Babaannemden Yörük Sözleri

kirmizilar.com

Babaannemden Yörük Sözleri

Mustafa SARI
Post Yayınevi

Yazan: Burcu BOLAKAN

 

Yaşadığımız şehirde bizler sanki kapalı bir kutunun içinde büyümüştük. Sadece kendi köyümüzü bilir ve belki de tüm dünyayı bu köyden ibaret zannederdik. Okuyor olmanın faydası işte bu noktada oldukça önemlidir. Milletleri, insanları ve farklı coğrafyaları kitaplardan öğrenerek hayata başladık diyebilirim. Daha sonra da merak duygusu, okuduklarımızı görmek de istememiz gibi sebeplerle memleketimizi tanımak adına kendi çapımızda seyahatlere çıkmaya başladık. Öncelikle yaşadığım şehirden bahsetmem gerekir, Bursa’nın epeyce bir köyüne gitmiş ve bu köylerde gözlem yapma şansım olmuştur. Bizler Balkan Türkleriydik; birlikte aynı şehrin bir yerleşim merkezinde yaşadığımız için dışarıdan nasıl algılandığımızın farkında değildik. Balkan Türkleri arasında da Selânik ve civarı şehirleri ya da köylerinden gelenler için bir ayrım söz konusuydu. İnsanlar genelde memleketimiz dediğimiz Balkanlardan aynı şehirli hatta aynı köylü ile daha çok kaynaşır ve kız alıp vermek isterdi. Bir de Balkanlardan göç eden Arnavutlar, Boşnaklar vardı ki onlar da yine Balkan Türklerinin hepsini tutmak ve saymakla birlikte kendi içlerinde daha çok kaynaşır ve mümkün mertebe kız-oğlan çocuklarını Arnavut ya da Boşnaklardan evlendirmek isterlerdi. Böylelikle herkes kendi iç özünü koruduğunu düşünüyordu. Arnavut ya da Boşnak bir dedeye-neneye sahipseniz ve aynı zamanda Selânik ve civarından gelen atalara sahipseniz bile hangi tarafı daha çok seveceğinize karar vermeliydiniz ve o tarafla daha fazla içli-dışlı olmalıydınız. İnsanlar birbirlerini tutarlar (sayarlar) ve severler yalnız dediğim gibi kendi içlerinde daha samimi ilişkiler içinde olurlardı. Balkanlardan gelen bir gurup insan yerleştikleri yerde bir köy inşa ediyor. Burada daha önceden yaşayan bir Türk halkı yoktur. İlk geldiklerinde Rumlar ile karşılaşıyorlar ve yaklaşık bir ya da bir buçuk yıl kadar birlikte yaşamak zorunda kalıyorlar. Daha sonra Rumlar gidiyor. Bu anlattığım dönemler mübadele dönemleridir. Büyük dedelerimiz çok zorlu hayat koşullarıyla mücadele ediyor ve torunları olan bizlere güzel; yaşanacak bir köy bırakmak için çabalıyor.

Mustafa Sarı Hocanın da köyünde Balkanlardan gelen Türkler vardır. Hocamız yerli halk olan yörüklerin onları algılayış biçimlerinden bahsediyor. Balkan Türklerinin torunlarından biri olarak şunu söyleyebilirim ki bizler hakkında diğer insanların düşünceleri beni genelde incitmiştir. Yalnız burada, Babaannemden Yörük Sözleri adlı kitabında Mustafa Hoca konuyu çok güzel işliyor. Ve özlemini çektiğim insanî bir tavırla konuyu ele alıyor. Balkan Türklerine muhacirler denildiğini yirmi yaşında öğrendiğimi ve bunu aşağılamak maksatlı kötü bir tümceyle yapıldığını ve arkadan gülüşme sesleriyle öğrendiğimde çok üzülmüş ve sadece ‘‘Muhacir mi?’’ demiştim. Kendimi muhacir olarak görmüyordum ki; üstelik dedemin biri Bursa’da doğmuştu diğer dedem ise annesinin kucağında bebek gelmişti Anadolu’ya. Ne muhacirliğinden bahsediyordu bunlar ve kullandıkları o tümce ne kadar da aşağılayıcıydı. Benim bildiğim Balkan Türkleri çalışkan olurdu. En azından ben çalışkan, dürüst, mert Türklerin yanında yetişip büyümüştüm. Mustafa Hoca Yörüklerin köylerine sonradan gelen Balkan göçmenlerinin yüksek duvarlı evler inşa ettiklerini ve bahçelerinde sabit bir fırınları olduğundan bahsediyor. Gerçekten de bizim Balkan Türkleri yüksek duvarlar içine ev yaparlardı ve bahçelerinde sabit bir fırınları olurdu. Bu fırında neler neler pişmezdi ki. Ekmekler, börekler… Mustafa Hoca’nın köyü gibi bir köyde yaşasaydık yani yerli halk ve sonradan gelenler olarak ayrılsaydık nasıl bir hayatımız olurdu insan düşünmeden edemiyor. 

Yörükleri yani Anadolu’da çok daha eskiden beri yerleşmiş olan halkı yirmili yaşlardan sonra tanımaya başladım dersem insanlar beni yadırgamasın olur mu? Bazen farkındalık kazanmak için belirli bir yaş olgunluğuna erişmek gerekiyor belki de. Bizim yetiştiğimiz dönemlerde internet de yaygın değildi. Hatta biz internet nedir bilmiyorduk. Önümüzde, sıraların üzerine koyup okuduğumuz ders kitaplarımız vardı ve başka bir hikâye kitabına ulaşmak bile epey zordu.

Dil konusunda düşünmeyi severim ve sözcüklerin köklerini, ilk çıkış biçimlerinde nasıl kullanıldıklarını araştırıyorum. Yalnız burada şunu belirtmeliyim ki Mustafa Hoca gibi konusunda uzman değerli bir kalemin ne bilgisine ne de onun yetkinliğine sahibim. Şunu söyleyebilirim yalnız bu kitabı okuduğumda bende oluşan duygulardan bahsedebilirim sizlere. Örneğin Mustafa Hoca’nın nenesini çok sevdiğimi anlatabilirim. Bazen bu hanımefendinin tutumlarının benzerlerini büyük halalarımın sergilediklerini ve ettiği sözlere yakın sözler ettiklerini söyleyebilirim. Yörükler ve Balkanlardan göçüp gelen Türkler arasında benzerlikler kurdum, yalnız farklılıklar da söz konusudur. Mustafa Hoca’nın nenesi bir mücadele kadınıdır. O tam anlamıyla güçlüklerle yoğrulmuş, kendini çalışmaya adamış, ailesini sevmiş ve kendini torunlarına adamıştır. Kitapta tereyağının, çeşitli peynirin, yufkanın, yoğurdun, salçanın nasıl yapıldığının ince ayrıntılarını okuyabileceksiniz. Doğrusu sadece kendime göre yoğurt mayalamayı bilen biri olarak diğer yapılanları okurken utandım. Bu biraz da kişilikle alakalı bir durum mudur bilemiyorum. Aynı aileye mensup iki kız kardeş olarak yaşıyoruz ama ablam öyle olmadığı hâlde Mustafa Hoca’nın nenesinin torunlarından biri olabilir mi gibi bir hisse kapıldım. Kendi salçasını yapan, konservesini, turşusunu, tarhanasını kış gelmeden hazırlayan ve hatta şifahi diyebileceğim doğal ilaçlar yapabilen bir hanımdır kendisi. 

Mustafa Hoca’nın nenesi yerleşik hayata bir türlü alışamıyor ve hep dağları özlediğini söylüyor. Dağların serinliği ve hayvanlarının ardından dağlarda özgürce dolaşmanın özlemi içinde torunlarına en güzel şekilde bakmaya çalışıyor. Akrabadan kız almak cam bardaktan su içmek sözüyle ilgili kısmı okurken rahmetli eniştemi ve onun köyünü düşündüm. Eniştem Bilecik’e bağlı bir köyün Yörüklerindendi. Orada da daha çok akraba evliliği tercih ediliyordu. Özenle yetiştirdiği becerikli, ahlaklı ve içini dışını, huyunu suyunu bildikleri kızları oğullarına almak aynı şekilde yiğit ve mert delikanlıları da elin kızlarına kaptırmamak adına yapılıyordu bu evlilikler. Çoğunlukla amca yani kuzen evlilikleri söz konusu oluyordu. Bu durum Balkan Türklerine çok uymuyordu. Akraba evliliği iyi karşılanmıyordu. Kızları ve oğulları Balkan Türkleri ile evlenmeliydi yalnız akrabalık ilişkisi de kesinlikle arada olmamalıydı.

Koyun kırkma gibi işlemleri görmüşlüğüm vardır. Dedem atlar ve tüm hayvanlar konusunda pek bir mahirdi. Özelliklere atlara karşı hem dedemin ve hem de babamın özel bir ilgisi vardı. Koyunun postunu kırkma işlemini, atın ayaklarına nal çakma işini yakinen görmüşlüğüm vardır. Hatta bir keresinde bir atın doğum sahnesine bile tanık olmuştum. En ilgimi çeken de doğar doğmaz küçük tayın dört ayağının üstüne dikilmesiydi. 

Babam evi sür savur; erim evi çek çevir başlığı altında anlatılan o güzel cümleleri okuyunca insan gülümsüyor. Bu sözlerin benzerlerini bizlere de söylediler. Sanıyorum ki annem ya da halamlar tembellik edip ev işi yapmak istemediğimizde, ki buna dantel, oya gibi el işleri ve mutfak işleri de dahildir; kızarlar, böyle cümleler kurarlardı. Şöyle söylerlerdi bizlere, yaptığın işin faydası şu an banaysa mahareti sana; bugün yaptığın bu işlerle bana yardım ediyorsun ama yarın elin maharet kazandığı için evini rahatlıkla çekip çevireceksin; eşine ve çocuklarına faydalı olabileceksin anlamına geliyordu. Kız çocuklarıyla erkek çocukları arasında eşitlik söz konusu değildi. Örneğin onlar özgürce bisiklet sürebiliyordu, kızların ise bisiklete binmesi ayıp karşılanıyordu. Evin erkek çocuğu olduğu için kardeşime bisiklet alınmıştı. O özgürce bisiklete bindiğinde bana kalan sadece ona bakmaktı. Yalnız kardeşim çok da anlayışsız sayılmazdı. Ben onun ablasıydım ama fiziksel olarak aramızda fazla bir fark olmadığı için onun bisikleti bana uygun geliyordu, genelde akşamüzerleri gün boyu bisikletine binmiş olmaktan dolayı yorulur ve bisikletini bahçe duvarına dayardı. Ben de işte o vakitlerde bisikleti alabiliyor ve sürebiliyordum. Ablam hiç denememiştir yalnız ben bisiklet kullanmakta epey ustalaşmıştım. Hatta komşu kadınlardan dini bütün bir hanım bisiklet sürdüğüm için beni çok ayıplıyor, arkamdan önümden laf ediyor ve o gün beni anneme şikâyet etmek için ertesi günü bekleyemiyordu. Ah ah! Erkeklere sonsuz özgürlük vardı ama kızlara yoktu. Mustafa Hoca da bisiklete binebilmek için bazı Ramazan ayı gecelerini bekliyor. O zamanlarda bir bisiklete sahip olabilmek büyük bir lükstü. Babam erkek kardeşime bisiklet alabilmişti ama bu bisiklet mağazadan alınan sıfır birinci el bir bisiklet değildi. Genelde ikinci el bisikletleri tercih ederdi. 

Bir de yine kitapta bahsedilen soğutucu yani buzdolabının öneminden bahsetmek istiyorum sizlere. Buzdolabının insanlar için önemi büyüktür. Babamın devlet dairesinde bir işi olduğu ve sabit bir geliri olduğundan yeni evlendiği yıllarda bir buzdolabı edinebiliyor. Kendi yemeklerimizi emektar buzdolabımızda sakladığımız gibi komşularımızın da yemeklerini buzdolabında saklardık. Yine Mustafa Hoca’nın annesinin çocuklarını uyardığı gibi bizim de annemiz ‘‘Sakın ikinci raftaki yemeklere dokunmayın onlar filanca komşunun’’ sözüyle bizi uyardığını hatırlıyorum. 

Şimdi bir de çeyiz serme olayından bahsedelim size. Evlenmeden önce kızın çeyizi evin en uygun köşesinde sergilenir ve bütün köylü kadınları kızın götüreceği çeyize gelip bakardı. Bu âdeti hiç sevmiyordum. İnsanlar beğenmedikleri ya da eksik-gedik gördükleri çeyizlere burun kıvırabiliyor ve dedikodu yapabiliyordu. Bir de çok yorucu ve zahmetli bir işti. Kızın çeyizi düşünsenize belki on sekiz-on dokuz sene boyunca birikmiş olan çeyizin açılması ve sergilenmesi kolay iş değildi. Bir de bunu toplanması ve damadın evinde tekrar açılması söz konusuydu. Bizim çeyiz serme telaşına benzerleri Yörük köylerinde de yaşanıyormuş. Aslında bu çileyi, çok değil yirmi yıl öncesine gidin çekmeyen kalmamıştır belki de. Hele ki köy kökenli iseniz âdetlere muhakkak uymanız gerekir. Bundan kaçış yoktur. 

Yüzünü yuyucular görsün, bana bir koca gerek o da bu gece gerek gibi sözleri sanıyorum ki pek çok kişi duymuştur. Yüzünü yuyucular görsün cümlesini kızdıkları insana söylerlerdi. Bana bir koca gerek o da bu gece gerek sözünü ise daha çok aceleci insanlar için söylerlerdi. Mustafa Hoca’nın bu başlık altında anlattığı hikâye de çok güzeldir. Özellikle erken bir saat olduğu hâlde komşu kadınının karşısında duran küçük bir çocuğa açıklama yapması ve gün aydığı hâlde uyurken yakalanmasından dolayı utandığını ve bunu cümlelere döktüğünü okuyoruz. Büyük halalarım ve babaannem de henüz şafak sökmeden uyanırlardı. 

İsterseniz bir de bayramlık başlığı altında yazılanlar bana neler düşündürdü ondan bahsedeyim sizlere. Bizler yılda iki kez üzerine yeni kıyafetler alınan çocuklardır. Mustafa Hoca’nın da öyle bir çocukluk yaşadığını okuyoruz. Bayramlıklar için kumaş alındığı da olurdu, şehir merkezindeki kapalı çarşıya gidilip hazır giyimlerden alındığı da oluyordu. Benim de lastik pabuç giymişliğim vardır. Yalnız bizler annelerimiz gibi kara lastik değil de hafif topuklu ve mümkünse rengi pembe olanlardan giyerdik. 

Mustafa Hoca’nın Eskimoları bir kitabında gördüğü fotoğraftan tanıması gibi ben de Çukurova insanı ve pamuk yetiştirici köylüyü Hanımın Çiftliği adlı film ile tanıdım dersem lütfen bana kızmayın. Elbette daha sonra okumalarım olmuştur ve geçen yıl Mersin’e de gittim yalnız ne yazık ki köylerini gezme şansı bulamadım. Bu noktada eğer ömrümüz vefa eder yaşar isek memleketimizin her bir yerini gezmek ve görmek isteriz. Yalnız bakınız filmlerin; görselliğin hayatımızdaki önemi çok büyüktür. Dediğim gibi bizim çocukluğumuzda internet yoktu, sanıyorum ki internet ülkemizde doksan sekizli yıllardan sonra yaygınlaşmaya başladı. Benimse evime internet bağlatabilmem otuz yaşımı bulmuştur. 

Ablamın çeyizleri orta da mı kalsın? Başlıklı yazı ile ilgili bölümü okuduğumda içim burkulmadı değil. İnsanları yargılamayı sevmiyorum ve haddim de değildir. Anlatılan kısımda bir aşk hikâyesinden bahsediliyor ve henüz yeni doğum yapmış bir genç kadın ölüyor. Ardından da enişte beye ölen kızın on dört yaşındaki kız kardeşi veriliyor. Hem ölen kızın ardında kalan bir çocuğu vardır. Teyzesi olduğu için bu yetime o dört yaşındaki Leyla iyi bakacaktır ve hem de ölen genç kadının çeyizleri ziyan olup ortada kalmayacaktır.

Efendim böylesine duygu yüklü ve akademik anlamda değerli bir kitabı ülkemiz insanına kazandıran Mustafa Hocama teşekkür ediyorum ve saygılarımı, selamlarımı iletiyorum, sözümü burada bitiriyorum. Lütfen kitabı okuyunuz. 

Yazar
Kırmızılar

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen