başlamışlardır (Bohr 2010: 109). Nitekim gözlemciler, 2004-2005’ten başlayarak 2008’e kadar geçen dönemin bölgedeki ABD nüfuzunun en çok zayıfladığı zaman dilimi olduğuna işaret etmektedir (Laruelle vd. 2011: 427). Örneğin Özbekistan 2005’ten bu tarafa, çoğunluğu ya ABD merkezli yahut Amerika tarafından desteklenen 200’den fazla STK’yı kapatmıştır (Bohr 2010: 111). Özbekistan’ın insan hakları ihlalleri yüzünden düzenli biçimde eleştirilmesi, bu ülkenin 1990’lar ve 2000’lerin başında, Avrasya Ekonomik Topluluğu ve Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü gibi Rusya’nın başını çektiği örgütlere katılmama yönündeki tavrının değişiminde pay sahibidir (Bohr 2010: 116). Rusya ve Çin, diğer Orta Asya ülkelerinin de ABD tarafından desteklenen ayaklanmaların hedefinde yer aldığı iddiasını işleyen ustaca bir kamuoyu diplomasisi faaliyeti yürütmüştür (Blank 2007: 14).

Obama’yla birlikte dikkatini Irak’tan çok Afganistan’a verme kararı alan Amerika ise, 2009 yılından itibaren bölgeyle münasebetlerini düzeltmek için giriştiği faaliyetlere yine Orta Asya’nın etrafından, yani Rusya’dan başlamıştır. Değişimin göstergelerinden biri, kamuoyu önünde demokrasi açığının daha az vurgulanmasıdır (Bohr 2010: 119). Bu yaklaşım, Rusya ve Çin’i dengeleyebilmek için tüm endişelerini bastırarak ABD’nin bölgedeki varlığını isteyen ülkelerde karşılık bulmaktadır. Lakin CENT- COM komutanları, David Petraeus ve James Mattis’i Amerika’nın Orta Asya’daki yüzlerine dönüştüren yeni politika da eleştirilmektedir (Bohr 2010: 110). İlişkilerin diğer boyutlarındaki nisbî zayıflıktan rahatsızlık duyanlar, Amerikan askerî varlığının niçin daha fazla göze batar hâle geldiği hususunda ipuçları vermektedir. Bu eleştirmenlere göre ABD, bağımsızlıklarını desteklediği hâlde, derinlemesine ticari ve ekonomik ilişkiler kuramadığı ülkelerde arzu ettiği rejim değişikliklerini büyük ölçüde gerçekleştirememiştir. Amerika’nın yaklaşık 20 yıllık çabalarına rağmen henüz Hazar geçişli bir petrol ya da doğal gaz hattı mevcut değildir. Bu manzaraya Çin gibi yeni/yeniden yükselen güçlerin Orta Asya’da artan ticari faaliyetleri de eklendiğinde (Feigenbaum 2011: 37), bölgeyi neredeyse Afganistan’daki savaşın lojistik ikmal güzergahına[9] indirgeyen Amerikan yaklaşımıyla zamanın ruhu arasındaki makasın açılmakta olduğu tezi kuvvet kazanmaktadır.

Orta Asya’yı, çevresi üzerine kurulmuş denklemlerin parçası sayan Amerikan yaklaşımı-nın ürettiği son jeopolitik tasarım, bölgeyi güneyiyle entegre etmeyi hedeflemektedir. İlk bölümde kısaca değindiğimiz, Amerikalı bölge uzmanı S. Frederick Starr tarafından 2005’te önerilen ”Büyük Orta Asya Ortaklığı” kavramı (Starr 2005) dış politika yapıcılar arasında çok kısa zamanda önemli bir kabul düzeyine erişmiştir. Nitekim hemen bir yıl sonra 2006’da yayınlanan Amerikan Ulusal Güvenlik Stratejisi belgesinde Orta Asya, Güney Asya ile aynı başlık altında ele alınmış ve Afganistan, bu iki bölgeyi birbirine bağ-layan kara köprüsü olarak tarif edilmiştir (The White House 2006: 40). Ardından Amerikan Dışişleri Bakanlığı bünyesinde yapılan düzenlemeyle bölgeye yönelik faaliyetler, Avrupa ve Avrasya işlerinden sorumlu daireden alınmıştır. Bu görevi üstlenen Güney Asya İşleri Bürosu ise, Güney ve Orta Asya İşleri Bürosu’na dönüştürülmüştür. Daha sonra Obama yönetimi, bu iki bölgenin entegrasyonu için ayrılan kaynakları artırarak yeni tasarımın arkasında durmuştur (Bohr 2010: 113).

Amerikalı yetkililer, Kuşhan imparatorluğu ya da Timur dönemi hatırlatılarak tarihe dayalı bir inandırıcılık zemini aranan bu projeyle, iki bölge arasında ne türden bir rol dağılımı düşündüklerini de açıklamaktadır. Hindistan’ın hızla büyüyen ekonomisine, Bangladeş ve Kazakistan’ın yükselen pazar olma niteliklerine ve Özbekistan ile Türkmenistan’ın doğal kaynaklarına dikkat çekilmekte, bunların biraraya gelişinin yaratacağı faydanın altı, hâlihazırda işlerlik kazanmaya başlayan bazı somut projeler örnek gösterilerek çizilmektedir (Blake 2011).

Ufuk turumuzun ikinci durağında bölgedeki rekabet üçgeninin diğer köşesi, yani ABD’nin yukarıda özetlediğimiz faaliyetlerinden en çok tedirginlik duyan adres konumundaki Moskova yer almaktadır. 1990’ların krizlerini atlatarak kendisini bir millet-imparatorluk hâlinde yeniden inşâya çalışan Rusya, özellikle 2000’lerin ortalarından itibaren Orta Asya’daki varlığını etkin yöntemlerle derinleştirmeyi başarmış gözükmektedir. Renkli devrimler dalgası, eski işgalci sıfatıyla Rusya’dan duyulan endişeyi hafifletmiştir. Bu tarihe kadar Amerika’ya Moskova karşısında dengeleyici rolünü oynayarak bağımsızlıklarını güçlendirecek bir faktör nazarıyla yaklaşan yönetimler, ilk kez aksi istikamette de düşünmeleri gerekebileceğini farketmişlerdir.

Söz konusu algı değişiminin de katkılarıyla Rusya, Sovyetler’den miras kalan alt yapı ve bağımlılık ilişkilerinin sunduğu etki araçlarına yenilerini ekleme hususunda her zaman başarılı olamasa da, ısrarcı davranmaya devam etmektedir. Nitekim BDT çatısı inşa edilirken planladıklarının çoğu gerçekleşmemiştir. Fakat yine de, terörle mücadele merkezi ile Sınır Güvenliği Ajansı gibi kurumlar işlevsellikleriyle öne çıkabilmişlerdir. Kolektif Güvenlik Anlaşması Örgütü, bölge ülkelerine, diledikleri zaman Amerika ile işbirliklerini zayıflatmalarını kolaylaştıracak garantiler sunmaktadır. Bu yapı aracılığıyla Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’da düzenli tatbikatlar gerçekleştiren Moskova, daha az nüfuza sahip olduğu Özbekistan ve Türkmenistan’a da uygun fiyatlarla askerî malzeme satmaktadır (Laruelle vd. 2011: 430). Rusya, Orta Asya ile yalnızca ekonomi ve güvenlik gibi alanlarda ilişki kurmakla yetinmemekte, öznenin yukarıda değindiğimiz restorasyon sürecini etkileyebileceğini umduğu araçları da seferber etmektedir. Kimi versiyonlarıyla Rus kimliğinin, bir millet-imparatorluk projesi etrafında yeniden tarifini savunan Avrasyacılık[10], eski Sovyet ard alanında Rus nüfuzunun güçlendirilmesine hem ideolojik hem de kültürel zemin hazırlamaktadır.[11]

Ancak Rusya’nın bu çabaları, istikrarlı bir tesir sahası inşâ etmesine yetmemektedir[12].  Hedeflerine bütünüyle ulaşamayışından yalnızca ABD’nin Türkistan’daki ağırlığı değil, Avrasyacılıkla ilgili genel bir değerlendirme için bkz. (Korkmaz 2004/2005: 109-142). Putin Rusyası’nda Avrasyacılığın jeopolitik hedefler doğrultusunda güncellenmesi çabalarına örnek olarak bkz. (Dugin 2003).

Hem Rus Federal Kültür ve Sinematografi Ajansı’nın hem de Kazak Kültür ve Enformasyon Bakanlığı gibi kuruluşların desteklediği Sergei Bodrov’un 2007’de vizyona giren “Moğol” -filmi, zamanlaması ve senaryoda vurgulanan unsurlar itibariyle Avrasyacı ideolojinin kültürel temalar etrafında üretimine güzel bir örnek oluşturmaktadır. Renkli devrimlerin Orta Asya’daki etkilerinin en yoğun biçimde hissedildiği dönemde sinemalarda oynamaya başlayan filmde Cengiz Han’ın yasa ve otorite ile ilgili sözleri, bölgede meşruiyet sıkıntısı çeken bazı rejimler için adeta can simidi gibidir. Cengiz Han’ın ağzından sanki Putin konuşmakta, dışardan gelen istilacılara karşı Rusya ve Orta Asya’yı “Avrasya’ya özgü” yönetim biçimlerinin korunması ortak paydasında birleştirmektedir. “Moğol”u, aşağılayıcı Oryantalist sterotipler üzerine kurulu “Borat” filmine karşı Rus ve Kazakların işbirliğiyle verilmiş “Asyalı” bir cevap olarak da görmek mümkündür. 

bölgedeki jeopolitik denklemi eskisi gibi iki temel aktör etrafında şekillenen bir mücadele olmaktan çıkaran dinamikler de sorumludur. Orta Asya ülkelerine denge dip-lomasisini daha fazla aktörle sürdürme imkanı vererek oyun alanını genişleten diğer millet-imparatorluk projeleri, bu coğrafyadaki etkinliklerini arttırmaktadır.

Üçgenimizin son köşesini oluşturan Çin, bunların en önemlisidir. Bölgedeki nüfuzunu ABD ve Rusya aleyhine güçlendirerek, hem enerji tedariki ve ticaret gibi ekonomik, hem de Batı sınırlarının korunması gibi güvenlik çıkarlarının peşinden koşmaktadır. Son on yılda Rusya ve Çin’in bölgedeki ekonomik ağırlıklarının seyrine kısaca göz atmak, değişimin doğrultusunu fark etmek için yeterlidir. 2000’de Orta Asya’nın dünyayla yaptığı ticarette Rusya’nın payı % 26.7 iken, Çin’inki % 3.9’du. Bu tarihten itibaren artmaya başlayan Çin’in bölge ticaretindeki hissesi, 2008’e gelindiğinde % 15.8’e yükselmiş, Rusya’nınki ise % 20.4’e inmiştir. 8 yılda yaklaşık 30 milyar dolarlık artışa sahne olan ticari ilişkilere, güçlenen finansal bağlar eşlik etmektedir. Kazakistan’a 10 milyar dolar, Türkmenistan’a 4 milyar dolar, Tacikistan’a 600 milyon dolar civarında borç veren Çin, ayrıca Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye ülkelere Çin Exim Bank’ı ve diğer kalkınma bankaları aracılığıyla 10 milyar dolarlık kaynak kullandırmıştır. 2008 krizinin ardından ekonomik bakımdan yüzlerini ABD ve Rusya’dan çok Çin’e çeviren Orta Asya’daki yollar, demiryolları ve enerji santralleri gibi yeni altyapı yatırımlarında Pekin’in imzası parlamaktadır (Feigenbaum 2011: 29). Kazak firmaları tarafından yeni halka arzlar için tercih edilecek adresin Londra değil Hong Kong olacağı yönündeki tahminler, Çin sermayesinin bölgede şimdiden kayda değer bir çekim alanı yarattığını göstermektedir (Orange, 2010).

Ayrıca Orta Asya, Çin’in büyüyen ekonomisi için enerji tedarik etmek istediği en önemli yerler arasındadır. Bu doğrultuda da ciddi mesafeler kat edilmiştir. Türkmen hükümeti, şimdiye kadar yaptığı ilk üretim paylaşımı anlaşmasını, Çin Ulusal Petrol Şirketi ile imzalamıştır. Türkmenistan’dan Çin’e yılda 40 milyar metreküp gaz taşıyacak bir boru hattı inşa edilmektedir. Çin, 2006’dan bu yana Kazakistan’dan da petrol ithal etmektedir. Kazak petrol bölgelerinden Çin sınırına uzanan boru hattının Hazar’a ulaştırılması çalışmaları devam etmektedir (Bohr 2010: 114).

Orta Asya’daki kimi Çin yatırımlarının, ittifak hâlindeki Batı sermayesine karşı Pekin’in liderliğinde kurulan koalisyonlar aracılığıyla gerçekleştirilmesi, bölgede değişen dengelerin bir başka belirtisidir. Örneğin 2009’da Türkmenistan’ın en büyük doğal gaz yatağının geliştirilmesine ilişkin 9.7 milyar dolarlık projede Çin, Kore ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin oluşturduğu grup, Amerikan ve Avrupalı çok uluslu şirketleri bir araya getiren konsorsiyumu alt etmeyi başarmıştır (Feigenbaum 2011: 30).

Çin’in bölgedeki güvenlik çıkarlarının korunmasını hedefleyen çok taraflı faaliyetleri ise, ekonomi alanındakilere kıyasla daha kurumsal bir nitelik kazanmıştır. Şanghay İşbirliği Örgütü (ŞİÖ), pratikteki tüm sıkıntılarına rağmen, sınır sorunları gibi Orta Asya’daki komşularıyla çatışma çıkarabilecek hususların ve Doğu Türkistan’ı etkileyebilecek gelişmelerin kontrol edilmesine yardımcı olmaktadır. Pekin’in “Sağlıklı Orta Asya Düzeni” adını verdiği, Çin’i istikrarsızlaştırabilecek unsurlardan arındırılmış bir bölge hedefine hizmet etmektedir (Peyrouse 2011: 13).

Ufuk turumuzu eksik bırakmamak için, Orta Asya’yı çevreleyen rekabet üçgenindeki diğer köşelerin bu gelişmeleri nasıl değerlendirdikleri üzerinde de kısaca durmalıyız. Öncelikle dikkat çekmemiz gereken şey ise Çin’in Rusya ve ABD arasındaki gerilimlerden yararlanma maharetidir. Geçtiğimiz yirmi yılda Ruslar, Amerikalılarla ne kadar sürtüşmüşlerse Çin’e o kadar olumlu bakmışlardır. Üç aktörlü bir ilişkide, daha zayıf iki tarafın birbirlerine yaklaşmaları doğal olsa da, Çin diplomasisinin süreci Rusları ürkütmeyecek bir biçimde başarıyla yönettiği de bir gerçektir. Bölgedeki çıkarları Moskova’yla çatıştığında geri adım atmasını bilmekte, Rusya’nın Batı’dan gelen tazyik altında kendisine daha fazla yöneldiği konjonktürlerde ise Orta Asya’daki nüfuzunu kalıcı biçimde genişletecek hamleler yapmaktadır. Örneğin, Rusya’nın Amerika’ya karşı alarm durumuna geçtiği 2003 sonrası dönem, Rus-Çin ilişkilerinde kaygıların bastırıldığı bu türden bir işbirliği evresidir (Rozman 2010: 142, 144, 146, 148). 

Brzezinski’nin yazdıklarını hatırlarsak, toparlanan Rusya ve yükselen Çin’in beraberce hareket ettikleri bir senaryo, yalnızca Türkistan’a ilişkin değil Soğuk Savaş sonrası döneme ait tüm Amerikan stratejik hedeflerinin ağır darbe yemesi anlamına gelmektedir. Bu manzara ise karşımıza yeni bir sorular yumağı çıkarmaktadır. Acaba ABD yapısal dinamikler açısından gittikçe güçlenen bu meydan okuma potansiyelini, cepheleşmeyi tırmandırarak mı yoksa yeni bir jeopolitik vizyonla mı göğüsleyecek? Orta Asya denkleminin etrafındaki üçgende bizleri nasıl bir gelecek bekliyor?

Dünya sisteminin yeni güzergâhı, bu ve benzeri sorulara alışılmadık cevapların verilebileceği bir geleceği işaret etmektedir. Çünkü ABD, yeni/yeniden yükselen merkezler karşısında nispeten gerilerken, bölgeyle ilgilenen oyuncuların sayı ve güçlerindeki eş zamanlı artış, başta Washington olmak üzere tüm aktörlerin hem kendilerine, hem de mevcut dengelere bakışlarını değiştirecek boyutlardadır. 2008/2009’da, Amerikan dış politikasının şahit olduğu hızlı dönüşüm, bu durumun güzel bir örneğidir. Tek kutuplu ânın devamını temin için askerî güce yaygın biçimde başvuran Başkan Bush ve ekibi, iktidardaki son günlerini Rusya-Gürcistan çatışmasının gerilimli ikliminde geçirmişti. Obama yönetiminin göreve başlarken ortaya koyduğu vizyon ve attığı adımlar ise, ABD’nin dünya sistemini ve kendisinin sistem içindeki yerini yeniden tanımlama çabasının tezahürüdür. Çok kutupluluğun inkar edilemez bir gerçek olduğu farklı yollardan ifade edilirken (Dickinson 2009), Rusya ile ilişkiler “sıfırlanmıştır.” (Lee 2009) Orta Asya işlerinden sorumlu üst düzey Amerikan yetkilileri, bölgeyle bundan sonra “büyük oyun” gibi kavramları çağrıştırmayacak biçimde ilgilenmek istediklerini söylemektedir (Blake 2011).

Bir yıldan az zamana sığan bu gelişmeler, Amerikan yönetimlerinin aldıkları, Soğuk Savaş’ın önemli dönüm noktalarının ardındaki kararları hatırlayanlar için şaşırtıcı değildir. İlk ciddi hegemonik krizini (Okur 2010: 251-259) yaşadığı 1970’li yıllarda gücünün azaldığını, müttefiklerinin kendisinden uzaklaşmaya başladığını, rakiplerinin ise kuvvetlendiklerini fark eden ABD, Avrasya vizyonunda radikal değişiklikler yaparak yeni dinamikleri göğüslemeye çalışmıştı. 1970’lerin dünyasında Avrupalıların daha özerk bir dış politika izleme arayışlarından rahatsızlık duyan Amerika, bugün Orta Asya gibi coğrafyalarda ortak çıkarları temsil eden politikalar için bile koordinasyon sağlanamamasından şikayetçidir[13].  AB’nin ise, diğer pek çok alanda olduğu gibi, kaynaklarını Amerikan politikalarının emrine sunan uysal “müttefik” statüsünü geride bırakmak istediği açıktır. İç sıkıntı ve zayıflıkları yüzünden arkasına gerekli kararlılık ve imkanları koyamasa da, bölgede kendi tarif ettiği çıkarlarının peşinden giden bir millet-imparatorluk gibi davranma arzusunun göstergesi kabul edilebilecek ilan edilmiş bir stratejiye sahiptir.  Daha düşük profilli olmak üzere, benzer bir durumdan Japonya için de bahsedilebilir (Yagi 2007: 13-16).

Nixon-Kissinger ikilisi, 70’lerdeki ekonomik kriz ve müttefiklerin özerklik arayışlarına, Rusya’yla yumuşamayı ve Çin’le ilişkilerin geliştirilmesini öngören yenilenmiş bir Avrasya stratejisi inşa ederek cevap vermişlerdi (Goh 2004, Thornton 2001). Arada ciddi farklılıklar bulunsa da, Obama yönetiminin izlediği diplomaside benzer bir stratejik mantığın tesiri hissedilmektedir. Söz konusu strateji doğrultusunda Orta Asya etrafında yapılan hamlelere baktığımızda, üç temel nokta dikkatimizi çekmektedir. Bunları, Rusya ile gerginliğin giderilmesi, “Genişlemiş Orta Asya” tasavvuru üzerinden Hindistan gibi yeni aktörlerin jeopolitik denkleme dahil edilmeleri ve Rusya-Çin ikilisini Atlantik eksenine karşı bir arada resmeden Avrasya bloğu görüntüsünün ayrıştırılması şeklinde sıralayabiliriz.

İlk ikisine ilişkin daha önce değindiğimiz somut politikalar göz önünde iken üçüncüsü için aynı şeyi söylemek, henüz mümkün değildir. Bu son sac ayağı, Amerika’da, Çin’in yükselişinden tedirginlik duyan kesimlerin endişelerini yersiz bularak eleştiren mahfillerde tartışılmaya başlanmıştır. Bu çevreler, Orta Asya’da temel rakip olarak Rusya’yı görmeye devam etmekte, Çin’in bölgede artan ağırlığına, ABD’nin hedeflerine hizmet eden bir gelişme nazarıyla bakılmasını teklif etmektedir. Zira onlara göre, her ne kadar ŞİÖ çatısı altında Rusya ile ortak olsa da, Pekin’in bu coğrafyadaki ilerleyişi, bazı bakımlardan Moskova’nın gerileyişi anlamına gelmektedir. Çünkü Çin, bölgenin dışarı açılmasına yardımcı olarak Orta Asya ülkelerinin güçlenmelerini sağlamaktadır. Bir başka söyleyişle, ABD’nin Orta Asya’yı, Güney Asya ya da Kafkasya ile bağlantılandırarak ulaşmaya çalıştığı hedefe hizmet etmektedir (Feigenbaum 2011: 32).  Ancak 2008’de başlayıp etkisini hâlen sürdüren ekonomik krizin Amerikan iç politikasına yansımaları, Çin’e rakip değil partner nazarıyla bakılmasını öneren bu türden görüşlerin toplumsal destek zeminini ciddi biçimde daraltmaktadır. Nitekim, eğer önümüzdeki Amerikan seçimlerinin kaderini, anketlere yansıyan tepkisel ruh hâli belirlerse, Orta Asya’yla beraber tüm dünyanın daha fazla çatışma dolu bir geleceğe hazırlanması gerekecektir.

 

(Devamı var)

 

[1] Örneğin sadece BDT içi ilişkiler hakkında 2000’den fazla anlaşma imzalanmıştır. Ancak bunların çoğu yalnızca kağıt üzerinde mevcuttur. Örgütün açık bir hedefinin olmayışı ve üyelerinin beklentileri arasındaki farklılıklar, BDT’nin gelecekteki canlılığı hakkında soru işaretleri doğurmaktadır (Rahimov 2007: 299).

[2] Kimlikler, tarihi tecrübenin sırtlarına yüklediği anlam katmanlarıyla evrilerek şekillenirler. Tarihî Türk kimliğini temsil eden öznenin Anadolu’da mekan tutan kolu, üç ana havzanın ürünüdür. Sırasıyla, Orta

Asya, Anadolu ve Balkanlar ile Ortadoğu’da geçen uzun asırlar, Türklük kavramının üzerine her biri farklı çağrışımlar taşıyan anlam elbiseleri giydirmiştir. 1918’den itibaren Türkiye’nin bu bölgelerle teması, bazılarıyla zorunlu diğerleriyle ise ideolojik sebepler yüzünden en alt düzeye inmiştir. 20. yüzyılın sonuna doğru uluslararası sistemdeki dönüşümler sayesinde, Türk kimliğine beşiklik eden tarihi havzalar yeniden Türkiye ile etkileşime açıldılar. Bu noktada Türk cumhuriyetleriyle kucaklaşma, kimliğin ilk katmanına, köklere dair hafızayı canlandırmış; Balkanlar üzerindeki demir perdenin kalkışı ise imparatorluktan miras kalan ikinci anlam elbisesini tarihin gardrobundan çıkarmıştır. Irak’ın işgalinin tetiklediği olaylar zinciri, tarihi Türk kimliğini besleyen son havzayla da yeniden güçlü köprülerin inşâsına zemin hazırlamıştır.

[3] Güney ve Orta Asya İşleri Bürosu’ndan sorumlu Dışişleri Bakan Yardımcısı Robert O. Blake’in, Orta Asya’nın önemini anlatmak için yakınlarda kurduğu şu cümleler bu bakış açısını çok güzel ifade etmektedir: “Orta Asya, hayati derecede stratejik bir kavşakta uzanmaktadır; Afganistan, Çin, Rusya ve İran’la sınır komşusudur. Bu yüzden ABD bu hayati bölgedeki taahhütlerimizi ve işbirliğimizi genişletmeyi istemektedir.” (Blake 2011)

[4] Amerika’nın değişik konjonktürlerde izlediği Orta Asya politikalarının dönemlere göre genel bir tasnifi için bkz. (Amanov 2007: 93-101)

[5] Amerikan Kongresi’ne sunulan Orta Asya’yla ilgili raporlarda doğrudan maddi çıkarlara neredeyse hiç

yer verilmemektedir. Örneğin 2011 tarihli raporda, bölgedeki Amerikan politikalarının resmî hedefleri şu şekilde özetlenmektedir: “Orta Asya devletlerine yönelik ABD politikası, ABD ve NATO ile Afganistan’daki istikrarı sağlama çabalarında ve onların terörizmle, silah, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı ile mücadele faaliyetlerinde işbirliklerini kolaylaştırmayı hedeflemektedir. Diğer ABD hedefleri, serbest piyasaların, demokratikleşmenin, insan haklarının, enerji geliştirme faaliyetlerinin desteklenmesini, Doğu-Batı ve Orta Asya-Güney Asya ticaret bağlantılarının birleştirilmesini içermektedir. Söz konusu politikalar bu devletlerin, yabancı düşmanı, aşırılıkçı ve daha geniş bölgesel çatışma ve istikrarsızlığa katkıda bulunacak Batı karşıtı rejimlere doğru dejenere olmak yerine, değişik Amerikan yönetimlerinin kabul ettikleri uluslararası toplumun sorumlu üyeleri olmalarına yardım etmeyi hedeflemektedir.” (Nichol 2011a: I)

[6] Kazakistan’ın petrol ve doğal gaz yataklarına 1993-2009 yılları arasında Amerikan firmalarının aptığı toplam doğrudan yatırım 29 milyar dolardır. Bu miktar, ülkedeki tüm yabancı doğrudan yatırımların 1/3’ünü oluşturmaktadır. (Blake 2010)

[7] ABD-Kazakistan ilişkilerinin Sovyetler Birliği sonrası dönemde izlediği seyir, bölgeye yönelik Amerikan diplomasisinde jeopolitik hedefler/doğrudan maddi çıkarlar dengesinin daha ilk günlerden nasıl kurulduğunu gösteren güzel bir örnek oluşturmaktadır. Bağımsızlığını takiben Kazakistan iki temel başlıkla Amerikan dış politikasının gündemine gelmiştir. Bunlardan ilki sahip olduğu nükleer cephanelik, diğeri ise ülkedeki petrol kaynaklarıdır. Amerika’nın bu resme, Rusya’yı merkeze alan bir jeopolitik çerçeveden baktığı, meseleyi ekonomisi orta vadede temelde petrol refahına dayanacak yeni bir nükleer gücün doğuşundan ibaret görmediği anlaşılmaktadır. Amerikalı stratejistlerin nükleer silahlar ve petrol ikilisinin Kazak dış politikasına muhtemel etkilerini, bir dizi senaryo etrafında ele aldıkları düşünülebilir. İlk durumda Kazakistan’ın nükleer güç konumunu korumak isteyeceği tahmininden hareket edilmektedir. Bunun için Rusya ile iyi geçinecek, bu ülkeden alacağı teknik destekle silah sistemlerini çalışır vaziyette tutacaktır. Karşılığında Rusya’ya eski Sovyet askerî alt yapısına ve Kazak petrolüne erişim imkanı sunacaktır. Bağımsız kalma arzusunun ne kadar güçlü olduğu anlaşıldığında devre dışı kalan bu senaryonun diğer versiyonu, yenilenebilecek bir Rus tehdidine karşı nükleer kapasitenin korunmak isteneceği varsayımına dayanmaktadır.

Kazakistan’ın Rus nüfuzundan mümkün olduğunca uzak, ancak aynı zamanda da nükleer silahlardan

arındırılmış bir ülke hâlinde küresel sisteme eklemlenmesini çıkarlarına uygun gören ABD ise, nükleer silahlar ve enerji kaynaklarını söz konusu temel parametreler ışığında anlamlandırdığı başka bir senaryoyu hayata geçirmek için çalışmıştır. Buna göre, Kazakistan’ın nükleer cephaneliğinden vazgeçmesi için en az bu silahların sağlayabileceği kadar etkin güvenlik taahhütlerine ihtiyaç vardır. Söz konusu garantiler sayesinde Moskova’ya karşı eli güçlenecek olan Kazakistan’ın Rusya’yla arasındaki mesafeyi daha fazla açabilmesinin önündeki diğer önemli engel, enerji alanındaki bağımlılıklarıdır. Bunların aşılması ise ancak Kazakistan’ın Rusya’ya ihtiyaç duymaksızın doğal kaynaklarını dünya pazarlarına ulaştırabilmesi ile mümkündür. İşte ABD kökenli petrol şirketlerinin rolleri, Amerikan stratejisine temel teşkil eden mantık zincirinin bu son halkasında ortaya çıkmaktadır. Özel çıkarları temsil eden aktörler, devlet aklının tanımladığı jeopolitik çıkarların tamamlayıcısı olarak bölgeye davet edilmişlerdir.

1990’ların ilk yarısında ABD-Kazakistan ilişkilerinin özetlediğimiz çerçeveye uygun biçimde kurulduğunu görmekteyiz. Nursultan Nazarbayev’in 1992 Mayısında gerçekleşen ABD ziyaretinin ana gündemi ülkesindeki nükleer cephanelik olmuştur. 1994 yılı sonunda ABD, İngiltere ve Rusya, START-

1’e ek Lizbon Protokolü’nü imzalayarak Nükleer Silahsızlanma Anlaşması’na taraf olan Kazakistan’ın güvenliğini garanti etmiş, daha sonra Fransa ve Çin de benzer taahhütlerde bulunmuştur. Bu sırada enerji diplomasisi, nükleer diplomasiyi adım adım izlemiş ve Chevron Tengiz petrol sahasında faaliyete başlamıştır. Kazakistan hükümeti ile Tengizchevroil’i kuran anlaşmaların imzalanma tarihi 1993 yılı nisan ayıdır. Mobile, Exxon ve Amoco gibi diğer büyük Amerikan şirketleri de açılan yoldan ilerleyerek Kazak pazarına girmişlerdir (Nikolaev 2011: 47-63).

[8] Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattı etrafındaki tartışmalar da, özel çıkar/devlet çıkarı ikilemi hakkında ilginç örnekler sunmaktadır. Amerikan yönetimleri, BTC’yi Chevron ve Unocal’ın diğer rotaları ticari bakımdan daha uygun buldukları için itiraz etmelerine rağmen desteklemiştir (Bromley 2007: 82). Öte yandan ise başta Lukoil olmak üzere Rus şirketleri BTC’ye katılmak istediklerinde, onları çekilmeye bizzat Rusya Federasyonu devlet başkanlığı makamı zorlamıştır (Cutler 2007: 103)

[9] Kuzey Dağıtım Ağı ile ilgili gelişmeler için bkz. (Nichol 2011b: 39-40)

[10] Avrasyacılıkla ilgili genel bir değerlendirme için bkz. (Korkmaz 2004/2005: 109–142). Putin Rusyası’nda Avrasyacılığın jeopolitik hedefler doğrultusunda güncellenmesi çabalarına örnek olarak bkz. (Dugin 2003).

[11] Hem Rus Federal Kültür ve Sinematografi Ajansı’nın hem de Kazak Kültür ve Enformasyon Bakanlığı gibi kuruluşların desteklediği Sergei Bodrov’un 2007’de vizyona giren “Moğol” filmi, zamanlaması ve senaryoda vurgulanan unsurlar itibariyle Avrasyacı ideolojinin kültürel temalar etrafında üretimine güzel bir örnek oluşturmaktadır. Renkli devrimlerin Orta Asya’daki etkilerinin en yoğun biçimde hissedildiği dönemde sinemalarda oynamaya başlayan filmde Cengiz Han’ın yasa ve otorite ile ilgili sözleri, bölgede meşruiyet sıkıntısı çeken bazı rejimler için adeta can simidi gibidir. Cengiz Han’ın ağzından sanki Putin konuşmakta, dışardan gelen istilacılara karşı Rusya ve Orta Asya’yı “Avrasya’ya özgü” yönetim biçimlerinin korunması ortak paydasında birleştirmektedir. “Moğol”u, aşağılayıcı Oryantalist sterotipler üzerine kurulu “Borat” filmine karşı Rus ve Kazakların işbirliğiyle verilmiş “Asyalı” bir cevap olarak da görmek mümkündür.

[12] Örneğin Rusya, Kırgızistan’ın güneyindeki Oş şehrinde Ortak Güvenlik Anlaşması Örgütü tarafından

2009’da kurulan Müşterek Operasyonel Mukabele Kuvvetleri kapsamında bir üs açmak istediğinde kendisine şiddetle muhalefet eden bölge ülkesi, daha iki yıl önce ABD’den algıladığı tehdit yüzünden kendisine yaklaşan Özbekistan’dı. (Bohr 2010: 117)

[13] Avrupalıların direnmeleri yüzünden Orta Asya’da ortak çıkarlara dayanmasına rağmen akamete uğrayan Amerikan çabaları bulunmaktadır. Örneğin 2007’de ABD, Asya Kalkınma Bankası’nın Orta Asya Bölgesel Ekonomik İşbirliği programını, AB ve Japonya’nın katılımıyla genişletmek istediğinde, Amerikan liderliği altında hareket ediyor gözükmek istemeyen Avrupalıların itirazıyla karşılaşmıştı. (Feigenbaum 2011: 38)

Yazar
Mehmet Akif OKUR

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen