Yazıyı Okumadan Kurban Almayın Kurban Kesmeyin

Trajediye bakın ki ölümsüzlüğe giden yol ölümden geçer. Bu sözü Kurban Bayramı’nın ruhaniyetini de katarak söylersek “kendini kurban etmek”ten geçer. Âşıkların sevdiklerine (sevdikleri için) en kolay verecekleri şey canları. Aşkın pazarında canların satılması, satılan canların alıcı bulmaması bundan. O meydan “can”ın para etmediği meydan. Çünkü orada sevgili var, vuslat var, vahdet var. Bunların olduğu yerde “can” yani “ölümlü nesne/madde” nedir ki?

“En çok dikkatimi çeken ibarelerin başında içinde kurban kelimesinin geçtiği deyim ve özlü sözler gelir.” desem inanın abartmış olmam. Bunların belki en çarpıcı olanı “kurban olmak” deyimidir. Sevgi, samimiyet, fedakârlık, hayranlık, hatta yalvarma gibi birçok anlam parçacıklarını içinde barındıran bu deyim, dilin en rafine hali olan şiir diline de ciddi katkılar sağlar. Her kelime/kelime grubu şiirin ve şiirselliğin büyülü dünyasıyla bu deyim kadar sağlıklı bir bağ kuramaz. Çıkınımızdaki iki beyiti sizinle paylaşarak ne demek istediğimizi biraz daha sarih hale getirelim:

Birinci beyit Nahifî’den;

Göz gördü gönül sevdi seni ey yüzü mâhım,
Kurbânın olam var mı benim bunda günâhım.

Göze önceliği veren bu beyit, gönlü gözden hemen sonra zikreder. Gözle gönlün birlikte oluşturdukları sihire yenik düşen âşık (şair) sevgilisine şirinlik yapmak için kullanıyor beyitteki “kurban olmak” deyimini. Ziya Paşa’nın, Hüsn olur kim seyrederken ihtiyâr elden gider, mısrasını da çağrıştıran bu beyit daha çok güzelliğin sarhoş edici/cezbedici tarafına vurgu yapar.

İkinci beyit Fuzûlî’den;

Yılda bir kurban keserler halk-ı âlem îyd için,
Dem be dem sâat be sâat ben senin kurbânınam.

Şair beyitte “kurban olmak” deyimini biraz dönüştürmekle birlikte inceltiyor da. Diyor ki; “Birileri ibadet için yılda bir kere kurban keserler, ben her an her saat senin için kurban olmaya hazırım.” Üst yapıdaki bu anlamın hemen arkasında (derin yapıda) şöyle bir serzeniş sezilmiyor değil: “Ey sevgili, senin ayrılığın bana, her an her saat kurban olma hissi yaşatıyor.”

Peki, bütün bu inceliklerin, çağrışımların, göndermelerin arka planındaki ana kaynak, temel arketip ne? Hangi dinî, millî, tarihî olay böyle bir kavramlaştırmanın yolunu açmış? Geçmişe yolculuk veya kısa bir tefekkür bizi Hz. İbrahim ile oğlu Hz. İsmail’e götürür. Yüce yaratıcı (dost) istediğinde oğlunu kurban etmek için bir an bile tereddüt etmeyen babadan (Hz. İbrahim), bir insandan istenebilecek en büyük fedakârlık istendiğinde (babasına) en küçük bir itirazda dahi bulunmayan oğuldan (Hz. İsmail) bahsediyoruz elbette. Tarihin benzerini görmediği ve göremeyeceği, zamanı donduran bir mucizevî sadakatten bahsediyoruz.

Çekirdek olayı herkes bilir ama kısaca hatırlatmakta yarar var:

Her şey bir rüya ile başladı. Bu rüyada, yukarıda da belirtildiği üzere, bir babadan istenebilecek en zor şey isteniyordu: Oğlunu, hem de tek oğlunu kurban etmek! İsteyen âlemlerin sahibi, istekte bulunulan ise halîlü’r-rahmân, yani O’nun sadık dostuydu. Allah’ın sadık dostu rüyayı oğluna haber verdi: “Yavrucuğum! Uykuda Allah’ın isteği doğrultusunda seni kurban ettiğimi gördüm. Bir düşün, ne dersin?” (Saffât: 37/102). Babasının sözüne on iki yaşındaki bir çocuğun (Hz. İsmail) verdiği cevap geleceğin peygamberini müjdeliyordu: “Babacığım! Emrolunduğun şeyi yap. Allah dilerse sabredenlerden olduğumu göreceksin.” (Saffât: 37/102).

Kıssa bu minval üzere devam ediyor, ama ortada akıllara durgunluk veren bir ibret tablosu mevcut. Bu tablonun iki kahramanı var: Bunlardan birincisi Allah’ın emrine itaat eden baba, ikincisi Allah’ın emri kendisine aktarılınca hem Allah’a hem babasına boyun eğen evlat. Bir insanın sevdiğini kurban etmesi, hele bu bir de evlatsa, kendisini feda etmesinden daha zordur. Bu müthiş tabloya dikkatle bakılınca “itaat” ve “sadâkat”in “merhamet”i doğurduğu hemen fark edilir. Ateşin yakmadığı İbrahim’in sulbundan (gönlünden), bıçağın kesmeye cesaret edemediği İsmail doğar. Veya bu tabloyu şöyle de ifade etmek mümkün: “Rabbini incitmektense oğlunu feda eden baba, babasını üzmektense nefsini yok/hiç sayan evlat.”

Kurban benim gözümde işte bu yüzden “doğruluk”, “sadâkat” ve “merhamet” demek. En sevilenle kurbiyet peyda etmek demek. “Doğruluk”, “sadâkat” ve “merhamet”in olmadığı yerde yakınlık (kurbiyet) ve samimiyet olmaz demek. Bu kavramlar olmadan kurban sadece şekilsel bir ritüeldir. Gönüllerin ortak olmadığı yerde sadece kan akar, et paylaşılır. Bu da kurban hadisesini mideden yukarıya çıkmayan/çıkamayan bir vecibeye dönüştürür.

Şimdi sıra kurban hadisesini bana bir kere daha düşündürten, sorgulatan ana olayda. Yer, Bosna Hersek’in Sırbistan sınırında bulunan Bosanska Jagodina köyü. Hadisenin başkahramanı Boşnak dostum Zaim Hajdarevic’in anneannesi Ramiza Veletovac. Seksenli yaşlarda nur yüzlü bir nine Ramiza anne. Bizi ve tarihimizi kuş gibi misafir ediyor mis kokan evinde. Neler konuşuyoruz neler. Ve söz döne dolaşa Kurban Bayramı’na geliyor. Asr-ı Saadete kanatlanıyoruz. Öylesine saf ve insanca/Müslümanca ki anlattıkları. Şimdi kulaklarımızı Bosna Günlüğü’ne çevirelim:

“… Ramiza Veletovac’ın hem annesini hem babasını Sırp Çetnikler öldürüyorlar. Ramiza çocuk, dört yaşında şu koskoca dünyada yapayalnız kalıyor. (Birbirine yakın sayılabilecek yıllarda babaannemin Batum’da kaldığı gibi.) Tanıdıkları sahip çıkıyor bu küçük yetime ve kendi çocukları gibi büyütüyorlar onu. Yetim ve çaresiz kalmakla bitmiyor çilesi bu insanın, âdeta bir ömre yayılıyor bu çile. Eşi köyün camisiyle ilgilendiği, zaman zaman namaz da kıldırdığı için sık sık ziyaret ediyor evini Mareşal Tito’nun memurları. Bazen uyarıyor, bazen tehdit ediyorlar. En çarpıcı olanı, çocuklarını sünnet ettirdiklerinde evlerinin muhasara altına alınması. Bırakın devletten maaş ve yardım almayı, memurların bin bir zorluk çıkardığı bir aile var karşımızda. “Nasıl geçindiniz, nasıl ayakta kaldınız?” diyorum. Bahçeyi, meyve ağaçlarını ve koyunları/kuzuları gösteriyor. Anlıyorum. Onurlu yaşamak Mehmet Âkif gibi gerekirse aç kalmaya bile razı olmak demek, dünyanın her yerinde, Bosna dâhil.

