“Atatürk’ün Milliyetçiliği” Etrafında Bazı Düşünce, Duygu ve Duyarlılıklar

Tam boy görmek için tıklayın.

Devlet politikalarımızda, Cumhuriyetimizin temel dayanak ve ilkelerinde, hemen tüm sosyo­kültürel etkinlik ve anlayışlarımızda, hattâ millî, İnsanî, vicdanî değer ve yargılarımızda yer alan bir kavram ve kanaat olarak “Atatürk” ve “Ata­türk milliyetçiliği”nin ulusal ve uluslararası plat­formda, çağdaş, ileri, güçlü, millî ve İnsanî bir dünya ve hayat görüşü ifâde ettiği, hepimizce bilinmektedir.

Ancak, bu dünya görüşünün, Atatürk etrâfında ortaya konulan kimi görüş, düşünce ve uy­gulamalarla rencide edilmekte olduğu, çığırından çıkarılmak, saptırılmak süratiyle geriye döndü­rülmek istendiği de, durmadan ve özellikle bu günlerde daha şiddetli gözlediğimiz, temel so­runlarımızdan birini teşkil etmektedir. Bundan dolayıdır ki, Cumhuriyet hukukumuzda bazı özel düzenlemeler yer almıştır. Ülkemizi çağdaş uy­garlığın maddî ve manevî tüm hizmetleri, ola­nakları ve değerleriyle tanıştıracak olan bu ileri dünya görüşüne bir gün, mutlak karşı çıkacakla­rın olabileceği düşünülerek, bunlar için cezaî uygulamalar öngörülmüştür. Çünkü, mesele çok ciddîdir. Türkiye ve Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği ile ilgilidir- Çünkü eğer bir ülkede böyle bir dünya görüşüne karşı çıkanlar var ve bunlar bunu, çoğu kere Atatürk’e ve Cumhuriyete saldı­rarak yapıyorlarsa, o zaman gittikçe sosyalleşme görüntüsü veren bu saldın karşısında, hukukî müeyyidelere baş vurmak bir mecburiyet olur.

Çoğu kere ütopik, bâzan da safsatalarla süslü bu öbür dünya görüşünün “a social, anti social ve humaine” tutumunun, patolojisine gir­mek, elbette, burada mümkün değildir.

Ortaçağın bir nevi Hristiyanları gibi, ruhanî ve ruhbânî bir hayat uğruna, bu dünyayı hor ve hakîr gören, ona günahlarla dolu âdi, aşağı, pis bir yer olarak bakan, dünyadan ve aydınlıktan kaçarak, mâbetlerin loş ve karanlık dehlizlerine, yer altına, karanlığa ve gizliliğe sığman, bir baş ruhanî ve ruhbanın irâdesinde ikbâl, mevki, ma­kam, post, menfaat ve cennet hayal ve özlemle­riyle şartlanan, dünyadan kaçtığı ve korunduğu nisbette, içini dünya hasret ve özlemiyle dolduran ve böylece dünyayı tutkuyla kalbinde putlaştırıp mabut edinen, bilgide cehâlete, imanda şiddete, örgütlenmede ise, sadâkata ve itaata yönelen yığınları, toplulukları kendi emelleri için kulla­nan patalojik bir cereyanın etüdünü yapmak, öyle zannediyoruz ki, özellikle din psikologlarımızın başta gelen görevleri arasında bulunmaktadır.

Nitekim, İnsan Ruhu Üzerinde Gezintiler adlı eserinde değerli düşünür ve psikologlarımız­dan M. Şekip Tunç, böyle karmaşık, patolojik yığınların psikolojisini, onların davranış ve tepki biçimlerini, hangi kavram ve telkinlerden etki­lenmekte olduklarım ve nasıl itaata mecbûr edil­diklerini vb. çok ince analizlerle göstermiş bulu­nuyor. Esâsen son yüzyıllarda felsefenin, sosyolo­jinin, psikolojinin başka boyutlarda şahlanması­nın ve özellikle din felsefesi, sosyolojisi, psikoloji­sinin bu bağlamda, gelişmesinin nedenlerinden biri de dünyanın, insanın ve insan ruhunun artık, farklı algılanması gereği olmalıdır. Allah’tan ki, bir çok doğu ve İslâm ülkelerine kıyasla, saydığı­mız bu alanlardaki konular, ülkemizde daha çok tartışılmakta, irdelenmekte ve inşallah doğru yolda devâm etmektedir. Bunda da hayır olduğu­na inanıyoruz.

İşte ülkemizin temel sorunları arasında yer alan “milliyet”, “milliyetçilik” özellikle de, “Ata­türk milliyetçiliği” anlayışları ve uygulamaları da, farklı dünya görüşlerinin dile getirildiği bir plat­form oluşturmakta ve bu konularda muhtemel sapmalar olmasın diye, en azından yasalarımızda, “Atatürk milliyetçiliği”nin altı kesinlikle çizilmiş bulunmaktadır. Aşağıda biz, “Atatürk milliyetçi­liği” etrafındaki bazı duygu, düşünce ve duyarlı­lıklarımızı, mümkün olduğu kadar Atatürk’ün ruhuna, esprisine ve heyecanına sokularak, ifâde etmeğe çalışacağız.

Hepimizin bildiği üzere, “Atatürk milliyetçi­liği”, iki temel kavram içermektedir:

Bunlardan birisi “Atatürk”, diğeri de “Atatürk milliyetçiliği”dir. Atatürk milliyetçiliği derken de her hangi bir milliyetçiliği değil, Atatürk’ün milliyetten, milliyetçilikten ne anladı­ğını, dikkate almamız gerekiyor. Demek oluyor ki, milliyet ve milliyetçilikle ilgili sayısız kuram, görüş ve doktrinler arasında bir de bizzat Atatürk’ün görüşü, anlayışı ve uygulaması olma­lıdır ki, biz buna, Atatürk milliyetçiliği diyebile­lim. Aşağıda biraz bu konu üzerinde durmaya çalışacağız.

Hemen belirtelim ki, felsefe ve düşünce ta­rihleri gösteriyor ki, doktrinler ve dünya görüşle­ri, genel olarak dört başı mâmûr sistematikler içermiyebiliyor. Ancak bunlar, her zaman fantas­tik safsatalar da sayılmıyorlar. Bu nedenle, ger­çek bir dünya görüşü içeren bir doktrin, sistema­tik olmasa da iknâ ve kanıtlar taşıyabiliyor. Baş­ka bir ifâdeyle, “Atatürk”, oturup ta bir Ziya Gökalp gibi, Türkçülüğün Esasları, bir Mehmet İzzet gibi Milliyet Nazariyetleri ve Millî Hayat veya İsmail Hakkı Baltacıoğlu gibi Türk’e Doğru vb. milliyetçiliği başlıbaşına ele alan bir kitap, bir eser vücûda getirmiş değildir. Ama o, yazıları hitâbetleri, konuşmaları, düşünceleri, sezgileri, demeçleri, hayal ve tasavvurları, niyetleri, başa­rılan, zamânın gidişâtını dolduran hâdiselere bakışları, yorumlan, kısaca bütün bunlar aracılığı ile verdiği genel mesajlan vb. ile çağdaş bir ulus, bir insanlık, bir devlet ve dünya görüşü ortaya koyabilmiştir. Bize düşen işte, bütün bunlardan bir “Atatürk Milliyetçiliği” doktrini çıkarabilmek, inşâ edebilmek ve böyle bir doktrini içimize sindirebilmektir. Ancak bu tarz bir çalışma, milliyetçi­likle ilgili tüm kuramları ve dünya görüşlerini gözden geçirmemizi, karşılaştırma yapmamızı ve belki de onu, iyice güncelleştirmemizi gerektirir. Bundan başka bir zorlukta şudur ki, ülkemizde milliyetçilik konusunda düşünenlerin ve eser verenlerin çoğunun, bu kavramı daha çok siyasal ve ideolojik olarak anlamaları, anlatmaları ve buna alışmış olmalarıdır. Halbuki, “milliyet ve “milliyetçilik” üzerinde ciddî, bilimsel ve kapsamlı eserlere ve görüşlere baktığımız zaman gerçekten görürüz ki; vatanın, milletin, halkın, ırkın, kavmin, ümmetin, devletin, feodalizmin, imparator­luğun, hanedanlığın, demokrasinin, laikliğin, hukukun, ahlâkın, dinin, iktisadın, san’atın, tari­hin, coğrafyanın, iklimin, zihniyetin, gelenek görenek, kültür ve uygarlığın, bilimin, teknoloji­nin, diğer maddî ve spiritüel gerçeklerin, seciye­nin, mizâcın, karakterin, eğitimin, siyasetin, vb. milliyet ve milliyetçilikle yakın ilgi ve ilişkisi vardır. O halde bu iki kavramın içini, yukarıdaki öğelerden herhangi birini dışarıda bırakarak veya ihmal ederek doldurmamız mümkün değildir.

İşte çağımızda “milliyetçilik” in doktriner ve gerçek bir dünya görüşü olmasının nedeni de budur. Çünkü o, aynı zamanda bir medenî hayat tarzıdır, bir duygu, düşünce, iş ve aksiyondur. Azimdir, irâdedir, inançtır, sorumluluktur, milli­yetperverliktir, milletin menfaati için hizmettir. Bunun için mücâdeleyi bırakmamak, yıkılmamak, inat ve ısrarla buna devâm etmektir. Milleti hiç­bir nedenle kandırmamak, aldatmamak ve unut­mamaktır. Bütün bunları yapmaya kendini gö­nüllü bir şekilde mecbûr hissetmektir, bilmektir. Milletleşmektir. Barış, huzur, refah, yükselmek ve ileri gitmek için milleti millet ve insanlık için hazırlamak, o noktaya getirmek ve bu yolda şaha kaldırmaktır.

Neden? Çünkü artık “Bugün Allah için ne yaptın?” sözü yerine herkesin evlerinde, işyerle­rinde, çarşılarda, pazarlarda yukarılarda tuta­cakları; “Bugün millet için ne yaptın ki, Allah rızasını kazanmış olasın” vecizesi, baştacı sayılmaktadır.

Herkes artık, ailesine milletine, halkına, in­sanlığa hizmet edebildiği, onların refah, mutluluk ve güvenini sağlayabildiği, bunun için var gücüy­le, çalışmaya, düşünmeye, yaratıcılıklarda bu­lunmaya, keşfetmeye uğraştığı ölçüde, daha da vicdânî, manevî, İnsanî ve İslâmî bir yolda olaca­ğına inanmaktadır.

“Halka hizmetin Hakka, Allah’a hizmet” de­mek olduğunu tevârüs eden bir seciyenin, kültü­rün mensuplan olarak İslâmî ve diğer din ve inançları dâima millî hayatının içinde bilen, gören ve tarihinde tecrübe eden bir milletin fertleri, yurttaşlarıyız. İnanıyoruz ki, Allah’a giden yollar çoktur. (Etturuku ilallahi kesiyra) İnsan ülkesine, yurttaşlarına ve insanlığa bir nevi hizmet tariki demek olan milliyetperverlikle de ülkesini, mille­tini severlikle ve bunun için ona samimi bir şekil- de hizmet etmekle de, Allah’a gidebilir, onun rızâsını kazanıp, insanlık hizmetinde olabilir. Böylece İslâm’ın da yücelttiği İnsanî bir insanîyetciliğe yükselebilir.

Dilimize Arapçadan geçen “millet”, “ümmet”, “ırk”, “kavim” vb. sözcüklerin hepsinde, “dinî birlik, topluluk” anlamı gizli değil midir? Bu da gösteriyor ki, millete hizmet aynı zamanda İslam’a hizmet demektir. Çünkü, yurdunun yurt­taşlarının hayrına iyiliğine çalışmak, ülkesinin selâmetini istemek, sadece beşerî haysiyetin bir gereği değil, aynı zamanda onun en doğal bir sonucudur. Ama bu konuda da bencilleşmemek ve benlik psikozuna girmemek için, her halde dik­katli olmak gerektiğini, tarihin şahitliğinden çıkarmak mümkündür. Bu önemli hastalığa düş­memek ve düşenleri de kurtarabilmek ve onlara yardımcı olabilmek için, bakınız Atatürk ne diyor. Onun aşağıdaki sözleri, Türk milletinin tevârüsen sakladığı temel ruhu, ne güzel yansıtıyor: “Gerçi bize milliyetçi derler. Fakat biz öyle milli­yetçileriz ki, bizimle işbirliği eden bütün milletlere hürmet ve riâyet ederiz. Onların bütün milliyetlerinin icaplarını tanırız. Bi­zim milliyetçiliğimiz herhalde bencil ve mağrurca bir milliyetçilik değildir.”

Çünkü, “Türk Milleti millî duyguyu, diiıî duyguyla değil, fakat İnsanî duyguyla yanyana düşünmekten hoşlanır. Vicdanında, millî duygular yanında, İnsanî duygunun şerefli yerini dâima muhâfaza etmekle ifti­har eder. Çünkü, Türk milleti bilir ki, bugün medeniyetin büyük yolunda (şahrahinde) bağımsız, fakat kendilerine muvâzi bütün milletlerle karşılıklı İnsanî, medeni münâ­sebetler elbette inkişâfımızın devâmı için lazımdır. Ve yine bilinmektedir ki, Türk milleti her medenî millet gibi, geçmişin bü­tün dönemlerinde icad ve buluşlarıyla me­deniyet âlemine hizmet etmiş insanların, milletlerin kıymetini takdir ve hâtıralarını saygıyla anar. Türk milleti, insaniyet âlemi­nin samimi bir ailesidir.”

Görülüyor ki, “Atatürk milliyetçiliği” sanıldı­ğı gibi sâdece batıcı, îslâmcı, ırkçı, Osmanlıcı vb. yanlı; sâdece siyasî, ideolojik, ya da ulusumuzun birliğine ve dirliğine, dünyanın gidişâtma, uygar­lığa aykırı bir milliyetçilik olmayıp, beşerî, İnsanî değerlere dayanan, dolayısıyla insâniyete ye insâniyet âlemine açık, samimi, saf, temiz, duru ve doğal bir milliyetçiliktir.

Dolayısıyla, milliyetçilikte dâhil bir çok ko­nularda Atatürk, oturup bir eser yazmadı diye onun dünya görüşünün doktriner olmadığını1, iknâ ve kanıt içermediğini söylemek hakkını kendi­mizde göremeyiz. Bugünün siyasileri, devlet a- damları, ilgililer ve yetkilileri de öyle yapmıyorlar mı? Küreselleşme gibi demokrasi, laiklik, özgür­lük, insan hakları, adâlet, vb. konularda durma­dan konuşuyorlar da, hangisi empoze ettikleri bu kavramların içini, tam anlamıyla doldurabiliyor ve onları sistemli bir şekilde bize kabul ettirebiliyorlar? Siyaset ve devlet işlerinde, milletin vebâlini üstüne alan bir çok bilim adamlarımız bile, Atatürkçü sistematik üzerinde çalışmaktan, çoğu kere uzak kalıyorlar.

O halde, Atatürk te neymiş diyenlerin, o ar­tık geride kaldı, bize yetmiyor diyenlerin en azın­dan, Atatürk’ün yukarıda gördüğümüz metindeki kadar, millet ve insaniyet dâvâsına sâhip çıktık­larını gösteren görüşlere ve zarâfete ulaşmaları gerekmektedir.

Atatürk aşılmalıdır diyenlerin, ancak bu takdirde onun düşüncelerini ve duygularını ileri­ye götürebilmeleri mümkündür.

Bu şöyle dursun, onun ne amaçla söylediğini bile bile bilmez gözüküp, sözlerini kendi emelleri­ne alet etmek için, neredeyse onu bölücü göstere­cek derecede sinsi ve şeytan bölücülere rastlamı­yor muyuz? Örneğin, Atatürk, “Ne mutlu Tür­küm diyene” veya “Türk öğün, çalış, güven” derken o zamanki şartlarda pek tabii olarak, Türk yurdunda, Türkiye Cumhuriyeti’nin hüküm sürdüğü topraklarda, bayrağımız altında yaşayan tüm yurttaşların bir gün göğsünü gere gere, be­nim ülkem burasıdır. Türkiye’dir benim vatanım. Bu ülkenin yurttaşı olmaktan gururluyum, mut­luyum diyebilmeleri amacını güderken, bunu içine sindiremeyenler güya millî birlik adına, bu sözleri kendi emellerine alet etmiyorlar mı? Onun Türk milleti sözüne tahammül edemeyecek ve nimetlerinden bol bol yararlandığı halde, borçlu bulunduğu yurdunun vatandaşlığından rahatsız olabilecek derecede, kendini yabancı gören ve hissedenlerin, hiçbir değer ve millî mukaddesat tanımadan, kozmopolit internationalistlerin kuca­ğına iç ve dış desteklerle nasıl düştüklerini, nere­den ve nasıl beslendiklerini görmemek ve bundan gâfil olmak, milletini ve millî birliğini gerçekten seven ve düşünenlere yakışır mı?

Ayakta durabilmesi için, Türkiye’yi her defa­sında çırpınmaya mecbûr edenler, ulusumuzu devletimizden ve halka hizmet demek olan devle­timizi de, ulusumuzdan ayrıştırma emelleriyle fitne, fesattan medet umanlar, oyunlarını çoğu kere, insan haklan, demokrasi, halkın milletin arzusu vb. kavramlara dayandırarak ve onları bir takım şekillere, güya kutsal kalıplara büründüre­rek bunlan siyasileştirmek, sosyalleştirmek ve böylece karanlık düşüncelerini bir ideoloji haline getirerek, ütopyalara bağlamak istemiyorlar mı? Bunun için de esasen kendilerinde olmayan milli­yet duygularını, milletin ihtiyaç, huzur ve refahı­nın kendi menfaat ve çıkarlarının ötesine atmı­yorlar mı? Vatansız olmayı, bir vatanı olmaya tercih edip “Doyduğun ve dinini, davanı yü­rütebildiğin her yer senin vatanındır” diye­rek, dünyanın her yöresinde, ailesinin mâişeti, rızkı için yollara düşen, gurbet kahrı çeken va­tandaşlarımızın, kutsal kazançları ile öz vatanla­rı arasındaki bağlan koparmaya, onlann maddî, manevî güçlerini şu ya da bu adla sömürüp, saptırıp, menfaatlarına kullanmaya çalışmıyorlar mı?

Allah, tarih ve millet tarafından bu toprak­larda var olmuş, kaderi böyle çizilmiş yurttaşla­rımızın sahip oldukları İktisadî, siyasî, kültürel dayanışmacılığının, birikimlerinin ve kimliğinin karşısına türlü yol ve kimlikler çıkararak, gûya hak ve hukuk adına, international platformlarda, davâlarının kahramanı gözükme şovlarına giriş­miyorlar mı?

Bununla da kalmayarak, olup bitenler ara­sında “Ne tehlike varmış canım”, “Bütün bunlar, birer vehim ve kuruntudan ibârettir, resmî ideo­lojinin dayatma ve baskısıdır” vb. iddialarla, mü­câdelelerini gûya meşrû göstermek, halka şirin gözükmek amacıyla her gün, halkın hoşlanabile­ceği bir kılığa bürünmüyorlar mı?

Burada söylenemeyecek diğer safsatalar, id­dialar, Atatürk’ün şahsına varacak kadar hakâretler, Cumhuriyetimizin haysiyetini kinci söz ve fiiller, bu başka dünyacı, karanlıkçı, ütopyacı ve ideolog şovmenler tarafından milletin sinesinde, demokrasiden yararlanarak tepeye, devlete, ikti­dara doğru, yürütülen dayatmacı bir takım kam­panyaların sonuçlan değil midir?

Bu ideologlar, sessiz ve mutî olduğu nisbette, dilsiz şeytanlığı başarabildiği ölçüde, insanımıza, devlette, kamuda bir takım kadrolar vâdederek, bunu onlara sağlayan ikbâl sâhibi ikbâlcilerin ne kadar makbûl ve mûteber tutulduklarını propa­ganda ile yaymaya ve sağlamaya çalışmıyorlar mı? Bu ve benzerî örnekleri çoğaltmak mümkün değil mi?

Peki, milletimizi ve ülkemizi kaostan fayda­lanmak için kaosa götürmeyi hiçbir zaman elden bırakmayan dünyaya tapan bu öbür dünyacılar, bunca gözyaşlarına, ızdıraba, kanlara, kanunlara rağmen, bitip tükenmek bilmeyen bu mücâdeleyi, ne için yapıyorlar? Ellerini neden bu ülkenin, milletin üstünden çekmiyorlar? Ne istiyorlar ve istedikleri her neyse bunlar, bu şeyin ne olduğunu biliyorlar mı? Eğer bilmiyorlarsa, bilmedikleri bu şeyi bu kadar nasıl şiddetle isteyebiliyorlar?

Bakınız aynı durum ve oyunların cereyan et­tiği günlerde, daha Cumhuriyetimizin kuruluşu­nun hemen iki ay öncesinde, mütevâzı bir düşü­nürümüz Mehmet İzzet, Milliyet Nazariyeleri ve Millî Hayat adlı kitabında, tarihin hemen her döneminde görülen bu muammaya, nasıl ışık tutuyor:

“İnsanlığın faciası, azameti (büyüklüğü) de, sefaleti de, (alçaklığı, sefilliği) hep şundan: Yaşar­ken düşünmeğe mecburuz. Fakat düşüncemiz yalnız vâsıtalarımız hakkında bizi tam aydınla­tabilir. Gayelerimizi anlamaya, onların kıymet ve hakikatini ölçmeğe gelince, bu arzı ekseriya insa­na yabancıdır… (ama) Onlar vardır ve insan on­lara yandan, ileriden, geriden çeşitli hücumlarla hattâ kendi kısa hayatında başaramayacağından emin olduğu halde, ulaşmaya çalışmalıdır.”

Demek ki, asıl dünyaperest öbür dünyacılar da, bir gâye için mücâdele ediyorlar. Ancak, bun­ları anlamakta düşüncemiz her zaman kâfi gel­miyor. Sadece anlayabilmek için onları eleştirme hakkımız var. İşte bu makaledeki eleştirel duyar­lılığımız ve heyecanımız da bu gâyeleri anlama isteğimizden gelmektedir.

Öyleyse daha iyi anlamak için, Atatürk’ün a- şağıdaki şu metnine bakmamız gerekiyor,

“Türkiye’nin bugünkü mücâdelesi yal­nız kendi nâm ve hesâbına olsaydı, belki daha kısa, daha az kanlı olur ve daha çabuk bitebilirdi. Çünkü savunduğu, bütün maz­lum milletlerin, bütün doğunun davasıdır. Bunu nihâyete getirinceye kadar Türkiye, kendisiyle birlikte olan Doğu milletlerinin berâber yürüyeceğinden emindir… Millî sınırlarımız içinde bağımsız yaşamak istiyo­ruz. Bu meşrû emelimizi elde etmek için uğraşıyoruz. Şu kutsal mücâdele de milleti­miz, tslâmın kurtuluşuna, dünya mazlumla­rının refahının artmasına hizmet etmekle iftihar etmektedir.”

“Bugün günün ağardığını nasıl görüyor­sam, uzaktan bütün doğu milletlerinin uya­nışım öyle görüyorum… Bu milletler, bütün güçlüklere rağmen, muzaffer olacaklar ve kendilerini bekleyen geleceğe ulaşacaklar­dır. Sömürgecilik ve emperyalizm yeryü­zünden yok olacak ve yerlerine milletler arasında hiçbir renk, din ve ırk farkı gözet­meyen bir ahenk ve iş birliği çağı egemen olacaktır.”

İşte Atatürk’ün Türk milletinin, doğunun, îslâmm, bütün cihanın sulhü, selâmeti için çar­pan yüreği ve mukaddes dâvâsı. İşte onun “Yurt­ta Sulh Cihanda Sulh” olan mübârek gâyesi. İşte “hazır ol cenge istiyorsan sulh ü salah” sözünde gizli milliyetperverliğinin amacı.

Amaç millete hizmeti unutmadan, vurdum­duymazlığa düşmeden, uygarlık yolunda katettiğimiz mesâfeyi, ulusal ve uluslararası platformda kazandığımız prestiji sarsmadan yur­dun ve cihanın sulh ve selâmeti için her gün yıl­madan yolda yürümek, ancak bencilliğe düşüp millî başarılarımızın sarhoşluğuna kapılmamak.

Dolayısıyle Atatürk milliyetçiliği öyle bir milliyetçiliktir ki, onu bir çırpıda okuyup geçenle­yiz. Bir çırpıda kuru kuruya öğretip bitiremeyiz. Çünkü o, her şeyden önce okuyup öğrettiğimiz bilgilerin, ilkelerin aynı zamanda duygulan, he­yecanlan, özlemleri ve idealleridir.

Ruhumuzda inanç ve gâyelerimizin heyecanı, duygulan olmadıkça, bilgilerin içimize sindiril­mesi mümkün değildir. Atatürk ve “Atatürk mil­liyetçiliği” gibi kavramlar geçtiğinde veya her defasında söz konusu olduğunda aleıjiye yakala­nıp, vücûdunu kabarcıkların sardığı rahatsız bir insan gibi olmak, ne kadar hazin! Yumurta do­kunmuş gibi, her yanını kabarcıkların sardığı bu rahatsız insanın aklı o an için, rahatsızlığını bir ilaçla tedâviden öteye ne kadar gidebilir? İnsan ömrü ise sürekli allerjiyle geçmez. Tam bir tedâvi ve belki de sürekli tedâvi gerekir. Bu da ulusal ve uluslararası planda, “Atatürk Milliyetçiliği”nin sâdece bilgilerini değil fakat bu milliyetçiliğin duygu ve heyecanlarını kazanmakla ve taşımakla olur. Çünkü psikologlar gösteriyorlar ki, insanın duygu ve heyecanları akıldan ve akim ürünü olan bilgilerden, onların tartışılıp araştırılıp doğru­lanması gibi, bir yığın işlemlerden daha yakın ve samimidir.

Çünkü insan ruhu, akıl ve irâde gücüyle ka­rar verinceye, doğruyu elde ettiğine kâni oluncaya kadar, dâima duygularıyla berâberdir, onlarla haşhaşadır. Aklî ve iradî karardan sonradır ki, yavaş yavaş duygularının şiddetini ve mantığını düzenler, onları söndürür veya canlandırır.

O halde, milliyet ve millete hizmet karar ve irâdesi önce duygularla oluşan ve sonra da ancak akıl ve düşünce yoluyla düzenlenebilen işlemler içerir. Tıpkı dinde iman nasıl amelden önce gelir­se, bunun gibi milliyet duygu ve inancı da milli­yetçilik gibi kuru bir şekilden önce gelir. Ancak böyle saf, temiz, duru ve doğal bir inanç ve duy­gudur ki, milleti için gerekli tüm hizmeti, refahı, mutluluğu ve güveni zorunlu kılar. Bu zorunluluk ise, millî ve manevî vebalden gelir ve devlet siya­setiyle bütünleşir. Çünkü Atatürk’e göre, “Mille­tin varlığını devam ettirmek için, fertleri arasında düşündüğü müşterek bağ, asırlar­dan beri gelen şekil ve mahiyetini değiştir­miş, yâni millet dinî ve mezhebî bağlantı yerine, Türk milliyeti bağı ile fertlerini top­lamıştır.”

Demek oluyor ki, millet gibi, Türk gibi kav­ramlardan allerjiye kapılanların buna neden olan sorunları gidermek için, mutlaka Atatürk’ün hayatını, duygu düşünce ve projelerini en azından etüd etmeleri, bitaraf bir şekilde ve ona insafla ve vicdanla bakmaları yeterli olacaktır. Ne hazin şeydir ki, bunu insafla, vicdanla ve insanca yap­mayanlar, insanlık adına gûya insaniyetçilik dâvâsını güdüyorlar. Hangi dava ve hattâ din, iyi bir insan olmak için insanlığı yücelten din ve dâvâlardan daha büyük olabilir? İnsanın kendi mensûbu bulunduğu milletini böyle yüksek bir mertebe için hazırlaması kadar mukaddes başka hangi dâvâsı olabilir, eğer onun dâvâsında insan ve insanlık değerleri söz konusu ise?

Dünyalarını, mâmûr ve müreffeh kılmak i- çin, iştahlarını tatmin etmek, hayatlarını düzene koymak için, bilim ve teknolojiye dört elle sarılan, hattâ ona tapacak derecede bağlanıp neredeyse mukaddesatını unutanlar, Atatürk’ün “Hayatta en hakiki mürşit ilimdir” sözünü bir yana ite­rek, mürşitlerini başka yerlerde aramaları, bilimi savunup ondan başka mürşitler edinmeleri kadar, büyük çelişki olur mu? Doğruluğuna rağmen Atatürk böyle dedi diye bu sözü hafife almak başka mürşitler adına da olsa, haysiyetli hangi erbâbı ilme ve dine yakışır? Hangi filozof, hangi âlim, hangi velî vb. vardır ki, mürşitlerinin ilim olduğunu inkâr eder? Edemez çünkü, Allah’ın en yüce sıfatlarından biri ilimdir.

Bu ne biçim dindir getirdin diyerek, yüce Peygamberi bugün neredeyse hesaba çekecek kadar ileri gidebilecek mürşidsizlerin, kendilerine ve insanlığa verecekleri şeyin ne olduğunu bilme­ye gerek var mı? Bakınız Atatürk’ün peygambe­rimiz hakkında şu sözüne: O, Allah’ın birinci ve en büyük kuludur. Onun izinde, bugün milyonlarca insan yürüyor. Benim, senin adın silinir, fakat sonuca kadar o ölümsüz­dür.”

Ölümsüzlüğü farkederek millet yolunda azimle ilerleyenlerin, millet katında, ölmüş sayıl­maları kolay mı? İnsanın milletine hizmeti, onun için mücâdele etmesi, akımın fikrinin milletin ve insanlığın huzur ve refahında olması kadar tam bağımsızlığa giden yol ve fedakarlık var mıdır? Bu fedakârlığın karşılığını kat kat milletten çı­karmak mı gerekir? “Her ne sûretle olursa olsun, millete hizmet edenler, milletten bü­yük mükâfatlar intizar ediyorlarsa, katiyen doğru bir harekette bulunmuş olmazlar. Milletten çok şey talep etmemeliyiz. Hizmet edenler, vazifelerini îfâ etmiş olmaktan baş­ka bir şey yapmamışlardır.”

