“Sonra Tanrı dedi ki ses olsun
Ve sessizliği ortadan yardı
Araya müzik girecek kadar
Ve hoş bir nağme oldu”
Camisha L. Jones, “İşitme Cihazıma Methiye”
Kariyerini epilepsi ve uyku tıbbı alanında yapan G. Leschziner, bir hastasının hikâye ettiği bir anıyı nakleder. Aslında hikâye çok da uzun değil. Hazret bir kuş gözlemcisi de olan bir hastasından bahsediyor. Sıradan bir gözlemci değil bu, gözlemlerinin çoğunu görerek değil duyarak yapan biri.
“Bir gün” diyor bu gözlemci, arkadaşlarımla yürürken “Çekirge kamışsısını duymayalı uzun süre oldu” dedim, “siz duyuyor musunuz?” Arkadaşlarının çoğu da kendisi gibi bu sesleri artık duymuyordur.
Aynı soruyu genç bir arkadaş grubundan birilerine sorduğunda cevap farklılaşır. Bunların cevabı başkadır. Bu ikinci cevap karşısında Bill, o kuşların kaybolmadığını, bilakis her yıl mevsiminde aralarına döndüklerini gösterir. Bu böyledir ama kendisi ve arkadaşları artık o sesleri duymuyorlardır.
Bunun üzerine bir hüzün basar Bill’i. Hayatından ebediyen bir parça kopmuştur.
Dünyamızın görünmez renkleri olan seslerden bir kısmı terk etmiştir kendisini. Oysa saf sesler ve tonları âdeta hayal âlemindeki yaratıklar gibidir ve çevremizle bu sesler üzerinden ilişki kurarız. Mitik bir örgü, ruhsuz dünyamızı rengârenk renklendiren buket buket desenlerdir sesler.
Gerçekten de öyledir. Mesela bir sazın ritmini düşünün. Bir tele dokununca sadece o tele vurulmuş olmaz. Onun kalınlığına, malzemesine ve gerginliğine bağlı olarak belli bir duyguya da dokunulmuş olur.
Ve o dokunmayla belli bir titreşim oluşur. Buna da rezonans frekansı denir. Fakat o bile o kadar basit değildir. Orada bile sadece rezonans frekansı değil, bir dereceye kadar o frekansın katları da titreşir. Ve nihayet titreşen tel tek bir frekansı değil, hepsi de rezonans frekansının katları olan ve armonik olarak adlandırılan çok sayıda başka frekansı harekete geçirir.
Sadece bu kadar mı dersiniz. Değil tabii ki, dahası da var. Bir de bunların elektrik sinyalleri olarak sinir sisteminin diline tercüme edilmesi, oradan da saf bir duyu halinde vücudumuzun derinliklerine aktarılması süreci vardır. İş burada sona erse gene iyi, onun da sonrası ve bu sonranın da sonrasında ses ve rezonans olarak aktarılan bu duyuların işlenerek kültürel birer değer haline getirilmesi, duygu süreçleri vardır.
Demek ki neymiş, duygulanma bile tek bir işlem sürecinin ürünü olarak değil, çağrışımlarını kazanmış kültürel bir sürecin sonucu olarak ortaya çıkan bir şey olarak devreye girermiş. O bile her yerde aynı renk ve tonda açığa çıkmazmış.
İşte bu son safha beynin ses ve konuşmalarını algılayan kısımlarında işlenerek davranış ve mimiklere, oradan da genetiğimizin en ücra köşelerine işleyerek kolektif bilinçdışını oluşturan süreçlerden ibarettir. Dolaylı, geçişken ve çok katmanlı bir ilişkiler ağının ördüğü diyalektik bir süreç ve sonrasında girilen nihai bir çıktı.
Ben bütün bunları anlatırken kulak hassasiyetindeki kalite düşüklüğünden dolayı, çoğu ses ve ritmi bizzat duyularla değil de soyut birer kavram olarak zihni melekelerimle algılamaya çalışanlardan birisi olduğum için, kendimi bu zengin dünyanın çok uzağında hissediyorum. Hatta bu durumu arkadaşlarımdan birine anlattığımda, nasıl yani dedi. Nasıl olacak dedim, senin Süleymaniye’yi gözlerinle görmene karşılık benimkisi okuyarak anlamaya çalışmak gibi bir şey.
Bu yıl da bahar geldi. Her tarafta tarla kuşları ötüyor. Binlerce endemik çeşitliliğiyle Anadolu coğrafyası bize olmadık renk, koku ve sesleri sunuyor. Kültür de aynı, aynı olmasına ama onun da içine arsenik döküldü. O da artık eski tadında değil. İçimin bir yerlerinde bir telin koptuğunu, artık eskisi gibi ses vermediğini hisseder gibi oluyorum.
Serebral korteksin ilgili bölümleri görmek, işitmek ve koklamakta ısrar ediyor olsalar bile oraya görüntü, ses ve koku taşıyan sinir sistemlerindeki bir arıza veya kültürel kesintilerden dolayı bunların nihaî şekillerini aldığı fenomenal çıktılarla bunların belli bir koordinasyon dâhilinde nesiller arasında dolanıma sokulmasında ortaya belli sorunlar çıkıyorsa, aramızdaki ortak bağı kuran tel kopmuş demektir.
Tel de değil aslında teller ve bütün ses ve duygulanmalar kirlendi demek lazım. Gerçekte kaybettiğimiz budur: kültürün ürettiği merhamet, vefa, kadirşinaslık, hürmet, diğerkâmlık, hasbilik, gözyaşı, içtenlik…
Kültürel çözülme çağlarında yaşanan budur. Kültürel bir çoraklık çağında her şeyin rakam ve istatistik kayıtlarla örtülmeye çalışıldığı bir dönemden geçiyor ve tam da bu yüzden ortak duygudaşlık ruhunun yok edildiğine tanıklık ediyoruz.
Her şeyin kolaylaştığını zannettiğiniz bir çağda, bunun ağır bir bedeli olduğunu ve bu bedelin de bizi, kendi çekirdeğine hapsolmuş atomize bireyler hâline getirmek olan müebbet bir hapse mahkum ettiğine tanıklık ediyoruz.
Baharın sökün ettiği şu güzel gecikmiş Nisan yağmurlarında aklıma her nedense bunlar geldi. İstedim ki bunu okuyanlar da bundan haberdar olsun ve sesi sadece soyut bir nesne olarak değil, Yaratanın bir lütfu, ilahi bir armağan olarak tekrar be tekrar tefekkür etsinler ve bir hava gibi içlerine çeksinler istedim.