Hâlâ geçiminin önemli bir kısmını büyüttüğü/beslediği koyunlardan sağlıyor Boşnak nine. Yeşile batmış bahçe ve evin hemen yanında başlayan orman bu iş için çok müsait. “Kuş uçmaz, kervan geçmez bu yerde, kime satıyorsunuz bu koyunları?” diyorum. İyi ki de diyorum başka bir yüzü çıkıyor ortaya buradaki hayatın. “Boşnak kardeşlerimiz bizim burada koyun yetiştirdiğimizi biliyorlar ve her Kurban Bayramı’nda buraya gelip koyunlarımızı alıyorlar.” diyor ve ekliyor nine “Hem de ben satıyorum koyunları.” Aklıma Kurban Bayramı’ndaki el koparan, kol çıkaran pazarlıklar geliyor. “Seni aldatmıyorlar mı?” demeye davranıyor dilim, hemen sözümü kesiyor. “Hayır!” diyor; “Burada kurbanlık alırken de satarken de pazarlık yapmak hem çok ayıp, hem çok günah.” Hissediyor soracağım bir sonraki soruyu nine; “Ya, yüksek fiyat istenirse?” “Hayır, asla!” diyor ve ekliyor “Kurban için sattıklarıma ucuz fiyat söylerim! Kurban için yüksek fiyat istenir mi, söylenir mi?” Elini öpmek geliyor içimden ninenin. “Burada Kurban Bayramı daha kurbanlıklar alınırken/satılırken başlıyor” diyorum. “Bayram her şeyden önce dostluktur, itimattır, sadâkattir, yardımlaşmadır, büyüklerin gönlünü alma küçükleri sevindirmedir.” diyorum. İçime bayram sevinci doluyor. Hâsılı, Thomas More bu sahneyi görse Ütopya’sını yırtardı arkadaş.[1]

Çocuklarını askere gönderirken vatanlarına kurban olsunlar diye ellerine kına yakan bir milletin mensubu olarak ne diyeceğimi bilemiyorum. Bir Karadeniz türküsündeki yanık sözler geliyor zihnimin en kuytu en hassas köşesine: “Baban bu yıl kurbanı çifter çifter kesiyor.” Türkü sesten bir hançer olup göğsüme/gönlüme saplanıyor. Yazıyı, bu milletin çifter çifter kurbanlar verdiği bu günlerde yazmanın hassasiyeti diyelim.

Sıra geldi kıssadan hisse koparmaya. Satıcıların hak ettiklerinden fazlasını istedikleri, alıcıların hak edilenden daha azını kıyabildikleri pazarlara, açlardan/muhtaçlardan çok semiz midelerin oturduğu sofralara/masalara, yetim çocukların yüzünün gülmediği lunaparklara/meydanlara kurbanın ne samimiyeti uğrar ne doğruluğu ne sadakati.

Bunu bana bir Boşnak nine hatırlattı yıllar önce. Bugün ben de size hatırlatıyorum. Sözüm meclisten içeri.

 [1] Muharrem Dayanç, Bosna Günlüğü, Akademik Kitaplar, İstanbul 2005, s. 170-172.

Yazar
Muharrem DAYANÇ

Muharrem Dayanç, Sakarya, Geyve, Karaçam Köyü’nde doğdu. İlkokul, ortaokul ve liseyi Adapazarı’nda tamamladıktan sonra, 1990 yılında, İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü bitirdi. Daha sonr... devamı

Bu websitesinde farkı kaynaklardan derlenen içerikler yayınlanmakta olup tüm hakları sahiplerinindir. Sitedeki içerikler atıf gösterilerek kaynak olarak kullanlabilir. Yazıların yasal sorumluluğu yazara aittir. Tüm Hakları Saklıdır. Kırmızlar® 2010 - 2024

medyagen