Çünkü bugünkü savaşmaların başka bir ga­yesi daha vardır. O da gerçekten millet-devletin tam bağımsızlığıdır. ‘İstiklâli tam, ancak malî bağımsızlıkla mümkündür. Bir memleketin mâliyesi, bağımsızlıktan mahrum olunca, o devletin bütün hayat kollarında bağımsızlık felç olur. Çünkü bir devlet organı, ancak malî kuvvetle yaşar. Malî bağımsızlığın ko­runması için ilk şart, bütçenin İktisadî yapı ile uygun ve denk olmasıdır. Binaenaleyh devlet bütçesini yaşatmak için, dışarıya mürâcaat etmeksizin, memleketin gelir kay­naklarıyla idâre edilmesi çare ve tedbirleri­ni bulmak lâzım ve mümkündür.”

Görülüyor ki, millet sevgisi, Atatürk’te, Mecnun’un Leyla’ya olan sevgisi gibi değildir. Başka deyişle milleti sevmek için Mecnun olup çöllere düşmek millet millet; halk halk diye bağırmakla milleti gerçekten sevmek arasında fark vardır. Mecnun Leyla’sını Tanrılaştıracak kadar yücelere çıkarabilse de, bugünün millet hayatında, milleti, halkı Tanrılaştıracak kadar yüceltmek, onun güzelliğini zevkle temâşa etmek, büyüklüğünden sarhoş olup deli dîvâne olmak, gerekmiyor. Yur­dumuzu, ulusumuzu, Mecnun’unun Leyla’sını sevdiği derecede seviyorsak, güzelliğine hayran kalıp seyre dalmak yerine, onu insanlığa yakışa­cak bir şekilde hizmetle daha da güzelleştirelim, süsleyip bezeyip üstüne nazarlıklar takalım ki, kem gözler değmesin, halkının, insanının edeple süslenmesinden büyük zevk duyan bir kültürün vârislerinin, ülkesinin milletinin çirkinlikleriyle yaşamasına hoşgörü ile bakması kadar, büyük tezâd olur mu? Gerçi seven için çirkinlik yoktur ama, bu ruhlarımızda hiçbir zaman güzellik ar­zularını köreltecek bir neden değildir. Dolayısıyla ülkemizi milletimizi seviyorsak, ister istemez onun çirkinliklerine de katlanacağız ama, bu hiçbir zaman bizim hakikat, hayır ve güzelliği elden bırakmamızı gerektirmez. İşte bunu elden bıraktığımız zamandır ki, yurdumuza milletimize hizmet yolundan ve sorumluluğundan uzaklaşmış oluruz. İnsanlık ise, kendi kaderini sorumsuzlu­ğa, tarihin hiçbir döneminde, terketmiş değildir.

Birçokları belki araştırmaya muhtaç olan bu sübjektif kanaat ve duyarlılıklarımızı ifâde et­mekle, eğer Atatürk’ün millet ve milliyetçilik anlayışına bir şeyler katabildiysek, o bitmez tü­kenmez hâzinenin, o büyük dehânın 2000’li yıl­lardan ruhunu şâd edebildiysek ne mutlu bize. Yine de itiraf etmeliyiz ki, “Atatürk milliyetçiliği”nden söz etmek, ancak Atatürk gibi düşünmek ve duymakla olur. Biz sâdece onunu duygu ve düşüncelerine sokulmaya çalışarak, bazı duyar­lıktan, bu makâle çerçevesinde dile getirmeye çalıştık. Bu vesileyle de olsa bir daha anladık ki, Türkiye ile Türkiye Cumhuriyeti ve Türk mille­tiyle ve insanlık âlemiyle, bugün çok daha yüce­lerde tutulan Atatürk, öyle boş yere büyük ve önder olmamıştır. Çünkü Z. Gökalp’in belirttiği gibi, bizim için dün de, bugünde düşünmek ne de olsa kolaydır. Hele konuşmak, söylemek, daha da kolaydır. Fakat yapmak, hizmet etmek ve özelliklede, ölü veya canavarların elinde ölmek üzere olan bir canı, bir milleti ayağa kaldırmak, onun kurtuluşu için ne lâzımsa onu yapmak ne kadar güçtür. Gerçekten işte bundan dolayıdır ki, Ziya Gökalp’in ifâdesiyle “Bu büyük dâhiyi bütün dün­ya, Gâzi Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) adını, kudsi bir kelime sayarak her an hürmetle anmak­tadır”

Kurduğun Cumhuriyetin evlâtlarından biri olarak ey M. K. Atatürk, bizden de sana minnet ve tâzîmler olsun.

 

Prof. Dr. Coşkun DEĞİRMENCİOĞLU
Not: Bu makale ilk önce 2000 yılında, Türk Yurdu Dergisi’nin 160. Sayıda yayımlanmıştır.

Yazar
Coşkun DEĞİRMENCİOĞLU

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen